Читать книгу Arena Bir - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 6

BÖLÜM 1
Ü Ç

Оглавление

Sabah saatlerinin parlak ışıkları altında dağa tırmanıyorum. Güçlü bir ışık kardan yansıyor. Bembeyaz bir evrenin içinde gibiyim. Güneş o kadar kuvvetli ışıldıyor ki etrafımdaki parıltı görüşümü engelliyor. Bir şapka veya güneş gözlüğüne sahip olmak için her şeyi yapardım.

Çok şükür ki bugün hava rüzgarsız ve düne göre daha sıcak. Tırmandıkça, çevremde eriyen buzların tepeden aşağı doğru minik ırmaklar halinde akışını ve çam ağaçlarının yapraklarından düşen büyük kar yığınlarının gümbürtüsünü işitiyorum. Kar yumuşamış olduğu için, yürümek de kolay bir hale gelmiş.

Omuzumdan geriye bakıp, aşağımda uzanan vadiyi gözden geçiriyorum. Yollar, sabah güneşinin altında kısmen de olsa

tekrar görünebilir bir hale gelmişler. Bu durum beni endişelendirse bile böyle işaretleri ciddiye aldığım için kendimi azarlıyorum. Daha güçlü olmalıyım. Daha aklı başında olmalıyım, tıpkı babam gibi.

Yükseklere çıktıkça güçlenen rüzgara karşı kapüşonumu kafama geçiriyorum ama keşke yeni atkımı da taksaymışım. Ellerimi birbirine kenetlemiş ovuştururken, keşke eldivenlerim de olsa, diyorum ve hızımı arttırıyorum. Oraya çabucak ulaşmaya niyetliyim. Kulübenin etrafını kolaçan edip, geyiği araştırdıktan sonra bir an önce Bree'ye döneceğim. Belki birkaç kavanoz reçel de alırım; böylece Bree'nin neşesi de yerine gelir.

Dünden kalan izlerimi, eriyen karın arasından halen seçebiliyorum. Bu sefer, tırmanış da daha kolay oluyor. En fazla yirmi dakika sonra, dün bulunduğum yüksekteki düzlüğe ulaşıyorum.

Önceki gün olduğum yerde bulunduğuma eminim ama kulübeyi göremiyorum. O kadar iyi saklanmış bir vaziyette ki bakmam gereken yeri bildiğim halde görmek olanaksız. Acaba doğru yerde miyim, diye şüpheleniyorum. Ayak izlerimi takip ederek, dün tamı tamına üzerinde durduğum noktaya varıyorum. Kafamı biraz kaldırdığım zaman, nihayet kulübeyi tespit ediyorum. Kendini bu kadar iyi saklamasına şaşarak, burada yaşama konusunda iyice cesaretleniyorum.

Durup, etrafa kulak kesiliyorum. Akan dere dışında her yer sessizlik içinde. Dünden beri bir gelen olmuş diye, kendiminkiler dışında, içeri veya dışarı doğru çıkan başka ayak izlerinin olup olmadığına bakıyorum. Bir tane bile yok.

Kapının yanına yaklaştığımda, kendi etrafımda 360 derece dönerek, ormanın içini ve ağaçları tarıyorum. Benim ardımdan buraya gelmiş olabilecek birilerine dair izler arıyorum. Bir süre bu şekilde etrafı gözlüyorum. Hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey yok.

Sonunda tatmin oluyorum. Evin gerçekten de sadece bize ait oluşu, beni rahatlattı.

Kardan dolayı sıkışan ağır kapıyı açmamla beraber parlak ışıklar içeriye doluşuyor. Kafamı eğip, içeri girdiğimde, ışıktan dolayı sanki içeriyi ilk defa görüyormuşum gibi hissediyorum. En az hatırladığım kadar sıcak ve konforlu. En az yüz yıllık, kendine özgü geniş ahşap döşemelere sahip olduğunu fark ediyorum. İçerisi epey sessiz. Açık, küçük pencerelerden içeriye giren ışık oldu güçlü.

Odayı bir de bu aydınlığın içinde tarayarak, önceden kaçırmış olabileceğim bir şey var mı diye bakıyorum. Eğilerek gizli kapının kolundan tutuyorum ve hızla açıyorum. Yerden kalkan tozlar, güneş ışığının içinde yüzmeye başlıyorlar.

Merdiveni aşağı indiriyorum. Bu sefer etrafa vuran ışık sayesinde aşağıda nelerin olduğunu daha iyi seçebilirim. Burada yüzlerce kavanoz olmalı. Tespit ettiğim birkaç ahududu reçelinden iki tanesini kapıp, aynı cebe sıkıştırıyorum. Bree buna bayılacak. Sasha da.

Üstünkörü incelediğim diğer kavanozlar arasında neredeyse her çeşit yiyecek var: turşular, domatesler, zeytinler, lahana turşuları. Ayrıca farklı malzemelerden yapılmış reçellerin her birinden, en az bir düzine kavanoz bulunuyor. Arka kısımlarda daha bile fazlası var, ancak bunları incelemek için vaktim yok. Bree ile ilgili düşünceler daha ağır basıyor.

Merdiveni yukarı çekip, gizli kapıyı örttükten sonra hızla kulübeden çıkıyorum ve giriş kapısını sıkıca kapıyorum. Tekrar kapının önünde durarak, etrafı gözden geçiriyorum ve birinin izliyor olabileceği ihtimaline kendimi hazırlıyorum. Fakat gene izleyen kimse yok. Belki bu aralar ben fazla gerginimdir.

Yaklaşık yirmi yedi metre ileride bulunan, geyiği ilk gördüğüm noktaya doğru ilerliyorum. Yaklaşmak üzereyken, babamın av bıçağını çekiyor ve yanımda tutuyorum. Geyiği tekrar görebilme ihtimalinin çok düşük olduğunu biliyorum, ancak belki bu hayvanda, tıpkı benim gibi, alışkanlıkları olan bir canlıdır. Ne onu takip edebilecek kadar süratliyim ne de üzerine atılacak kadar hızlıyım. Ayrıca ne tabancam ne de gerçek anlamda ava uygun bir silahım var. Ancak tek bir şansa sahibim, o da bıçağım. Her zaman uzun mesafelerden hedefi tam on ikiden vurabilme yeteneğimle gurur duymuşumdur. Bıçak fırlatmak, babamı etkilemeyi başarabildiğim, en azından beni asla düzeltmeye veya geliştirmeye ihtiyaç duymayacağı kadar sahip olduğum, tek yeteneğimdi. Bunun yerine yeteneğimi ondan aldığımı söyleyerek, durumdan kendine pay çıkarırdı. Fakat gerçek şu ki bu konuda benim yarım kadar bile yetenekli değildi.

Daha önce de durmuş olduğum yerde, ağacın arkasına eğilerek saklanıyorum ve bıçağım elimde, düz araziyi izlemeye başlıyorum. Duyabildiğim tek ses rüzgarın uğultusu.

Eğer geyiği görürsem ne yapacağımı kafamda canlandırıyorum: yavaşça ayağa kalkıp, nişan aldıktan sonra bıçağı fırlatacağım. Önce gözlerine nişan alırım diye düşünüyorum ama ardından boğazında karar kılıyorum: bu sayede birkaç santim ıskalasam bile, bıçağın başka bir yere saplanma şansı olacak. Eğer ellerim çok üşümemişse ve eğer atışım isabetli olursa, işte belki o zaman, küçük bir ihtimal dahi olsa, geyiği yaralayabilirim. Fakat bunların hepsinin ihtimallerden ibaret olduğunun farkındayım.

Dakikalar geçiyor. On, yirmi, otuz....Dinmiş olan rüzgar, fırtına olarak geri dönüyor ve ağaçlardan süpürdüğü kar tanelerini sanki suratıma doğru üflüyor. Zaman ilerledikçe daha da üşüyor ve hissizleşiyorum. Acaba bu kötü bir fikir miydi, diye düşünmeye başlıyorum. Açlıktan karnıma tekrar bir ağrı saplanıyor fakat, her şeye rağmen bunu denemek zorunda olduğumun farkındayım. Taşınma işinin altından kalkabilmek için alabileceğim tüm proteini almalıyım, özellikle de eğer motosikleti tepeden yukarı çıkarmayı düşünüyorsam.

Bir saatlik bekleyişin ardından neredeyse donmak üzereyim. Vazgeçip, dağdan insem mi, diye ciddi şekilde düşünmeye başlıyorum. Belki bunun yerine gidip balık tutmaya çalışmalıyım.

Uzuvlarımda kan dolaşımın sağlamak ve ellerimin çevikliğini kaybetmemesi için kalkıp, etrafta dolaşmaya karar veriyorum. Ellerimi şimdi kullanmaya kalksam, büyük ihtimalle hiçbir işe yaramazlar. Ayaklarımın üzerinde doğrulduğum vakit, sırtımın ve dizlerimin tutulduğunu anlıyorum. Küçük adımlar atarak, karda yürüyorum. Dizlerimi kaldırarak, büküyorum ve sırtımı, sağa ve sola çeviriyorum. Bıçağı kemerime geri taktıktan sonra, ellerimi ovuşturup, üzerlerine defalarca hohlayarak tekrar hissetmelerini sağlıyorum.

Birden olduğum yerde donup kalıyorum. İlerlerde bir dal kırılıyor ve bir hareket sezinliyorum.

Yavaşça dönüyorum. Orada, tepenin üstünde, bir geyik görüş alanıma giriyor. Yavaş, temkinli adımlarla, toynaklarını nazikçe kaldırarak ilerliyor. Kafasını eğerek, bir yaprağı çiğnemeye başlıyor, ardından ise dikkatlice ileri doğru bir adım daha atıyor.

Kalbim heyecandan çarpıyor. Nadiren babam yanımdaymış gibi hissederim ama bugün kesinlikle öyle. Sesi, kafamın içinde yankılanıyor: Kıpırdama. Sessizce nefes al. Burada olduğunu anlamasına izin verme. Odaklan. Eğer bu hayvanı alaşağı edebilirsem, en az bir hafta boyunca ben, Bree ve Sasha'ya yetecek kadar yiyeceğimi olacak. Buna ihtiyacımız var.

Açıklığa doğru birkaç adım attığında, onu daha net görebiliyorum: iri bir geyik, yaklaşık yirmi beş metre uzakta. Beş hatta on metre uzağımda olsaydı kendimi daha rahat hissederdim. Bu mesafeden fırlatabilir miyim bilmiyorum. Belki hava biraz daha sıcak ve geyik de hareket etmiyor olsaydı evet, o zaman fırlatırdım. Fakat geyik hareket halinde, aramızda bir sürü ağaç var ve ellerim de uyuşmuş bir halde. Sahiden de bilmiyorum. Ama eğer kaçırırsam, geyiğin buraya bir daha asla dönmeyeceğini biliyorum.

Onu incelerken, ürkütmekten korkuyorum. Yakınlaşmasını bekliyorum ama buna niyeti yok gibi.

Ne yapacağımı bulmaya çalışıyorum. Hızla koşmaya başlar, elimden geldiğince ona yaklaştıktan sonra bıçağı fırlatabilirim. Ama bu salakça olurdu: bir adım bile atmaya kalksam, yerinden fırladığı gibi kaybolacaktır. Sürünerek yaklaşmayı denesem mi, diye kafamdan geçiriyorum. Fakat bunun da işe yarayacağı şüpheli. Tek bir çıt sesi bile onu kaçırmaya yetecektir.

Seçeneklerimi iyice tartıyorum. İleri doğru küçük bir adım atarak kendimi bıçağı fırlatmaya hazır bir hale getiriyorum. Fakat bu küçük adımın bir hata olduğu anlaşılıyor.

Ayağımın altında kırılan bir dal parçasının çıkardığı ses, geyiğin kafasını hızla doğrultup, bana bakmasına neden oluyor. Gözlerimiz birbirine kilitleniyor. Beni gördüğünü ve kaçmaya hazırlandığını anlayabiliyorum. Bunun tek şansım olduğunu bildiğim için kalbim hızla atıyor. Zihnim, hiçbir şey düşünemez halde.

Hızla hareket etmeye başlıyorum. Bıçağa uzanıp, onu kemerimden çekiyorum ve ileri doğru büyük bir adım atıyorum.

Yeteneğimden sonuna kadar yararlanmaya çalışarak koluma ardıma doğru çekiyor ve bıçağı boğazına doğru fırlatıyorum.

Babamın ağır Deniz Piyadeleri bıçağı havada dönerek ilerlerken, bir ağaca çarpmaması için dua ediyorum. Havada dönüp, üzerinden ışıklar saçan bu şey, bir güzellik abidesi. Tam o anda geyiğin arkasını dönerek, koşmaya başladığını fark ediyorum.

Olan biteni görebilmek için fazla uzaktayım ancak yemin ederim ki daha saniyeler geçmeden hayvanın etine saplanan bıçağın sesini duyabiliyorum. Fakat halen kaçmaya devam eden geyiğin yaralanıp, yaralanmadığını anlayamıyorum.

Bende onun ardından koşmaya başlıyorum. Demin durduğu yere ulaşıyorum ve karın içindeki parlak kırmızı kanı görünce, şaşırıyorum. Kalbim heyecan içinde atarken, cesaretleniyorum.

Kan izlerini takip ederek koşuyorum, kayaların üzerinden atladıktan yaklaşık kırk metre sonra onu buluyorum; karlara saplanan gövdesinden uzanan bacakları, halen titriyordu. Bıçağın boğazına saplanmış olduğunu görüyorum. Tam da nişan aldığım yerden.

Geyik halen yaşıyor ve ben çektiği acıyı nasıl dindirebileceğimi bilmiyorum. Çektiği acıyı görebildiğim için, kendimi çok kötü hissediyorum. Ona hızlı ve acısız bir ölüm yaşatmak istediğim halde, bunu nasıl yapacağıma dair hiçbir fikrim yok.

Eğilip, bıçağı saplandığı yerden çıkarıyorum ve işe yarayacağını umut ederek, süratli bir şekilde boğazını kesiyorum. Birkaç saniye içinde kanı püskürmeye başlıyor ve bir on saniye daha geçmeden, bacakları kıpırdanmayı kesiyor. Gözleri de hareket etmeyi kestiğinde, nihayet öldüğünü anlıyorum.

Elimde bıçağım, ölmüş hayvana bakarken, suçluluk duygusu her yanımı sarıyor. Bu kadar güzel ve savunmasız bir hayvanı öldürdüğüm için kendimi bir barbar gibi hissediyorum. İçinde bulunduğum anda, bu ete ne kadar ihtiyacımızın olduğunu ve onu yakaladığım için ne kadar şanslı olduğumu düşünebilmem olanaksız. Tek düşünebildiğim, birkaç dakika önce bu hayvanın da tıpkı benim gibi hayatta ve nefes alıyor olduğu. Şimdi ise ölü. Kıpırtısız halde karda yatan geyiğe bakarken, kendimden nefret ediyor ve utanıyorum.

Tam o anda kulaklarım bir ses yakalıyor. Önce bunun doğru olamayacağını düşündüğüm için, sesi umursamıyorum. Fakat birkaç saniye sonra yükselen ve yakınlaşan sesin gerçek olduğunu anlıyorum. Sesin ne olduğunu anladığım zaman, kalbim delicesine atmaya başlıyor. Bu bölgede bu sesi daha önce sadece bir kere duymuştum. Bir motordan çıkan haykırışlar bunlar. Araba motorundan.

Şaşkınlık içinde, donup kalıyorum. Motorun gittikçe artan sesi yakınlaşırken, bunun sadece tek bir anlamı olabileceğini biliyorum. Köle avcıları. Kimse bu kadar yükseğe çıkmaya cesaret edemez veya uğraşmaz da.

Geyiği ardımda bırakarak, ormanın içine doğru, kulübeyi geçerek, tepeden aşağı doğru depar atmaya başlıyorum. Motor sesleri kuvvetlendikçe Bree'yi, onun evde tek başına oturuyor oluşunu düşünüyorum. Hızımı arttırmaya çalışarak, karlı bayırdan aşağı sendeleyerek koşuyorum. Kalbim sanki ağzımda atıyor gibi.

O kadar hızlı koşuyorum ki yüz üstü düştüğümde nefesim kesiliyor ve dizlerim ile dirseklerimi çizikler içinde kalıyor. Tekrar doğrulmaya çalışırken vücudumdaki kan lekelerini fark ediyorum ama umurumda bile değiller. Bir süre yavaşça koştuktan sonra tekrar hızlanıyorum.

Düşe kalka da olsa, sonunda düzlüğe varabiliyorum. Bu noktadan, dağın aşağısında kalan evimizi görebiliyorum. Kalbim duracak gibi oluyor: karın üzerinde rahatça seçilebilen tekerlek izleri var ve doğrudan evimize ulaşıyorlar. Ön kapımız ardına kadar açık. Daha kaygı verici olan şey ise Sasha'nın havlamıyor oluşu.

Aşağı doğru koştukça, kapının önüne park edilmiş duran iki arabayı daha iyi seçebiliyorum: köle avcılarına aitler. Tamamen siyaha boyalı arabaların, yere yakın ve yapılan eklemelerle hepten devasa hale gelmiş gövdeleri ile irice tekerlekleri ve camlarını örten demirleri var. Arabaların kaportalarını süsleyen Arena Bir amblemini buradan bile görmek mümkün: bir elmasın tam ortasına yerleştirilmiş bir çakal. Arena'yı beslemek için buradalar.

Tepenin iyice aşağılarına koşuyorum. Çakmağımı çıkarmalıyım. Ceplerime uzanarak, kavanozları çıkartarak, yere fırlatıyorum. Ardımdan gelen kırılma seslerini duyuyorum ama umurumda bile değil. Şu an hiçbir şeyin bir önemi yok.

Evle aramda yüz metre kaldığı zaman, araçların çalışmaya başladığını ve evden ayrılmak üzere olduklarını görüyorum. Kavisli kır yoluna doğru yöneliyorlar. Neler olduğunu anladığımda, gözyaşlarına boğuluyorum.

Otuz saniye sonra ulaştığım evin yanından geçerek, onları yakalayabilme umuduyla yola doğru koşuyorum. Evin boş olduğunu çoktan biliyorum.

Çok geç. Tekerleri izleri bilmem gereken her şeyi söylüyorlar. Dağdan aşağı baktığımda, onları görebiliyorum. Bir kilometre uzaktalar ve gittikçe hızlanıyorlar. Koşarak onları yakalamam imkansız.

Emin olmak için tekrar eve doğru koşmaya başlıyorum. Belki Bree, küçük bir ihtimal olsa da, bir yerlere saklanabilmiş veya onu bırakıp, gitmişlerdir. Açık olan ön kapıdan içeri dalmamla beraber karşılaştığım görüntü beni dehşete düşürüyor: her yer kan içinde. Siyah üniforması içinde yerde yatan ölü bir köle avcısının boynundan kanlar akıyor. Yanında ise Sasha, ölü bir halde uzanıyor. Yan tarafından akan kana bir kurşun yarası sebep olmuş gibi görünüyor. Dişleri ise halen köle avcısının boynuna saplanmış haldeler. Yaşananlar, kafamda belirginleşiyor: Bree'yi korumaya çalışan Sasha, eve giren adamı yere devirerek, dişlerini boynuna geçirmiş ve diğerleri de onu vurmuş olmalı. Fakat buna rağmen adamı bırakmamış.

Var gücümle Bree'ye seslenerek, evin tüm odalarını tek tek ararken, sesimdeki çaresizliği seçebiliyorum. Bu artık benim tanıyamadığım bir ses; çıldırmış bir insanın sesi.

Fakat tüm kapıları ardına kadar açık olan odaların içleri ise, boş.

Köle avcıları kız kardeşimi esir aldı.

Arena Bir

Подняться наверх