Читать книгу Akile Hanım Sokağı - - Страница 13
Оглавление6
AHBAPLIK BAŞLIYOR
Sokağı geçerken Gülbeyaz, Âkile Hanım kadar merak ettiğim bir insan oluvermişti. Bahçeye girer girmez, Jülyet’in kameriyesi diye düşündüğüm sahanlıkta bir güzel kızın, bizim eve baktığını, şimdilik bir ihtiyar Romeo mevkiindeki eniştemi gözleriyle aradığını göreceğim sandım. Mamafih, Âkile Hanım denilen sual işareti, hiç olmazsa orada geçirdiğim saatte Gülbeyaz muammasını bana unutturdu.
Kapıyı Âkile Hanım açtı. Bir elinde ucu karşıki duvardaki bir musluğa geçirilmiş lâstik, ağzında sigarası, bahçede âdeta morfin alan bir insanın her şeyi unutan şevkiyle çalışıyordu.
– Safa geldiniz. Bizim bahçenin en güzel vakti.
İçerden bana uzun bir bahçe sandalyesi getirdi. Beni nar ağacının altına oturttu.
Kendisi lâstiği tekrar eline aldı, bir taraftan bahçenin duvarlarına, ortasındaki bir çiçek sergisi gibi duran çiçeklerle dolu kümbete, hatta bazan havaya bile su sıkıyordu. O kadar sakin, fakat renkli ve güzellik modeli bir köşe ki…
– Hava sıcak bugün… Paltonuzu çıkarmaz mısınız?
Şimdi kendisi de yanıma bir iskemle getirmiş, ağzında sigarası, kırk senelik ahbapmış gibi bir alışkanlıkla konuşuyor. Lâkırdı icadına uğraşmıyor. Bazan susuyor, gözleri sevgili bir simayı seyreder gibi ortadaki çiçeklere tebessüm ediyor, bana isimlerini söylüyordu. Bu, benim için bir botanik dersi gibi… O kadar az çiçek adı bilirim ki…
Âkile Hanım’ın ne uzun, ne kadına, ne de erkeğe benzeyen bir vücudu vardı. Fakat en fazla dikkati çeken yüzü idi. Gözlerim takıldı kaldı. Yüzü de uzun, ipince, şakakları basık fakat sadece kemik ve deriden olan bu baş size zayıf tesiri yapmıyordu. Ağzı ufacık, kendisine mahsus bir tebessümü daima muhafaza ediyor. İnce dudaklarının etrafındaki ve küçük gözlerinin uçlarındaki buruşukların ihtiyarlıkla münasebeti olamayan bir ifadesi vardı. Adeta hayata hem gülerek, hem de biraz şaşarak bakan, bu hayat sahnelerini bir beyaz perde üstünde uçuşan hayaller gibi seyreden bir hali vardı.
Benim onda en çok hoşuma giden şey tabiî bir şekilde susabilen tarafı idi. Siz bir şey sormazsanız, onun da söyleyecek bir şeyi yoksa susmasını bilen nadir bir insandı. Onda beni şaşırtan şey de ilk defa görmüş olduğu halde, tecessüse benzer bir his göstermemesi idi. Lâf benim suallerimle açıldı, uzun uzun konuştu. Hayatının bir safhasını açarken karakterinin de bir tarafının perdesini tutup kaldırıyordu. Fakat bir ucunu görebildiğiniz bu hayat sahnesinin hem geniş, hem de bütün perde kalksa dahi fark edemeyeceğiniz iç tarafları olduğunu seziyordunuz.
– Kimbilir, kaç yıldan beri bu konaktasınız?
Gözleri parladı. Önüne seriliveren bir ziyafet sofrası karşısında, masaya serilmiş olan nefis yemeklerin hangisini seçebileceğini düşünen, âdeta içten içe ağzını şapırdatan bir mâna yüzünü sardı. Biraz düşündükten sonra, galiba en göze çarpanını seçti ve söze başladı:
– Sayısını unutacak kadar uzun yıllar… Rahmetli Beyefendi, Hanım’ı kaybettikten sonra beni hiç bırakmadı.
Eliyle ikinci katta, salon olması lâzım gelen bir odayı işaret etti:
– Zamanın başta gelen ekâbiri sık sık, akşamları burada toplanırlardı. Ben de onlar dağılıncaya kadar, işte şuradaki taş sofada oturur beklerdim. Kahve, çay, limonata sık sık hazırlanır, gider, Cafer Ağa, arkasında bir efendi kostümü ile mütemadiyen merdivenlerden iner çıkardı. Bazan nısfılleylden25 üç saat sonraya kadar o kibar sohbetleri devam ederdi. Onlar gittikten sonra, Beyefendi yatıncaya kadar ben hizmetine bakar, sonra aşağı inerdim. Fakat Beyefendi kaçta yatarsa yatsın saat sekizde ayakta idi. Bazan bu gecelerde bütün mahalleye akseden saz ve şarkı sesleri de duyulurdu. Nurda yatsın! Hey gidi günler hey…
– Kimbilir kimler gelirdi?
Abdülhamid devrinin, benim adını bile işitmediğim bazı eski sadrazamlarını, İttihat ve Terakki’nin tarihe geçmiş birkaç simasını saydıktan sonra, bütün zaman için tarihimizde yaşayacak büyük şair ve muharrirlerden de birkaç isim zikretti.26 Gözleri tamamen maziye çevrilmişti. İşin garip tarafı, tıpkı o rahmetliler gibi en temiz bir Tanzimat Türkçesi konuşuyordu. Okumak, yazmak bilmediği söylenen bu kadının, bu üslûbu bu kadar benimsemiş olması mucize gibi bir şeydi.
– Sizin Rumelili olduğunuzu söylemişlerdi. Şivenizden hiç hissedilmiyor…
– Evet, Varnalıyım, fakat çocukken İstanbul’a geldik. Babam burada memurdu, bütün ömrüm burada geçti.
– Hiç gitmediniz mi bir daha?
Birdenbire, Âkile Hanım’ın hayat sahnesinin perdesinin başka bir ucu kalktı. Bu defa, mazisinin en yüksek sosyetesinin nâzımı ile değil, dairelerde, en karışık işleri gören bambaşka bir karakterle karşı karşıya idiniz.
– Bir defa gittim. Bir arazi meselesi vardı. Babamla amcam arasında yıllarca süren ve babamın hakkını yiyen bir mesele. İşte onu halletmek için gittim. Babam Bulgaristan’da geniş araziye sahipti. Amcam ile damadı tapuları kendi üzerlerine çevirmişler, üstüne oturmuşlardı.
– Bu işi nasıl hallettiniz?
Bu defa sarih bir zafer tebessümü ile yüzüme baktı. Bu karışık arazi meselelerini değme maliye memurunun kavrayamayacağı bir vuzuhla anlattı. Sonra, sadece ailesi arasında değil, Bulgar hükümeti memurları ve dairelerini de ezberden bilen bir hali vardı. Bütün teferruatıyla bir sürü karışık davayı apaçık izah ederken bütün resmî tabirleri kolaylıkla kullanıp duruyordu.
– Siz Bulgarca da biliyorsunuz demek?
– O zaman bilmek lâzım değildi. İmparatorluğumuzun asırlar boyunca bir parçası olan Bulgaristan’ın o zamanki memurları hâlâ birer Türk gibi dilimizi konuşurlardı. (İçini çekti.) Şimdi bizimkiler bile artık zorlukla Türkçe konuşuyor, ikide birde Bulgarca tabirler kullanıyorlar.
– Siz bu davayı hallettikten sonra bari aile arasında münasebet düzeldi mi?
– Ben bu işi hiç münasebeti bozmadan başardım. Ama babam çok üzülmüştü. O aralık amcama yazdığı bir mektuptaki şiiri size okuyayım:
Bundan evvel akrabaydık,
Akrep olduk biz bize.
Ayıbımız meydana çıktı,
Bakmaz olduk yüz yüze.
Hiç kimseden görmedim ben,
Akrabadan gördüğüm,
Akrep etmez akrabaya
Akrabanın ettiğin…
Her halde Âkile Hanım’ın babası da hayatı bir şaka gibi alan müstesna ruhlu bir insan olacaktı. Kızı Âkile Hanım’ın onu da geçtiğine şüphe yok. Âkile Hanım’a ne kadın, ne de erkek demek mümkündü. Erkeklerin halledemeyeceği en dolambaçlı işleri su gibi beceren, bir taraftan da kendisinden yardım istendiği zaman hiçbir zahmeti esirgemeyen bir insan… O, insanların akrep taraflarını tabiî buluyor, fakat onları bütün cepheleriyle yani iyi taraflarıyla da görüyordu. Güzide’nin dediği gibi bunları mekteplerde değil, hatta acı tecrübelerden sonra da değil, sırf bin bir taraflı bir kabiliyetle doğmuş olanlar kendi kendilerine öğrenebilirler.
Kapı çalındı. Bakkal çırağı kılıklı bir genç çocukla biraz konuştu. Çocuk ellerini sallayarak telâşlı telâşlı muhtar, ilâm gibi lâflar etti.
– Yarın öğleye kadar işini yaparım. Öğleden sonra uğra… diye savdı.
– Sahiden bu mahallenin muhtarı mısın, Âkile Hanım?
– Ne münasebet! Ama bunlar hep çoluk çocuk. Saçlı sakallılar bile bazan resmî muameleleri kıvıramıyorlar. Ne de olsa komşu… Bu gibi karışık işleri onlar günlerce yapamaz, halbuki muamele bilen, adamına göre konuşan bunları yarım saatte çıkarır. Bilseniz resmî dairelere ne kadar halk zaman verir. Bunu Doktor Bey de anladı da, onun bütün resmî işlerini ben takip ediyorum.
Gene kapı çalındı. Mavi kostümlü, güler yüzlü, temiz pak, oldukça genç bir adam içeriye girdi.
– Oğlum Hüseyin, diye bana takdim etti. İstanbul’da evli olan ve bir dairede çalışan oğlu ile de biraz konuştuk.
Kalktım. Öğle vakti geçiyordu:
– Ben yarın gene geleyim mi?
– Buyurun efendim.
– Vaktinizi almıyor muyum?
– Asla. Ben hem çalışır, hem konuşurum. Gene sulama vakti gelin. Serinlemiş olursunuz.
Yüzüne baktım. Eski günleri ihya etmek27 biraz hoşuna gitmişti galiba. Ancak kapıdan çıkarken Gülbeyaz hakkında malûmat istemeyi unutmuş olduğumun farkına vardım.
Eniştemle teyzem sofraya oturmuşlardı. Teyzem on iki buçukta mutlak öğle yemeği isterdi. Güzide’nin aksiliği pek geçmemişti. Âdeta çemkirir28 gibi konuşuyordu. Fakat teyzemle eniştemin vaziyeti sabahki gerginliğini kaybetmiş gibiydi. Birbirleriyle şaka bile ediyorlardı. O akşam baş başa oturduk, radyo dinledik.
“Yanıyor mu yeşil köşkün lâmbası” diye söylenen bir türkü esnasında teyzem, “‘Yanıyor mu kızıl köşkün lâmbası’ demek vezni bozar mı?” diye eniştemle alay etti.
Eniştem de aynı alaylı sesle, “Bilâkis, daha güzel olur. Işık ve ateş kızıl sahalara yaraşır…” diye güldü.
Ertesi sabah Tarık’tan mektup almayı ümit ediyordum. Alamayınca biraz sinirlenmiştim.
Bilmem eniştem farkına vardı mı nedir, bizi aldı sokağa götürdü. Son yıllarda sokağa çıkmak onun için bir hadise olmuştu, evden ayrılmıyordu. Güzide’ye göre, bu, otomobile alışmış bir adamın yürümekten çekinmesinden ileri geliyordu.
Teyzem de, “Kırmızı konağın gözden ırak olduğuna tahammülü yok,” diye alay etmişti.
Her halde, ben çok memnun oldum. Bir elinde baston, bir tarafında teyzem, bir tarafında ben, Atatürk Bulvarı’nı ağır ezgi, fıstıkî makam yürüyerek çıktık. Tam bulvarın orta yerinde, karşımızda bir genç kız belirdi. Acele acele yokuşu iniyordu. Eniştem şapkasını çıkardı, selâmladı. Teyzem bana bir şeyler anlattığı için onu görmedi galiba. Âdeta rüzgâr gibi geldi, geçti. Ben de kim olduğunu sormadım.
Öğle yemeğini o gün Şark Kahvesi’nde yedik. Eniştem Saraçhanebaşı’nda bizi bir arabaya koydu, götürdü. Çok keyifli görünüyordu. Tabiî o gün Âkile Hanım’a gidemedim. Fakat Şark Kahvesi’nin sol tarafında, o rahat sedirlerden Adalar’ı seyrederken zihnim hep onunla meşguldü. Masmavi bir gök, sükûn ve saadet içinde bir dünya! Her köşede, yuva yapmaya hazırlanan çift kuşlar gibi, yan yana, omuz omuza, oturan gençler… Burası bir aşk ve yuva kurumu proloğu…29 Radyodan veya plâklardan çalınan caz havaları ortalığı biraz bozuyor. Eniştem garsonun eline bahşiş sıkıştırarak bu kulağı tırmalayan sesleri susturmak istedi. Meğer bu sakin, bu Şark’ın hakikî yavruları olan çiftler bunu isterlermiş. Çok geçmeden, başka bir garson, bu hava ve sükûn içinde falso yapan gümbürtüyü tekrar dile getirdi. Eniştem omuzlarını silkti, bana baktı, teyzem, “O, Ankara’dan geliyor, hem de eski Washington günlerini unutmamıştır, onu sıkmaz,” diye güldü
O akşam Tarık’tan kısacık bir mektup aldım. Olanca kuvvetiyle ertesi gün açılacak kongre hazırlığı ile meşgul olduğunu, işleri yoluna koyunca daha uzun yazacağını bildiriyordu.
25
Gece yarısından.
26
Saydı.
27
Canlandırmak.
28
Karşı gelir, sert cevap verir.
29
Başlangıcı.