Читать книгу Mutfak Çıkmazı - - Страница 5
ОглавлениеSunuş yerine
Bir zamanlar coşkuyla yazdığınız, son noktasını koyarken de tam tasarladığınız gibi olduğundan kuşku duymadığınız bir kitabı, diyelim ki bir romanı, uzun yıllardan sonra yeniden açıp da kendinize uzak, hatta nerdeyse yabancı bulursanız, bu izlenimi neyle açıklarsınız? O sırada içinde bulunduğunuz tinsel durumla mı? Geçen zaman içinde kendinizi sürekli geliştirerek daha usta, daha başarılı bir yazar konumuna ulaşmış olmanızla mı? Yazın ve gerçeklik anlayışınızda kökten bir değişmeyle mi? Geçen zaman içinde dünyada ve ülkenizde yazın anlayışının geçirdiği evrimle mi?
Bana kalırsa, tüm bunların belli bir payı olabilir sözünü ettiğimiz izlenimde. Ama hepsi de görel kalmaya yargılıdır, bir başka deyişle, hiçbiri tüm durumlar için ve yüzde yüz oranında geçerli olacak ölçüde genel değildir. Örneğin zaman içinde birçok yazar şu ya da bu biçimde ilerler, kimilerinin çıraklık ve ustalık dönemlerinden bile söz edilebilir. İnsancıklar, 1846’da yayınlanınca, Dostoyevski’yi Rusya’nın en ünlü ve en değerli yazarlarından biri durumuna getirir. İster bir ilk roman olarak değerlendirilsin, ister salt roman olarak, başarılı bir yapıt olduğu da kuşku götürmez. Gene de 1846’nın İnsancıklar’ını 1868’in Budala’sı ya da 1880’in Karamazov Kardeşler’iyle aynı kefeye koymak hiç kimsenin usundan geçmez. Şu var ki Rimbaud o benzersiz başyapıtlarını on altısıyla yirmisi arasında yaratır, sonra da bir daha eline almamak üzere bırakır kalemini. Onun kuraldışı bir yaratıcı, evrende bir benzeri daha görülmemiş bir kuyrukluyıldız olduğunu düşünsek bile, her yazar için ilk yapıtların en cılız, son yapıtların en olgun yapıtlar olduğunu kim ileri sürebilir? Hiç kimse. Üstelik, bunun tam tersini doğrulayacak örneklerden de söz edilebilir: bakarsınız, bir genç yazar kusursuz bir yapıtla başlar, yaşlandıkça birbirinden kötü yapıtlar verir. Kimi yazarlarda sürekli gelişme ya da gerilemeden çok, iniş-çıkışlar görülür. Kimi yazarlarsa, ilk çıkışlarındaki düzeylerini hep korurlar: Orhan Kemal yayınlanan ilk öyküleriyle usta bir yazar olarak çıkar karşımıza, yazarlık yaşamı boyunca da düzeyini korur.
Ne olursa olsun, ilk benimsediğimiz yaklaşımın en doğru yaklaşım olduğuna inanmamışsak, belirli bir öğretiye bağnazca bağlanmamışsak, yalnızca bilmek için bile olsa, başka yapıtlara, başka anlayışlara kapımızı sımsıkı kapatmamışsak, her alanda olduğu gibi yazın alanında da geliştiririz kendimizi. Yaklaşımını benimseyelim benimsemeyelim, yapıtını beğenelim beğenmeyelim, Balzac’ı okumadan önceki romancı kişiliğimizle Balzac’ı okuduktan sonraki romancı kişiliğimiz arasında küçük de olsa bir ayrım vardır ister istemez. Kısacası, okuduklarımız sürekli bir şeyler kazandırır bize. Ama yazdıklarımız da öyle. Cinler’in İnsancıklar’dan çok daha zengin, çok daha derin olduğu tartışma götürmez, ama Dostoyevski’nin yazarlık deneyiminin başlangıç noktasında yer alan İnsancıklar’a bir şeyler borçlu olduğu da tartışma götürmez.
Böyle bir borcun varlığını kesinlemekse, bir yazarın değişik yapıtları arasında belirli bir bağıntının varlığını kesinlemek anlamına gelir. Bu bağıntı tek yönlü bir bağıntı da değildir. Yazar, her yeni yapıtında, dilden, anlatımdan, kurgudan izleksel ve düşünsel dağarcığa varıncaya kadar her şeyini yenileyebilir; bir başka deyişle, her yeni yapıtını önceki yapıtlarının yadsınması biçiminde sunabilir. Gene de, yazarın karşıtlaştırma istemi ve yapıtların karşıtlaşma biçimleri bile bir yakınlık, daha da iyisi, bir kardeşlik yaratacaktır aralarında. Ne de olsa aynı beynin, aynı yüreğin ürünleri söz konusudur. Bu nedenle, yazın tarihçileri bir yazarı gereğince tanımanın yolunun, yayınlanmamış, hatta bitirilmemiş olanları da içinde olmak üzere, onun tüm yapıtlarını tanımaktan geçtiğini düşünürler.
Paul Valéry, Eupalinos’unda, artık dünyamızdan göçüp tinler evrenine gelmiş Sokrates’e, “Dünyaya gelen çocuk sayılmaz bir kalabalıktır, yaşam erkenden tek bir bireye, ortaya çıkan ve ölen kişiye indirger onu. Benimle bir sürü Sokrates doğdu, sonra, yavaş yavaş, yargıçlara ve baldıran zehrine borçlu olduğumuz Sokrates bunlardan ayrıldı,” dedirtir; “Peki, tüm ötekiler ne oldu?” sorusuna da “Birer düşün olarak kaldılar. Var olmak istediler, ama geri çevrildiler. İçimde saklıyordum onları, kuşkularım ve çelişkilerim olarak!” yanıtını verdirtir. Bu gözlem doğru bir gözlemse, birer “düşün”, birer “filiz” olarak içimizde kalan gücül kişiliklerin, aynı benlikte yer aldıklarına göre, ister istemez bir ortak yanları bulunması gerektiğini, bunun sonucu olarak da gerçekleşme olanağını bulamamış olan mimar, ozan, yargıç ya da terzi Sokrates’in filozof Sokrates’ten çok da uzak olmaması, onunla yüzde yüz karşıtlaşmaması, tam tersine, aynı kişiliğin değişik yönleri ya da yüzleri olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Yapıtlarımız da bizim değişik yönlerimiz, değişik yüzlerimiz değil midir?
T.Y.