Читать книгу Ndura. Ormanın Oğlu - Javier Salazar Calle - Страница 8

2. GÜN

Оглавление

ORMANIN HARİKALARINI KEŞFEDİŞİM

“Hayır, öldürme onu!” diye bağırdım ağaçtan küt diye düşüp yere çarpmama neden olan şiddetli bir titremeyle.

Ağaçtan düşmenin verdiği acıya aldırış etmeden kendi kuruntumdan kurtulmak için bir o yana bir bu yana silkindim. Aklım tamamen bulanmış hâlde etrafıma bakındım ve yaralı bir hayvan gibi inleyerek yere çömelmiş şekilde bir an öylece kaldım. Tutulmuş sırtımı ovarken gördüğümün sadece bir kâbus olduğunu, ama çok gerçekçi bir kâbus olduğunu, fark ettim çünkü rüyamda Juan’ın ölümü ve uçak kazasını yeniden yaşamış, Alex’in hareketsiz bedenini yeniden kollarıma almıştım. Alnımdan boncuk boncuk terler akıyor, ellerim titriyordu. Bir süre derin derin nefesler aldıktan sonra yola devam etmeye karar verdim. Tek dileğim hayatımdan bir parçayı kaybettiğim uçaktan olabildiğince uzaklaşmaktı. Geçmişim berbat olmuş, geleceğimi ise kasvet bürümüştü.

Uyuduğum pozisyondan mı, ağaçtan düştüğümden mi yoksa her ikisinden mi bilinmez, sırtım bayağı bir ağrıyordu ve pek tadım yoktu. Sızlanmaya devam ederek çantaları almak için ağaca geri tırmandığımda yiyecek dolu olan çantanın kayıp olduğunu fark ettim. Şaşkınlıktan sarsılıp az kalsın ağaçtan tekrar düşüyordum. O çanta olmadan hiçbir şey yapamazdım. Beni bir korku sardı, dallar arasında çantayı aradım ve tam da artık bulamayacağım derken yere düşmüş ve içinde ne var ne yoksa etrafa saçılmış olduğunu gördüm. Muhtemelen ya ağaçtan düşerken benimle birlikte sürükleyip ya da gece uykumda dönüp çantayı aşağı ben atmıştım. Öteki çantayı omzuma takıp dikkatle aşağı indim ve görebildiğim ne varsa topladım: üç kutu meşrubat, bir tane soğuk sandviç, yarısı yenmiş ve her yerini karınca talamış birkaç kurabiye, salatada kullanmalık paket tuzların olduğu bir kutu ve sonradan ayva dolu olduğu anlaşılan iki kutu. Hayvanlar götürmüş olacak ki gerisi kaybolmuştu. Ben de çantanın gece düştüğü sonucuna vardım.

Elimdekileri sayarak işime neyin yayıp neleri atabileceğimi görmeye karar verdim. Gereksiz ağırlık taşımak saçma gelmişti ve elimin altında ne var ne yok bilmem gerekiyordu. Çantamdan yiyeceğin dışında babama almış olduğum bıçak, ahşap figürlerin tamamı, Orta Afrika gezi rehberi, bir paket peçete, 8X30 ebadında bir dürbün, haki kumaştan bir bez şapka ve bir “I love Namibia” tişörtü çıktı. İlaç kitinde hâlâ yarısı dolu bir kutu aspirin, hiç açılmamış bir kutu ishal ilacı, bir bandaj, üç yara bandı ve birkaç tane mide bulantısı hapı vardı. Tabi bir de belgeler. Juan'ın çantasında da kendi belgeleriyle uçaktan aldığı üç battaniye ve yastık, Svahilice konuşma kılavuzu, güneş gözlüğü, bir şapka, çikolatalar, neredeyse boşalmış bir litrelik plastik su şişesi, bir tane çatal, bir tane büyük birkaç tane de küçük ahşap fil figürü, neredeyse dolu bir sigara paketi ve bir de çakmak vardı.

İki çantayı birden yanıma alamayacağımdan her şeyi daha iyi durumda olan kendi çantama doldurdum ama battaniyelerden birini, çok yer kaplayan bir yastığı ve o ortamda hiçbir işime yaramayacak ahşap figürleri yanıma almadım. Bunları gömüp üzerlerini çer çöple kapladım. Atılacaklardan bazılarını atarken her birinin kime ait olduğunu hatırladım: Elena’ya, aileme ve arkadaşlarım Alex’le Juan’a. Tekrar ağlamaya başlamam çok sürmedi çünkü hiçbirini bir daha göremeyecektim. Tabi Alex’le Juan’ı çok geçmekten görürdüm; cennette ya da artık öldükten sonra nereye gidiliyorsa orda.

Çikolatalar sıcaktan tamamen erimişti, ben de hepsini birden yiyerek ambalajlarını yalayıp tertemiz ettim. Tatları inanılmaz güzel geldi. Şişede kalan azıcık suyu da içtim. O esnada durup bir sonraki adımımı düşünmek zorunda olduğumu fark ettim. Aklıma bazı sorular geldi: İsyancılar hayatta kaldığımı biliyor muydu? Nereye gitmeliydim?

İlk soruya hiçbir cevabım yoktu. Belki beni gören yolculardan birine itiraf ettirmişlerdi, belki etrafı kolaçan edip izimi ya da içtikten sonra (o an tek düşündüğüm şey kaçmak da olsa çok büyük bir hata yapıp) yere attığım meşrubat kutusunu bulmuşlardı, belki dört bir yana dağılmışlardı ve her şekilde beni bulacaklardı ya da belki hiçbir şey bilmiyorlardı. Ne olursa olsun artık daha dikkatli olmak ve nereye gidersem gideyim mümkün olduğunca az iz bırakmak zorundaydım.

Gideceğim yöne gelince, uçak döne döne inerken ufukta, ormandaki kocaman bir açıklıkta bir kasaba gördüğümü hatırlar gibiydim. Bilmediğim şeyse orasının isyancıların üssü olup olmadığıydı fakat bize saldırdıkları tarafa çok yakın olduğundan bu ihtimal çok olasıydı. Afrika’nın güneyinden kuzeyine doğru gitmekte olduğumuzdan, kuzeye ilerlemeyi sürdürürsem ormanın sonuna ulaşıp başka bir ülkeye geçeceğimi ve yardım bulma olasılığımın artacağını hesap ettim. Arkadaşlarımı çok özlemiştim. Alex'in içi içine sığmayan heyecanı, iyimserliği ve neşesi ile Juan’ın serinkanlı analitik düşünme kabiliyeti, sükûneti ve bir sorunla karşılaştığı zaman kullandığı karar alma becerileri tam o anda çok da işe yarardı. O an yanımda olmalarına, hiç yoktan peyda olmuş bu kaçışı olmayan belayla yüzleşmem için bana cesaret vermelerine nasıl da ihtiyacım vardı! İçinde bulunduğum durum onlarla çok daha kolay bir hâle gelirdi, hatta eve döndükten sonra anlatacağım bir macera bile olurdu ama onlar ölmüş, öldürülmüş, sinir bozucu sinekler gibi itlaf edilmiş, hayatlarının baharında soldurulmuşlardı. Bense her şeye rağmen hayatta kalmak mecburiyetindeydim. Şerefsizler, o… çocukları! Sakin, Javier, sakin! Sakinliğimi korumak zorundaydım, bir nebze de olsa şansım olsun istiyorsam tek seçeneğim buydu. Pekâlâ, güneş doğudan yükselip batıdan batar, yani eğer aşağı yukarı şu taraftan doğmuşsaaa… şu taraftan batmıştır. Bu yön bulma yöntemiyle bir yere varırsam kabiliyetle falan alakası olmaz, tam bir mucize olurdu. Her neyse, emin olmak için görebildiğim en yüksek ağaçlardan birine tırmandım.

Basamak olarak kullanabileceğim bir sürü dal olduğundan tırmanması kolaydı ancak yükseklere çıktıkça dallar hem küçüldü hem de yumuşadı, ben de dalların en geniş ve dayanıklı kısımları olan diplerine basmaya özen gösterdim. Etrafındaki ağaçların çoğunu gölgede bırakan bir ağaçtı bu ve neredeyse tepesine vardığımda gözlerimin önüne serilen manzara korku vericiydi. Her yanı halı gibi kaplamış, zeminin hatlarına göre dalga misali bir yükselip bir alçalan yeşil bir deniz, uzayıp giden muazzam bir canlılık… Sayısız ağacın tepe yapraklarının oluşturduğu o sık dokunmuş halıdan yalnızca diğerlerinden çok daha uzun olan tek tük ağaç çıkıntı yapıyordu. Nereye baksam ağaçların tepelerini görüyordum, sonu yok gibiydi. Dürbünle bile hangi yöne baktıysam ağaçtan başka bir şey göremedim. İşin aslı, bunun yön tayin etmemde pek bir faydası olmadı. Ağaçtan inip Juan’ın çantasını içindekilerle birlikte, devrilmiş bir ağaç gövdesinin altına yarı gömülü şekilde sakladım. Son anda Elena için aldığım zürafayı yanıma almaya karar verdim çünkü onu bir daha görecek olursam verecek bir hediyem olmasını istedim. Buradan geçtiğime işaret edecek açık bir iz bıraktım mı diye son bir kez etrafa bakınıp yeteri kadar ikna olduktan sonra çok da fazla ümitlenmeyerek yürümeye koyuldum. Arkadaşlarıma ciddi ciddi ihtiyacım vardı!

Ormanda yürürken gösterişli göğüs kısımları kırmızı, vücutlarının geri kalanı yeşilimsi renkte olan birkaç renkli kuşa rast geldim6. Dalların arasında on iki ilâ on beş kuşluk gruplar hâlinde inanılmaz bir çeviklikle uçuşuyorlardı. Ufacık bir ses çıkardığım anda gözden kayboluverdiler. O güzeller güzeli hayvanlar, ormanın amansızca üzerime saldığı yalnızlık hissinden, basıklık, depresyon ve boğulma hissinin artık yoldaşım olduğu o düşman, acımasız, hep kasvetli ve baskıcı dünyadan beni bir anlığına uzaklaştırmıştı.

Yol zorluydu, sürekli bir şeylerin etrafından dolanmak ya da engellerin üzerinden atlamak zorunda kalıyordum. Ara ara bir açıklığa denk gelsem de görülürüm korkusuyla kenarlarından dolanıyordum. Durmaksızın terliyordum ve çok susamıştım ama elimde sadece üç tane kaldığından bir tane daha meşrubat içmek istemedim. Hava 26 – 27 derece olsa gerekti ve bayağı nemliydi, bu da basıklık ve sıcaklığı daha da hissedilir kılıyordu. Gömleğimi bir süre çıkardıysam da üşüşen sivrisineklerin ısırıklarından dolayı tekrar giymek zorunda kaldım. Yer yer orman öyle sıklaşıyordu ki önceden bulduğum bir sopayı pala niyetine kullanıp yol açmak durumunda kalıyordum. Bu tür durumlarda resmen yerimde sayıyordum çünkü elimdeki sopayla en fazla geçtiğim yerdeki dalları itebiliyordum ama kesemiyordum. Bir de kıyafetlerimin kapatamadığı yerlerde dizlerimden ve dirseklerimden aşağısı ormandaki bitkilere sürtündüğü için yara bere içinde kalmıştı. Yüzümde bile birkaç yerin kaşınması bana yüzümde de kesikler olduğunu düşündürdü.

Zemin kâh tahrip olmuş ağaç dal ve gövdeleriyle dolu kâh yapraklarla kaplı ve yumuşaktı, dolayısıyla bir çukura girip ya da kayıp bileğimi burkmamak için dikkatle yürümek zorunda kalıyordum çünkü bileğimi burkmak ölümcül olurdu. Bazı yerlerde ağaç tepeleri o kadar sıklaşıyordu ki gün ışığını engelleyerek oldukça kasvetli bir atmosfer yaratıyorlar, bazen de ağaçların boylarına bağlı olarak farklı tonlarda ışık katmanları oluşturuyorlardı. O bölgelerden korka korka geçtim çünkü ormanın yeşil tavanında estiğini tahmin ettiğim rüzgârla hareket eden dallardan ve bunların çıkardığı dört yanımı sarıp bana huzursuzluk veren bitmek bilmez korkunç uğultudan dolayı sanki sürekli hayaletlerin saldırısına uğruyormuş gibi hissediyordum. Kimi zaman orman inanılmaz sıklaştığı için geçit vermez hâle geliyor, ben de ilerleyebilmek için çok uzun dolambaçlı yollara girmek zorunda kalıyordum. O kadar farklı türde bitkinin bir arada bulunabileceğini hiç düşünmezdim. Artık kâşifler gibi orman yürüyüşleri yapmanın romantikliğini geçmiş, bir an önce oradan çıkmak istiyordum. Üstüne üstlük, her zamanki gibi çok gürültü yaptığımdan eğer takip ediliyorsam yerimi bulmalarının çok kolay olacağı düşüncesiyle içim sıkılarak yürüyordum.

Geceleyin dört bir yanı bitmek bilmez bir gürültü sarıyordu ama tek bir ses değildi bu gürültünün kaynağı; böcek vızıltılarını, ağaç tepelerindeki garip kuşların şakımalarını ve maymunların ya da onlara benzer bir şeylerin çıkardığını farz ettiğim çığlıkları duyuyordum. En azından o huzursuz edici kükremeler duyulmuyordu, muhtemelen gece ortaya çıkan bir avcı hayvan çıkarmıştı onları ya da en azından ben öyle düşünmek istiyordum. Aslında çok hayvan görmesem de hepsini hissedebiliyordum.

Kolumdaki saate baktım. Saat sabahın onuydu. Bir saattir yürüyordum ve daha fazla yürüyecek takatim kalmamıştı. Zaten dizim de uyarı sinyalleri vermeye başlamıştı, şöyle bir baktığımda hafi şişmiş olduğunu fark ettim. Çoğu zaman dizimdeki lifler yerlerinden oynamış, benim de hafif ama kararlı bir şekilde ovalayarak onları yerlerine oturtmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Biraz dinlenmek için yere oturup normalden uzun bir ağacın gövdesine yaslanarak dizimi ovdum. Sıcak hava dizime biraz iyi geliyordu. Bayağı açık bir alandaydım. Bir ağacın dalında papağana benzer bir kuş gördüğümde bir süredir orada oturuyordum. Mat mavimsi tüyleri vardı ve renk bütünlüğünü bir tek kırmızı kuyruğu, gözlerinin etrafındaki beyaz halkalar ve âdeta bir insandan çıkıyormuşçasına çığlıklar atan siyah gagası bozuyordu7. Vücudunu oynatmadan kafasını neredeyse tüm yönlere çeviriyordu, bu da bana Şeytan filmindeki kızı hatırlattı. Süzülerek bir ağacın meyvesine doğru uçtu ve meyveyi gagalamaya başladı. Meyve kızılımsı turuncu renkte, bir yumruk büyüklüğünde ve balkabağı şeklindeydi.

Yer yön tayin etme kabiliyetimi düşünerek “Tabi canım, nerde olduğunu biliyorsun" dedim kendi kendime, "bilmez olur musun hiç!"

Yarım saat kadar dinlenip tekrar yürümeye koyuldum. Ne zaman bir açıklığın kenarından dolanıp güya doğru yöne tekrar yönelsem belki de yıllar boyu farkında bile olmadan aynı yerde daireler çizebileceğimden biraz daha emin oluyordum. Her şey gözüme aynı görünüyordu ve güneş de artık işe yaramıyordu. Güneşin gökteki konumunu kontrol edip saatime bakarak doğruluğunu teyit ettim ve ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim olmadığı sonucuna vardım. Tüm sabah bir saat yürüyüp bir süre mola vererek aynı hızda ilerledim. Mola verdiğimde belki olur ya biriyle karşılaşırsam iletişim kurmama yardımı dokunur ümidiyle kafamı meşgul etmek adına Svahilice konuşma kılavuzunu ya da seyahat rehberini okuyordum. Her molada yerimden kalkıp ilerlemek biraz daha zorlaşıyordu, dizim yüzünden topallıyordum ve saat öğlen iki civarında bitkin düştüm.

Her şeyin sorumlusu bendim, arkadaşlarımı bu cehenneme sürüklemenin suçu da bendeydi ölmelerinin suçu da. Onların sözünü dinleseydim şimdi elimizde bir sürü Venedik fotoğrafı ve birkaç Toskana kart postalıyla İtalya’dan dönüyor olurduk. Hata bendeydi, her şeyin suçlusu bendim.

Susamıştım, karnım da gurul guruldu. İkileme düşmüştüm: Gücümü toplamak için güzelce yemeli mi yoksa kısıtlı yiyeceğimin olduğunu hesaba katarak sonraya saklayıp sağlığımı riske mi atmalı? Ormanda yiyecek ve su bulmanın kolay olacağını umuyordum, en azından o zaman öyle düşünmüştüm ve karnım çok açtı. Dolayısıyla meşrubatlardan birini içmeye ve üzerindeki karıncaları üfleyerek zaten ısırılmış olan kurabiyelerle sandviçi yemeye karar verdim. Bu bitmek bilmez iştahımı biraz dindirdi. Bir süre daha çürümeden dayanır düşüncesiyle ayvayı sonraya sakladım. Sonra hem bitkinlikten hem de bir önceki gece uyuyamadığımdan oracıkta uyuyakaldım.

Uyandığımda yakınlarda bir yerde bir tıslama sesi duydum. Etrafta bir yılan olsa gerekti. Sesin nereden geldiğini kestirebilmek adına dikkatle kulak kabartmak için çıtımı çıkarmadım. Korkudan karnıma ağrı saplandı, nefes almakta zorlanmaya başladım. Bir keresinde bir belgesel izlemiştim, adı “İki Adımlık Yılanlar”dı çünkü sizi ısırdıklarında düşüp ölmeden önce ancak iki adım yürüyebiliyordunuz. İçinde bulunduğum durum düşünülürse hiç de kötü bir fikir gibi gelmemişti ama ya delilik nöbetleri geçirmeden önce azar azar kontrolümü kaybedip saatlerce acılar içinde kıvranmama sebep olacak bir tanesi tarafından ısırılırsam diye düşündüm. Istırap çekmekten çok korkuyordum ve acının düşüncesi bile paniklememe yetiyordu. Sonunda kesin öleceksem çabucak olsun bitsin istiyordum. İçinde bulunduğum durumdan kurtulmak için neredeyse ölümü diler vaziyetteydim. Ben ölmeyi hak ediyordum zaten. Tıslamanın her geçen saniye yaklaştığını hissediyor, sesi çıkaran şeyin ağırlığı altında yaprakların çıtırdadığını duyabiliyordum; bana doğru geldiğinden emindim. Neredeyse üzerimde usulca gezinip bacağımdan boynuma doğru kaydığını hissedebiliyordum, hedefe varmak üzereydi, beni ısıracaktı. Gözlerimi kapatıp kendimi yatıştırmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Sonra gözlerimi açıp yerimden santim kıpırdamadan gözlerimle dört bir yanı tarayıp nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Sonunda gördüm onu. Sağ tarafta üç metre ötede, yerden iki üç metre yüksekteki bir dalda kıvrılmış hareketsiz duruyordu. Sanki bir şeyi izler gibi sadece kafasını sağa sola hareket ettiriyordu. Gövdesi hafif mavimsi yeşil renkte yan tarafları sarımtıraktı, kuyruğu uzun, boyu da bir metre kadardı, vücudu sanki yanlardan bastırılmışçasına inceydi ve yaprakların arasında neredeyse görünmez oluyordu8. Dalda süründüğünde karnının beyazımsı renkte olduğunu görebildim.

Duyduğum şeyin bu yılan olduğuna ve gerisini benim kafamda kurduğuma ikna olana kadar hareket etmeden, sadece etrafı dinleyerek aynı yerde biraz daha bekledim. Yavaşça doğrulup başka bir yılan var mıdır diye zemini dikkatle inceledim ama o gördüğümden başka yılan yoktu ortalıkta. En azından benim görebildiğim tek oydu. Önce kenardan dolaşıp yılandan uzaklaşmayı düşündüm ama sonra insanların hep yılan etinin tadının tavuğa benzediğini ve çok lezzetli olduğunu söylediklerini hatırladım. Yani en azından dedelerimizle ninelerimiz İspanyol İç Savaşı’ndan ve çektikleri açlıktan bahsederken şakayla öyle söylerdi. Yiyecek bulmak için iyi bir fırsat gibi görünüyordu ve tadı da iyi çıkarsa daha ne olsun diye düşündüm. Yılanın kafasını tutmak için ucu V şeklinde olan uzun bir sopa aradım. Cebimden de bıçağımı çıkarıp açtım ve hazır hâlde şortumun belinden içeri soktum. Uygun bir sopa bulup yılandan da gözümü hiç ayırmadan bir ucunu keserek istediğim V şeklini verdim. Çok güç isteyen bir iş olmamasına rağmen hazırlık süreci hiç bitmeyecek gibi geldi ve beni bayağı bir yordu.

Hazır olduğumda yılana doğru usul usul yürüdüm. Artık varlığımı mı sezmemişti yoksa beni görmezden mi geliyordu bilinmez, benimle hiç ilgilenmedi. Aramızda yarım metre kadar kalınca sopayı kaldırıp tüm gücümle kafasına vurdum. İlk darbeden sonra hâlâ dala yarı asılı kaldığından yere düşünceye kadar iki darbe daha indirdim. Sonra kafasını sopanın ucuyla kıstırıp sertçe yere bastırdım. Yılan kıvrım kıvrım kıvranıyor tıslamayı da kesmiyordu, bense dehşete kapılmıştım. Sopayla uzaktan vurmak için elimi biraz gevşetsem bana saldırabilirdi, diğer bir seçenekse biraz daha yaklaşıp bıçağı saplamaktı. Cesaretimi toplayıp yaklaştım ve yılanı sabit tutmak için kuyruğuna sertçe basarak yere mıhladım. Yere çökerek bıçağımı sürüngenin sopayla yere yapıştırdığım kafasının tam altından sapladım. O hâlde bile kıvranmayı kesmediğinden bıçağı çekip aldım ve kafasını doğrayıp gövdesinden ayırdım. Cehaletimden dolayı, hâlâ bana saldırabilir korkusuyla bir adım geri çekildim. Kuyruğu hareket etmeyi sürdürerek kafasını kestiğim yerden kanlar fışkırttı. Sopayla birkaç kere vurduysam da bir faydası olmadı, ben de bir süre kendi hâline bırakmaya karar verdim. Saniyeler içinde gittikçe hareketsizleşerek en sonunda tamamen hareketsiz kaldı. Sopayla birkaç kere dokundum ama hareket etmedi. Kesin ölmüştü. Artık ben de sakin bir nefes alabilirdim.

Ormanda ilk zaferim! İnsan, hayvanı yenmişti. Bir anlığına sevinçten coşmuştum, tüm sorunlarım sıcak süte atılan şeker gibi eriyip gitmişti. Artık hayatta kalıp oradan çıkabileceğimi biliyordum. Hakiki bir macera insanıydım, nasıl hayatta kalacağımı doğuştan biliyordum. Artık bu yeşil labirentin çıkışını bulup evime, yuvama dönmeme hiçbir şey engel olamazdı. Doğa ana beni sınamış, ben de değerimi, uyum sağlama ve hayatta kalma becerilerimi göstermiştim. Artık hem kendime hem de düşman unsurlara karşı bu adaletsiz savaşın kazananı olduğumu biliyordum.

Yılanı alıp bıçakla ortadan ikiye ayırarak, tabi bu sırada bayağı tiksinmeden de edemeyerek, iç organlarını temizleyebildiğim kadar temizledim. Bunu yapabilmek için de yılanı bir ucundan tutup tam hız daireler çizerek çevirdim ve iç organları etrafa saçtım. Sonra bunun gizlilik ve dikkat çekmeme planlarıma aykırı olduğunu düşünsem de yılandan artakalanlar artık çoktan etrafa saçılmış vaziyetteydi ve canım hiç onları toplamak istememişti. Elimde kalan parçaları bıçakla temizlemeyi bitirince kusmak istedim çünkü cidden mide bulandırıcıydı. Fakat sonra devam edip derisini yüzdüm. Her şey hazır olduğunda aklıma aniden bir sorun geldi. Eti pişirmek için ateş yakamazdım çünkü hayatta olduğumu ve yerimi keşfederlerdi, dolayısıyla çiğ yemek zorundaydım. Hiç içimden gelmeyerek yılanın kanlı etine baktım. Büyük bir parça kesip ağzıma attım. Hayvanlar çiğ et yiyorsa benim de yiyebilmem lazımdı. Bir iki sefer çiğneyip hepsini geri tükürdüm. Resmen tiksinçti! Eti plastik gibiydi, sanki kız kardeşimin oyuncak bebeklerinden birini ya da yarı aşınmış bir kıkırdağı yemeye çalışıyordum. Eti hep çok pişmiş severdim, az pişmişse bile yiyemezdim. Şimdi de kalkıp çiğ yiyecektim öyle mi? Midemi en çok bulandıran şeyler hep aynı bu et kıvamındaki şeyler olmuştu: neredeyse çiğ tavuk derisi, domuz pastırması, işkembe vs.

Tam bir hayal kırıklığı içerisinde, yılan ve yiyeceğimden arta kalanları alıp toprağa gömdüm. Kazdığım çukuru daha iyi gizlemek için de üzerini yaprakla kapattım. Yiyemeyeceğim yemeği bulmanın ne faydası vardı ki? Sen git yılan ısırığından ölmeyi göze al ama eline ne geçsin! Tabi su sıkıntısı da cabasıydı. Artık bir şey bulmak zorundaydım çünkü müthiş susuzluğum dinmiyordu ve sadece iki gazozum kalmıştı. Yılanı yakalayayım derken sarf ettiğim çabadan üzerimden terler boşanarak kendimi yere attım. O bezginlikle gazozlardan birini içip kutusunu da fırlatıp attım. Bulacaklarsa da bulsunlar beni, kurşunla delik deşik olup ölmek açlıktan ölmekten iyidir, en azından daha hızlı olduğu kesin. Zaten yılanın iç organlarını etrafımda daireler çizerek her yönde iki metrelik bir alana saçmıştım. Elveda kazanan adam, elveda nasıl hayatta kalacağını doğuştan bilen adam; selam sana yabani bir bahçede ölecek olan başarısızlık abidesi! Bunu hak etmiş olduğum için, şikâyet de etmiyordum. En yakın iki arkadaşımı öldürmüştüm. Öbür yandan, televizyonda ormanda su bulmayla ilgili bir şeyler izlediğimi biliyordum, bir yerde özel bir yöntemle su bulmanın kolay olduğunu söylediklerini hatırlıyordum ama o yerin neresi olduğunu hatırlayamıyordum.

Orada öylece yere oturmuş, kollarımı dizlerime dolamış, kafam öne eğik, aklım tamamen boş, kendimi koyvermiş hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum. Kaderine boyun eğmişlik, itaatkârlık, terk ediliş, hayattan vazgeçiş. Uçak kazasıyla Alex’in ölüşü, Juan’ı kurşuna dizmelerini görmek, yılan olayıyla sevinçten coşma ve ardından gelen aldanmışlık, bitkinlik, uyku… Neredeyse yirmi dört saat içerisinde yaşanan haddinden fazla şey, çok fazla yoğun duygu. Juan neden öyle aptallık edip o tarafa koşmak zorundaydı ki? Neden beni yalnız bırakmıştı? En azından şimdi burada ikimiz beraber olur her şey de farklı olurdu ama hayır, o tarafa kaçmayı denemek zorundaydı tabi! Şimdi… Şimdiyse eve dönüp gözlerimi kapatmak ve açtığımda da yatağımda uyanıp tüm bunların normalden daha gerçekçi koca bir kâbus, her zamanki gibi kötü bir rüya, akşam nişanlım ve arkadaşlarımla buluştuğumda anlatacak bir anı olmasını istiyordum. Ağlamaya başladım ama gözlerimden neredeyse hiç yaş akmıyordu.

Kaybolmuş, cesaretini yitirmiş, hayal kırıklığına uğramış, dermanı kalmamış, bitkin bir hâldeydim ve uykum vardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonunda, tamamen otomatiğe bağlamış bir şekilde, fırlatıp attığım gazoz kutusunu gömdüm ve kalkıp tekrar yürümeye koyuldum ama bu kez çok daha yavaş ilerliyor, kendimi salmış bir hâlde, neredeyse ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Akşam sekize kadar molalar vererek yürüdüm. Molalarım gittikçe uzadığından yürüdüğüm mesafeler de kısalmıştı. Yılanı avlarken kullandığım sopadan destek alarak yürüyüp sakat dizime çok yüklenmemiş oluyordum ama zaten artık bacaklarımı hissedemiyordum. Belli bir rota bile çizmeden, yürümüş olmak için yürüyordum ki zaten nasıl kesin bir rota çizeceğimi de bilmiyor, açıkçası pek de umursamıyordum. Niye onları buraya gelmeye ikna etmek zorundaydım ki sanki? Ben kimseyi dinlemez, her şey benim dediğim gibi olsun isterdim. Her şeyi kontrol etme, yönetme isteğim bak şimdi beni nereye getirmişti. Juan, aptalsın sen. Niye o tarafa koşup intihar ettin ki? Bu tamamen senin hatandı, benle hiçbir ilgisi yok. Senin hatan. Sadece senin.

Artık daha fazla dayanacak hâlim kalmayınca bir kutu ayvanın hepsini yiyip son gazozu da içtim ve geri kalan her şeyi bir yere gizleyip battaniyelerden bir tanesini de orada bıraktım. İki battaniyeyle ne yapacaktım ki? Yükümü ne kadar hafifletsem o kadar iyiydi. Üstelik çok fazla ısı yayıyorlardı ve çantayı taşırken sırtımın kavrulduğunu hissediyordum çünkü tişörtüm terden sürekli vücuduma yapışmış vaziyetteydi ve bu da çok rahatsız edici bir histi. Ayrıca, muhtemelen susuzluktan, hiç geçmeyen bir baş dönmesi de başlamıştı. Buna hiç şaşırmamıştım çünkü kutu içeceklerin içtiğiniz anda susuzluğunuzu giderir gibi olduğunu ama aslında su ihtiyacınızı çok karşılamadığını biliyordum. Okuldan bir arkadaşım buna, içerdiği şeker yüzünden yoyo etkisi derdi.

Karanlık çökmeye başladığından ve bir daha ağaç tepesinde öyle rahatsız uyumak istemediğimden korunaklı bir yer arayıp toprağın kuru olduğu bir yerde yaprak ve yeşil dallardan incecik bir şilte yaptım, küçük battaniyeyi üzerime örtüp sırt çantasını da yastık yaparak kıvrılıp yattım ve uykuya daldım. Ormanda ilk tam günümü geçirmiştim ve çoktan bıkkınlığın da ötesine geçmiştim. Çok yorgundum ve bunun ne şekilde olursa olsun bir son bulmasını umuyordum.

Ndura. Ormanın Oğlu

Подняться наверх