Читать книгу Sahiplenilmiş - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 12

BEŞİNCİ BÖLÜM

Оглавление

Caitlin ve Caleb, Ruth ayaklarının altında Westminster Abbey’nin muazzam kemerli kapılarından sabahın aydınlığına çıktılar. İkisi de içgüdüsel olarak gözlerini kıstılar ve ellerini ışığa doğru tuttular. Caitlin, içerden çıkmadan önce Caleb kendisine göz damlalarını verdiği için minnettardı. Caitlin’in gözlerinin ışığa alışması biraz zaman aldı, ardından yavaş yavaş 1599’ların Londrası görüş açılarına girmeye başladı.

Caitlin çok şaşırmıştı. 1789’un Paris’i 1791’in Venedik’inden çok da farklı değildi. Fakat 1599’un Londra’sı bambaşka bir dünyaydı. Caitlin 190 yılın yapmış olduğu farklılık karşısında hayretler içinde kaldı.

Londra gözlerinin önünde uzanıyordu. Ama gördüğü o hareketli, metropol şehir değildi. Burası Caitlin’e daha çok, hala gelişmekte olan geniş, boş arazilerle kaplı kocaman, kırsal bir kasaba gibi gelmişti. Hiç asfalt yol yoktu—her yer çamur içindeydi—ve pek çok bina olmasına rağmen bundan daha fazla ağaç vardı. Ağaçların arasına kıvrılmış kaba bir şekilde tasarlanmış bir sürü ev dizileri ve blokları vardı, pek çoğu eğri büğrüydü. Evler ahşaptan yapılmış, kocaman sazdan çatıları vardı. Caitlin bir bakışta şehrin ne kadar kolay tutuşabileceğini görebiliyor ve yangına ne kadar elverişli olduğunu anlıyordu, çünkü her şey daha çok ağaçtan yapılmıştı ve evlerin üzeri hep sazdı.

Caitlin çamurlu yolların karşıdan karşıya geçişi çok zor hale getirdiğini doğrudan görebiliyordu. Atla yolculuk yapmak yürümeye yeğlenirdi ve ara sıra zaten önlerinden at, at arabaları geçip gidiyordu. Ama bunlar nadirdi. Çoğu insan yürüyordu, ama buna yürümek denirse, daha çok tökezleyerek ilerliyorlardı. Çamurlu sokaklardan aşağıya doğru yürüyen insanların hepsi ayaklarını çamurdan kurtarmak için mücadele ediyorlarmış gibi görünüyordu.

Caitlin insan dışkılarının sokakları kapladığını gördü ve daha buradan bile pis kokudan başı döndü. Ara sıra sığırların geçmesi de bunu temizlemeye yardımcı olmuyordu. Caitlin bir daha zamanda romantik bir döneme geri dönmek isteseydi, bu manzara kesinlikle onu tekrar düşündürürdü.

Bu şehirde Caitlin’in gördüğü bir diğer şey de, Paris ve Venedik’te olduğu gibi burada insanlar şık giyimleriyle, güneş şemsiyesi taşıyarak ve son moda elbiseleri ile hava atarak gezinmiyorlardı. Bundan ziyade, hepsi oldukça sade giyinmişti, daha çok modası geçmiş elbiseler taşıyorlardı; erkekler basit çiftçilik giysileri giyinmişlerdi, bunlar daha çok yırtık pırtık giysilerdi ve yalnızca bir kaçı kalçalarına kadar çıkan beyaz pantolon giymiş ve üzerine de gömleğe benzer kısa tunikler geçirmişlerdi. Kadınlar yine bir sürü kat kat giysiyle örtülülerdi. Eteklerinin kenarlarını tutup olabildiğince yükseğe kaldırarak sokaklarda dolaşmak için mücadele ediyorlardı. Bunu yalnızca çamurdan ve dışkılardan korunmak için değil, aynı zamanda yerlerde gezinen sıçanlardan da korunmak için yapıyorlardı. Caitlin sıçanların açıklık yerlerde cirit attığını görünce şok oldu.

Yine de, her şeye rağmen bu zamanın eşsiz ve en azından huzurlu olduğu ortadaydı. Caitlin kendini büyük kırsal bir köydeymiş gibi hissetti. Burada 21.yüzyılın bitmek bilmeyen telaşı yoktu. Yanınızdan hızla geçen arabalar ve inşaat sesleri yoktu. Ne korna sesi vardı ne de

otobüsler, tırlar ve diğer araçlar. Atların sesi bile sakindi, çünkü ayakları çamurun içine batıp çıktığı için hiç ses çıkarmıyorlardı. Gerçekten duyulabilecek tek ses, bağıran satıcıların dışında, şimdide çalmakta olan ve şehrin içinde bomba atılıyormuş gibi gelen kilise çanlarının sesleriydi. Burası düpedüz kiliselerin hükmettiği bir şehirdi.

Burada göz çarpan ve kuvvetli bir şekilde kendini diğer her şeyden farklı olarak gösteren tek şey çelişkili olarak eski kiliselerdi— bu kiliseler geriye kalan alçak gönüllü mimarinin üzerinde yükseliyor ve gökyüzüne hakim oluyorlardı. Kuleleri diğer yapılarla karşılaştırıldığında imkânsızmış gibi görünen bir şekilde göğe yükseliyordu. Ama göğe yükselen bütün bu kilise yapılarının içinde Westminster Abbey manzaraya bakıldığında bütün hepsini geçiyordu. Caitlin, Westminster Abbey’nin kulesinin bütün şehre yön veren bir umut kapısı olduğunu söyleyebilirdi.

Caleb’e baktı ve onun da kendisiyle benzer şekilde hayretler içinde kalarak manzarayı incelediğini gördü. Ona doğru uzandı ve onun da aynı anda elini kendi elinin üzerine koymasından büyük bir mutluluk duydu. Yeniden onun dokunuşunu hissetmek oldukça iyiydi.

Caleb döndü ve Caitlin’e baktı. Caitlin Caleb’in gözlerindeki aşkı görebiliyordu.

Caleb öksürdü. “İşte bak, tam olarak 18.yüzyılın Paris’i değil.”

Caitlin ona doğru gülümsedi. “Hayır, değil.”

Caleb “Ama beraberiz ve önemli olan da bu,” diye ekledi.

Caitlin onun aşkını hissedebiliyordu, çünkü bir anlığına görevlerini unutmuşlardı ve Caleb Caitlin’in gözlerine dalmıştı.

“Fransa’da Sera’yla olanlar için üzgünüm. Asla seni incitmek istememiştim. Umarım bunu biliyorsundur.”

Caitlin ona baktı ve bunu içten söylediğini anladı. Ayrıca şimdi onu kolayca affedebileceğini hissedince oldukça şaşırdı. Eski Caitlin olsa kin tutardı. Fakat şimdi kendini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu ve gerçekten olanları kafasına takmama kuvvetine sahipti. Çünkü Caleb onun için geri dönmüştü ve Sera için hiçbir şey hissetmediği açıklığa kavuşmuştu.

Bir de bütün bunların yanında Caitlin ilk defa, olan olaylarda çok hızlı yargıya varmak, Caleb’ e güvenmemek ve ona yeterince nefes alacak alan tanımamak gibi geçmişte kendi yaptığı hataların farkına varmıştı.

“Ben de özür dilerim. Şimdi yeni bir hayattayız. Ve birlikteyiz. Şu an önemli olan tek şey bu.”

Caleb Caitlin’in elini sıktı ve o bunu yaparken Caitlin de içinde bir heyecan hissetti.

Ardından Caleb eğildi ve Caitlin’i öptü. Caitlin şaşırdı ama aynı zamanda heyecanlandı. İçinde bir elektriklenme olduğunu hissetti ve o da Caleb’i öptü.

Ruth ayaklarının altında sızlanmaya başladı.

Birbirlerini bıraktılar, aşağıya baktılar ve güldüler.

Caleb “Sanırım aç,” dedi.

Caitlin Caleb’e döndü. “Ben de açım.”

Caleb sırıtarak “Londra’ya doğru bir gezintiye çıkalım mı?” diye sordu. “Uçabiliriz, tabi sen hazırsan.”

Caitlin omuzlarıyla geriye doğru yay çizdi, kanatlarının yerinde olduğunu ve sonunda hazır olduğunu hissetti. Bu yolculuk diğerlerine göre daha iyi geçmişti. Belki de sonunda zamanda yolculuğa alışıyordu.

“Hazırım, ama yürümeyi tercih ederim. Buraya daha yeni ayak bastığımız için ben de herkes gibi buranın iyi kötü her şeyini bizzat yaşamak isterim.”

Ve ayrıca yürümek daha romantik diye düşündü ama bunu söylemedi.

Caleb aşağı doğru baktı ve ona gülümsemekle yetindi. Caitlin, Caleb’in düşüncelerini okuyup okumadığını merak etti.

Caleb gülümseyerek elini uzattı, Caitlin onu aldı ve ikisi beraber merdivenlerden inmeye başladılar.

*

Kiliseden çıktıklarında, Caitlin uzakta bir nehir, neredeyse kırk beş metre ötesinde genişçe bir yol ve üzerinde “King Sokağı” yazan kabaca oyulmuş ahşap bir levha fark etti. Sağa ya da sola dönme seçenekleri vardı. Solda şehir daha yoğun görünüyordu.

Sola döndüler, kuzeye doğru nehre paralel olan King Sokağından yukarı çıkmaya başladılar. Yürüdükçe, Caitlin gördüklerinden duyduğu seslerden hayrete düşüyordu. Sağ taraflarında bir dizi büyük, ahşap evler, harika mülkler; beyaz dış kaplaması, kahverengi çerçeveleri ve sazdan yapılabilecek en iyi çatısıyla Tudor malikanesi vardı. Sol taraflarında ise Caitlin, kırsal ekilebilir arazi parsellerini görünce şaşırdı. Gördüğü manzarada ara sıra küçük, mütevazı evler ve otlayan koyunlar ve inekler vardı. 1599’ların Londra’sı Caitlin için büyüleyiciydi. Sokağın bir yanı kozmopolitan ve varlıklıydı, diğer yanındaysa çiftçiler yaşıyordu.

Sokağın kendisi de başlı başına bir merak konusuydu. Yürüdükçe ayakları neredeyse çamura saplanıp kalıyordu, bütün bu insan ve at trafiğinden dolayı çamur daha da gevşemişti. Bu bile başlı başına katlanılmaz bir durumdu, ama bütün bu çamuru daha da berbat yapan şey ise içinde vahşi köpeklerin bıraktığı ya da insanların pencerelerden aşağı boşalttıkları dışkılardı. Gerçekten onlar yürüdükçe, pençelerin panjurları belirli aralıklarla açılıyor ve yaşlı kadınlar ev halkının pisliklerini panjurlardan başını çıkaran kovalarla aşağıya boşaltıyorlardı. Venedik’ten, Floransa’dan ya da Paris’den daha berbat kokuyordu. Zaman zaman Caitlin’in neredeyse midesi ağzına geldi ve keşke burnuna tutmak için o küçük parfüm kokan keselerden biri yanında olsaydı diye düşündü. Neyseki en azından hala Aiden’ın ona Versay sarayında vermiş olduğu kullanışlı spor ayakkabılarını giyiyordu. Çünkü bu sokakta topuklularla yürümeyi hayal dahi edemiyordu.

Bunların yanında, bu garip ekilebilir arazi ve büyük mülklerin karışımı ile ortaya çıkan birbirinin içine geçmiş görüntü aynı zamanda mimarinin ender marifetlerinden biriydi. Caitlin şurda burda aslında 21.yüzyıl resimlerinden tanıdığı bazı yapıları görünce hayrete düştü. Bunlar şatafatlı kiliseler ve az rastlanan bir saraydı.

Yol büyük, kemerli bir kapının önünde aniden kesildi. Kapının önünde üniformalar içinde pek çok nöbetçi duruyor, ellerinde mızrakları tetikte bekliyorlardı. Ama kapı açıktı ve onlarda yürüyüp içeri girdiler.

Bir taşın üzerine çakılan bir levhada “Whitehall Sarayı” yazıyordu. Sarayın uzun, dar avlusunda yürümeye devam ettiler, ardından önlerine çıkan başka bir kemerli kapıdan geçerek tekrar ana yola ulaştılar. Sonunda dairesel bir kavşağa yaklaştılar, orada yer alan bir levhanın üzerinde “Charing Cross” yazıyor ve tam ortasında büyük dikey bir abide yükseliyordu. Yol sağa ve sola doğru ikiye bölünüyordu.

Caitlin “Hangi yoldan gidelim?” diye sordu.

Caitlin böyle sorunca Caleb kendini baskı altında hissetti. Sonunda “İçgüdülerim bana nehre yakın durmamızı ve sağa ayrılan yoldan gitmemizi söylüyor,” dedi.

Caitlin gözlerini kapadı ve o da hissetmeye çalıştı. “Katılıyorum,” dedi ve ekledi, “Tam olarak ne aradığımız konsunda herhangi bir fikrin var mı?”

Caleb başını iki yana salladı. “Sen de benim kadar iyi fikir yürütebilirsin.”

Caitlin yüzüğüne baktı ve bir kez daha bilmeceyi sesli bir şekilde okudu.

Köprünün Karşısında Ayının Ötesinde

Ara Rüzgarlar Ara Güneş, Londra’yı Geçiyoruz

Bu ne ona, ne de Caleb’e hiçbir şey ifade etmedi.

Caitlin “En azından Londra diyor,” dedi. “O zaman sanırım doğru yoldayız. İçgüdülerim bana daha fazla içeriye gitmemiz, şehrin derinliklerine dalmamız gerektiğini söylüyor. Böylece gördüğümüzde aradığımız şeyin ne olduğunu anlarız.”

Caleb de aynı fikirdeydi ve Caitlin onun elini sıktı. Sağa döndüler, nehre paralel bir yolu izleyerek “The Strande” yazan bir tabelayı takip ettiler.

Bu yeni sokak boyunca ilerledikçe, Caitlin alanın gittikçe daha fazla sıklaştığını fark etti. Sokağın iki yakasında da bir sürü ev birbirine bitişik inşa edilmişti. Şehrin merkezine yaklaşmışlar gibi geldi. Ayrıca sokaklar daha fazla kalabalıklaşmaya başlamıştı. Hava harikaydı—Caitlin için sanki sonbaharın ilk günü gibiydi ve güneş sürekli parlıyordu. Caitlin bir an hangi ayda olduklarını aklından geçirdi. Nasıl zamanın kontrolünü kaybettiğine şaşırmıştı.

En azından çok fazla sıcak değildi. Ama sokaklar giderek daha fazla insanla doldukça Caitlin klostrofobik duygular hissetmeye başladı. Modern zamanın entelektüelliğine sahip olmasa da devasa metropolit bir şehrin merkezine yaklaştıkları kesindi. Caitlin şaşkındı: eski zamanları hep daha az insanın olduğu daha az kalabalık yerler olarak hayal etmişti. Fakat gerçek bunun tam tersinin doğru olduğuydu: sokaklar gittikçe daha bir hıncahınç doldukça Caitlin buraların ne kadar kalabalık olduğuna inanamadı. Bu ona yeniden 21.yüzyılın New York’unda olduğunu hatırlattı. İnsanlar dirsek dirseğe birbirini itip kakıyor ve geri dönüp özür bile dilemiyorlardı. Aynı zamanda da leş gibi kokuyorlardı.

Bu manzaraya ek olarak, her köşede sokak satıcıları vardı, saldırgan bir şekilde mallarını satmaya çalışıyorlar ve her yöne doğru komik Britanya aksanıyla bağırıyorlardı.

Sokak satıcılarının sesleri durulduğunda, havaya diğer başka sesler hakim oldu: bunlar vaizlerin sesiydi. Caitlin her yerde geçici platformlar, sahneler, sabun kasaları ve kürsüler gördü. Vaizler bunların üzerine çıkıyor ve duyulmak için olanca sesleriyle bağırarak kitlelere sesleniyorlardı.

Bir papaz “İsa TÖVBE edin diyor!” diye bağırdı. Orada başında komik silindir bir şapka ve gözlerindeki sert ifadeyle duruyor, kalabalığa genel bir bakış atarak onları gözden geçiriyordu. “Diyorum ki BÜTÜN TİYATROLAR kapatılmalı! Boşa geçen tüm zamanlar YASAKLANMALI! İbadethanelerinize dönün!”

Bu Caitline New York’ta sokak köşelerinde vaaz veren insanları hatırlattı. Bir bakıma hiçbir şey değişmemiş gibiydi.

Sokağın tam ortasında başka bir girişin önüne geldiler, önlerine çıkan tabelada “Temple Barre, Şehir Kapısı” yazıyordu. Caitlin şehirlerin gerçekten kapılarının olduğunu görünce hayret etti. Bu büyük, heybetli kapı insanların içinden geçip gitmesi için açık duruyordu. Caitlin gece olunca kapatıp kapatmadıklarını merak etti. İki yanında da pek çok nöbetçi duruyordu.

Fakat bu kapı farklıydı: aynı zamanda bir toplanma yeri gibi görünüyordu. Etrafında büyük bir kalabalık sürü gibi birbirine sokulmuştu ve oldukça yüksekte küçük bir platform vardı. Orada elinde kırbaç tutan bir muhafız duruyordu. Caitlin yukarı baktı ve zincirlenmiş, üzerinde neredeyse hiç giysi olmayan bir adamın kırbaçlanmak için bağlandığını görünce şaşırıp kaldı. Muhafız geri gitti ve adamı tekrar tekrar kırbaçladı. Bunu gören tüm kalabalık ah, tüh diye sesler çıkardı.

Caitlin kalabalığın yüzünü inceledi ve ne kadar farklı göründüklerine inanamadı, sanki gördükleri günlük olağan bir durumdu, sanki burada olanlar popüler bir eğlence biçimiydi. Bu toplumun barbarlığı karşısında içinin öfkeyle kabardığını hissetti ve Caleb’i dürttü. Caleb de gördüğü manzara karşısında olduğu yere çivilenmişti. Caitlin, Caleb’in elini tuttu ve kendini bakmamaya zorlayarak onunla birlikte kapıya doğru acele etti. Caitlin, kendini gördüklerine çok fazla kaptırmaktan ve kendini muhafızlara saldırmaktan alıkoyamamaktan korktu.

O iç karartıcı yerden uzaklaştıklarında ve kırbacın sesi belirsizleştiğinde Caitlin “Bu yer oldukça barbar,” dedi.

“Evet, korkunç bir yer.” Caleb de aynı fikirdeydi.

İleriye doğru gitmeye devam ettiklerinde, Caitlin gördüğü görüntüleri kafasından çıkarmaya çalıştı. Dikkatini başka şeylere vermek için kendini zorladı. Başını kaldırıp bir sokak tabelasına baktı ve yürümekte oldukları sokağın çoktan değişmiş olduğunu ve “Fleet Sokağı” yazan bir yere doğru devam ettiklerini gördü. Yürüdükçe, sokaklar daha da kalabalıklaştı ve gittikçe adım atacak yer kalmadı. Binalar ve sayısız ahşap evler birbirlerine daha da yakın inşa edilmişlerdi. Bu sokak aynı zamanda çeşitli mağazalarla kaplıydı. Bir tabelada “Bir Peniye Traş Olun” yazıyordu. Başka bir mağazada bir demirci tabelası asılıydı, bu tabela alt nalından yapılmıştı ve mağazanın önünde sallanıyordu. Başka bir tabelada ise büyük harflerle “At Eyerleri” yazıyordu.

Geçerlerken yerli bir esnaf Caitlin’e “Yeni bir nala ihtiyacınız var mı Hanımefendi?” diye sordu.

Caitlin hazırlıksız yakalanmıştı. “Mm…hayır teşekkürler.”

“Ya siz Bayım?” Adam ısrar etti. “Traş olmak ister misiniz? Fleet Sokağındaki en temiz traş bıçakları bende.”

Caleb adama gülümsedi. “Teşekkür ederim, ben böyle iyiyim.”

Caitlin Caleb’e baktı ve daima ne kadar temiz traşlı olduğunu fark etti. Yüzü çok pürüzsüzdü, porselen gibi görünüyordu.

Fleet Sokağından aşağı doğru yürüdükçe, Caitlin kalabalığın ne kadar değişmiş olduğunu fark etmeden edemedi. Burada insanların üstü başı daha yırtık pırtıktı, pek çok insan açıkça mataralardan ve cam bardaklardan içki içiyor, etrafta sendeliyor, oldukça gürültülü kahkahalar atıyor ve açık açık kadınlara pis pis bakıyorlardı.

Bir oğlan çocuğu “CİN BURADA! CİN BURADA!” diye bağırdı, on yaşında ya vardı ya yoktu; içinde küçük yeşil cin şişeleri dolu bir kasa taşıyordu. “ŞİŞENİZİ ALIN! ÇEYREK PENİ! ŞİŞENİZİ ALIN!”

Kalabalık artan bir şekilde sıklaşmaya başlayınca Caitlin yine dirsek yedi. Etrafına bakındı ve bir grup kadın gördü. Oldukça fazla makyaj yapmışlardı, tonlarca kumaştan oluşan taşıması ağır elbiseler giymişler ve göğüslerinin çoğunu açıkta bırakacak şekilde üst kısımlarını aşağıya doğru çekmişlerdi.

Sarhoş olduğu aşikar olan ve sendeleyen bir kadın “İyi vakit geçirmek ister misiniz?” diye bağırdı. Yoldan geçmekte olan birine yaklaştı ama adam onu kaba bir şekilde itti.

Caitlin şehrin bu kısmının ne kadar kaba olduğuna şaştı. Caleb’in içgüdüsel olarak kendisine yaklaştığını hissetti. Caleb eliyle Caitlin’in belini sardı ve Caitlin onun koruyuculuğunu hissetti. Adımlarını sıklaştırdılar ve hızla kalabalığın arasından yürümeye devam ettiler. Caitlin aşağı baktı ve Ruth’un hala yanlarında olup olmadığını kontrol etti.

Sonunda sokak küçük bir yaya köprüsünde bitti. Köprünün üzerinden geçerlerken Caitlin aşağıya baktı. Üzerinde “Donanma Kanalı” yazan büyük bir levha gördü ve aşağıdaki manzara karşısında büyülendi. Orada görünen şey küçük bir kanala benziyordu, üç metre genişliğinde olabilirdi ve içinden tamamen bulanık bir su akıyordu. Bu suyun ortasında her çeşit çöp ve atık sık sık alçalıp yükseliyordu. Yukarı doğru baktığında, insanların bu suyun içine işediklerini gördü ve başka insanlar da kovalarla dışkı, tavuk kemikleri, ev atıkları ve her çeşit atık atıyorlardı. Burası şehrin bütün atığını akıntıyla aşağıya doğru taşıyan devasa bir kanalizasyona benziyordu.

Caitlin nereye gittiğini görmek için baktı ve çok uzaklarda ırmağa döküldüğünü gördü. Kafasını kokunun geldiği yönden başka tarafa çevirdi. Bu hayatında muhtemelen kokladığı en kötü şeydi. Etraftan zehirli gazlar yükseliyor ve sokakların berbat kokusu sanki birbiriyle yarışıyordu.

Köprüye doğru acele ettiler.

Fleet Sokağının diğer tarafına geçtiklerinde, Caitlin sokağın sonunda açıldığını ve daha seyrekleştiğini görünce rahatladı. Koku da giderek etkisini kaybetti ve Donanma Kanalının o korkunç kokusunun ardından günlük sokak kokuları artık Caitlin’i çok rahatsız etmemeye başladı. Bu koşullarda bile insanların ne kadar mutlu yaşadıklarının farkına vardı: yaşadığınız zamana göre aslında bütün mesele neye alıştığınızla ilgiliydi.

Yollarına devam ettikçe, civar daha da güzelleşmeye başladı. Sol tarafta devasa bir kiliseyi geçtiler, taş binanın üzerine oyulmuş, intizamlı güzel bir yazıyla : “Saint Paul's,’ yazıyordu. Çok büyük bir kiliseydi; göğe doğru yükselen, etrafındaki bütün binalara üstün gelen süslü güzel bir cephesi vardı. Caitlin mimarisinin ne kadar güzel olduğu karşısında hayrete düştü, o kadar güzeldi ki 21.yüzyıla dahi mükemmel bir şekilde uyum sağlıyordu. Etrafındaki bütün o ahşap mimarinin arasından göğe yükselirken sanki etrafına yabancıymış gibi duruyordu. Caitlin, bu zamanda ne kadar çok kilisenin kent manzarasına baskın çıktığını görmeye ve yine bu kiliselerin buradaki insanlara ne kadar çok anlam ifade ettiğini anlamaya başladı. Bu kiliseler kelimenin tam manasıyla aynı anda her yerdelerdi. Ve oldukça gürültülü olan çanları daima çalıyordu.

Caitlin o kilisenin önünde durdu, antik mimarisini incelemeye başladı ve içinde kendileri için belki bir ipucu vardır diye düşünmeden edemedi.

Caleb onun aklından geçeni okuyarak “İçeri girsek mi acaba?” diye sordu.

Caitlin bir kez daha yüzüğünün yazısını okudu.

Köprünün Karşısında Ayının Ötesinde

Düşünceli bir şekilde “Bir köprüden bahsediyor” dedi.

Caleb “Daha biraz önce bir köprüden geçtik,” dedi.

Caitlin başını iki yana salladı. Bu bahsi geçen köprü değil gibiydi.

“O yalnızca bir yaya köprüsüydü. İçgüdülerim bana buranın aradığımız yer olmadığını söylüyor. Orası her neredeyse gitmemiz gerek, oranın burası olmadığını hissediyorum.”

Caleb orada durdu ve gözlerini kapadı. Sonunda kendini toparlayarak gözlerini açtı. “Ben de bir şey hissedemiyorum. Hadi gidelim.”

Caitlin “Hadi tekrar nehre doğru gidelim,” dedi. “Eğer bulunması gereken bir köprü varsa, bunun nehrin kenarında olacağını zannediyorum. Ayrıca biraz temiz havanın kimseye zararı olmaz.”

Caitlin doğruca nehir kıyısına giden bir yan yol fark etti, kabaca işaretlenmiş bir tabelanın üzerinde “St. Andrews Tepesi,” yazıyordu. Caleb’in elini tuttu ve onu oraya doğru götürdü.

Hafif bir şekilde aşağıya doğru eğim yapan yoldan yürüdüler. Caitlin uzaktaki, gemi trafiği ile hareketli olan nehri görebiliyordu.

Bu Londra’nın ünlü Thames Nehri olmalı diye düşündü. Böyle olmalıydı. Temel coğrafya dersinden en azından bu kadarını hatırlıyordu.

Yürüdükleri sokak onları doğruca aşağı nehre götürmeden bir binanın önünde sona erdi, bu yüzden solda yer alan nehre yakın, ona paralel giden ve yalnızca bir buçuk metre uzaklıkta olup bulunduğu bölgeye uygun bir şekilde “Thames Sokağı” diye adlandırılan sokağa döndüler.

Thames sokağı daha da soyluydu, Fleet Sokağı’ndan apayrı bir dünyaydı. Evler burada daha güzeldi ve sağ taraflarında nehir kıyısı boyunca, hepsinin nehir kıyısına doğru uzanan devasa arazi parselleri olan bir sürü büyük konak vardı. Burada mimari de daha özenli ve daha güzeldi. Şehrin bu kısmının zenginlere mahsus olduğu açıktı.

Burası oldukça ilginç bir muhitti, çünkü bir sağa bir sola dönerek ilerledikleri yan sokakların “Rüzgar Kazı Yolu”, “Yaşlı Kuğu Yolu”, “Sarımsak Tepesi” ve “Ekmek Sokağı Tepesi” gibi komik isimleri vardı. Doğrusu yemeğin kokusu havada her yeri sarmıştı ve Caitlin midesinin guruldadığını hissetti. Ruth da mızmızlandı. Caitlin onun da acıktığını anlamıştı. Ama hiç satılık yiyecek göremiyordu.

“Anlıyorum Ruth. Birazdan bize yiyecek bulacağım, söz.”

Hiç durmadan yürüdüler. Caitlin tam olarak ne aradığını bilmiyordu, tabi Caleb de. Bulmaca onları bir yere ulaştıracakmış gibi görünmüştü ama ulaştıkları herhangi somut bir yer yoktu. Gittikçe şehrin daha derinlerine iniyorlardı ve Caitlin karşılarına bir yol çıktığında hala ne tarafa döneceğinden emin olamıyordu.

Tam caitlin yorgun, aç ve huysuz hissetmeye başlamıştık ki kocaman bir kavşağa geldiler. Caitlin durdu ve yukarı doğru baktı. Oyulmuş ahşap bir tabelanın üzerinde “Grace Church Sokağı” yazıyordu. Burada havayı ağır bir balık kokusu kaplamıştı.

Caitlin bıkkın bir şekilde durdu ve Caleb’e baktı.

“Daha ne aradığımızı bile bilmiyoruz,” dedi. “Bir köprüden bahsediyor. Ama hiçbir yerde tek bir köprü bile göremiyorum. Burda zamanımızı boş yere harcıyor olabilir miyiz? Yoksa bunu başka bir şekilde mi düşünmeliyiz?”

Caleb aniden Caitlinin omuzuna hafifçe dokundu ve gördüğü yeri işaret etti.

Caitlin yavaşça döndü ve gördüğü manzara karşısında şok oldu.

Grace Church Sokağı çok büyük bir köprüye iniyordu, bu köprü Caitlin’in hayatında gördüğü en büyük köprülerden biriydi. Kalbi yeni bir umutla çarptı. Üzerindeki kocaman tabelada “Londra Köprüsü” yazıyordu ve Caitlin’in kalbi daha da hızlı attı. Bu sokak daha genişti, aslında

koca bir ana caddeydi ve insanlar, atlar, at arabaları ve bunlar gibi bir sürü farklı şeyden oluşan trafik köprüden bir o yana bir bu yana geçip gidiyordu.

Aradıkları gerçekten bir köprüyse, şimdi onu buldukları kesindi.

*

Caleb, Caitlin’in elini tuttu ve orada yer alan trafiğin içine karışarak onu köprüye doğru götürdü. Caitlin yukarı baktı ve gördüğü manzara karşısında başı döndü. Hayatında gördüğü hiçbir köprüye benzemiyordu. Girişini devasa, kemerli bir kapı haber veriyordu ve iki tarafında da muhafızlar vardı. En tepesinde pek çok sivri uçlu demir vardı, onların üzerine ise gövdelerinden ayrılmış başlar oturtulmuştu ve bunlar boğazlarından kan damlayarak sivri uçlu demirlerin ucunda sallanıyorlardı. Tüyler ürpertici bir görüntüydü. Caitlin bakışlarını başka tarafa çevirdi.

Caleb içini çekti. “Bunu hatırlıyorum. Yüzyıllar öncesinden. İşte her zaman köprülerini böyle süslemişlerdir: mahkûmların başlarıyla. Bunu diğer suçlulara uyarı olarak yaparlar.”

Caitlin “Bu korkunç,” dedi, başını eğdi ve hızla köprünün üzerinden geçmeye başladılar.

Köprünün üzerinde satıcılar balık satıyordu ve Caitlin etrafa şöyle bir bakınca nehrin üzerinde kıyıya doğru teknelerin durduğunu ve çalışanların balıkları çamurlu kıyılara taşıdıklarını, giderlerken sürekli kaydıklarını görebiliyordu. Köprünün girişi o kadar kötü balık kokuyordu ki Caitlin burnunu tutmak zorunda kaldı. Her çeşit balık vardı, küçük derme çatma masaların üzerlerine konulmuşlardı ve bazıları hala hareket ediyordu.

Birisi “Levrek, bir pound üç peni!” diye bağırdı.

Caitlin kokudan uzaklaşmaya çalışarak aceleyle geçti.

Üzerinden geçerlerken, köprü Caitlini tekrar şaşırttı, çünkü köprünün mağazalarla dolu olduğunu keşfetti. Küçük dükkânlar, satıcılar her iki yanda da köprüye dizilmişlerdi ve yaya trafiği, çiftlik hayvanları, atlar ve at arabaları da ortaya sıkışmıştı. Karman çorman, kalabalık bir bir manzaraydı, insanlar her yöne doğru bağırıyor ve mallarını satıyorlardı.

Birisi “Tabakhane burada!” diye bağırdı.

Bir diğeri “Hayvanınızı yüzebiliriz!” diye bağırdı.

“Mumlar burada! En iyi kalite mumlar!”

“Samanla çatı örtülür!”

“Yakacak odunlarınızı buradan alın!”

“Yeni tüy kalemler! Tüy kalemler ve parşömen burada!”

Dahada ileri gittikçe, önlerine daha hoş mağazalar çıktı, bazıları mücevher parçaları satıyordu. Caitlin Blake’le olduğu zamanlardaki Floransa’da bulunan altın köprüyü ve Blake’in ona aldığı bileziği düşünmeden edemedi.

Bir an için duygusallığın baskısı altına girdi, yan tarafa geçti, korkuluğa tutundu ve dışarı baktı. Şimdiye kadar yaşadığı bütün yaşamları ve gittiği bütün yerleri düşündü ve bunaldığını hissetti. Gerçekten bunların hepsi doğru muydu? Bir kişi nasıl olurdu da bu kadar çok hayatı yaşayabilirdi? Yoksa bütün bunlardan bir anda uyanıp kendini New York’taki apartmanında bulacak ve bütün bunların hayatının en uzun, en çılgın rüyası olduğunu mu düşünecekti?

Caleb onun yanına gelerek “İyi misin?” diye sordu. “Neyin var?”

Caitlin hızla gözyaşını sildi. Kendini çimdikledi ve hayal görmediğinin farkına vardı. Bunların hepsi gerçekti. Ve hepsinden öte en şok edici şeyde buydu.

Hızla “Bir şey yok,” dedi ve zoraki bir gülümseme ifadesi takındı. Caleb’in düşüncelerini okuyamamış olduğunu umdu.

Caleb yanında durdu ve birlikte Thames nehrinin tam ortasına doğru baktılar. Geniş bir nehirdi ve deniz trafiği ile tıklım tıklımdı. Her boyutta yelkenli rotasında seyrediyor, oradaki devasa suyu sandallar, balıkçıların kayıkları ve her türden deniz aracıyla paylaşıyorlardı. Oldukça hareketli bir suydu ve Caitlin el becerisiyle yapılmış bütün bu farklı yelkenlilere bakarken hayret etti, bazıları vardı ki havaya doğru metrelerce yükseliyordu. Aynı zamanda Caitlin suyun ne kadar sakin olduğuna da şaşırdı, içinde bu kadar deniz taşıtı olmasına rağmen durum değişmiyordu. Ne normal motor ne de deniz motoru sesi vardı. Yalnızca rüzgarda dalgalanan yelken bezlerinin sesi geliyordu. Bu Caitlin’i gevşetti. Sürekli esen rüzgarla beraber buradaki hava da temizdi, sonunda hava kötü kokulardan arınmıştı.

Caitlin, Caleb’e döndü ve Ruth’u da yanlarına alarak köprüden geçmeye devam ettiler. Ruth tekrar inlemeye başladı. Caitlin de açlığını hissedebiliyordu ve durmak istiyordu. Fakat nereye bakarsa baksın hala hiç yiyecek bulamamıştı. Giderek daha da fazla acıkıyordu.

Köprünün ortasına vardıklarında, Caitlin bir kez daha önündeki manzara karşısında şok oldu. Daha önce görmüş olduğu o mızraklara geçirilmiş başları gördükten sonra artık onu şok edecek hiçbir şeyin kalmadığını düşünürken karşısına bu çıktı.

Tam orada, köprünün orta yerinde üç mahkum darağacına gerilmişti; burunları boyunlarına asılmış, gözleri bağlı, üzerlerinde neredeyse hiçbir giysi olmayarak sallanıyorlardı ve hala hayattalardı. Siyah bir kapüşon takan gözleri yarı açık bir cellat arkalarında duruyordu.

“Bir sonraki idam saat birde!” diye bağırdı. Oldukça yoğun ve kalabalık insan yığını darağacının etrafına sokuldu, görünüşe bakılırsa bekleyeceklerdi.

Caitlin kalabalıktan birine “Ne yapmışlar?” diye sordu.

Adam Caitlin’in olduğu tarafa bakmaya tenezzül bile etmeden “Hırsızlık yaparken yakalanmışlar Hanımefendi,” dedi.

Yaşlı bir kadın “Birisi Kraliçeye kara çalarken yakalanmış,” diye ekledi.

Caleb, Caitlin’i o korkunç görüntüden uzaklaştırdı.

Caleb “İdamları izlemek buralarda günlük bir spor gibi görünüyor,” diye yorum yaptı.

Caitlin “Çok acımasız,” dedi. Bu toplumun, modern zamanlardan ne kadar farklı olduğuna, zalimliğe ve şiddete ne kadar tolerans gösterdiğine şaşıp kaldı. Ve burası Londra’ydı, 1599’un en medeni yerlerinden biriydi. Bunun gibi medeni bir şehrin dışındaki dünyanın neye benzediğini hayal etmekte güçlük çekti. Toplumun ve kurallarının ne kadar değişmiş olduğu Caitlini hayrete düşürdü.

Sonunda köprüyü geçmeyi bitirdiler ve köprünün diğer ucuna geçip yere ayak bastıklarında Caitlin Caleb’e döndü. Yüzüğüne baktı ve bilmeceyi tekrar sesli bir şekilde okudu:

Köprünün Karşısında Ayının Ötesinde

Ara Rüzgarlar Ara Güneş, Londra’yı Geçiyoruz

"Şimdi, eğer bunu doğru takip ediyorsak, o zaman ‘köprüyü geçme’ işini henüz bitirdik demektir. İkinci yapacağımız şey ‘Ayının Ötesinde’ kısmını çözmek.” Caitlin ona baktı. “Bu ne demek olabilir?”

“Keşke bilebilseydim.”

Caitlin “Babam yanımdaymış gibi hissediyorum,” dedi.

Gözlerini kapadı ve bir ipucu bulabilmeyi arzuladı.

Tam o sırada, kocaman bir el ilanı yığını taşıyan küçük bir çocuk aceleyle yanlarından geçti ve geçerken de bağırıyordu. “AYI KIZDIRMA! Beş peni! Bu taraftan! AYI KIZDIRMA! Beş peni! Bu taraftan!”

Uzandı ve Caitlin’in eline bir el ilanı sıkıştırdı. Caitlin ilana baktı ve bir stadyumun kabataslak görüntüsü ile beraber kocaman harflerle “Ayı Kızdırma” kelimelerini gördü.

Caleb’e baktı ve Caleb de aynı anda ona baktı. Çocuk yoldan aşağıya doğru gidip gözden kaybolmaya başlamışken ikisi de gözleriyle onu izlediler.

Caitlin “Ayı kızdırma mı?” diye sordu. “Nedir o?”

Caleb “Şimdi hatırlıyorum,” dedi. “Zamanın en büyük sporuydu. Bir ayıyı insanlardan oluşan bir halkanın içinde bir kazığa bağlarlar ve vahşi köpekleri ona saldırtırlar. Aynı zamanda bu mücadeleyi ayı mı yoksa köpekler mi kazanacak diye de bahis açarlar.”

“Bu iğrenç bir şey.”

“Boşver onu, bulmacayı düşün. ‘Köprünün karşısında ve Ayının Ötesinde.’ Sence bu o olabilir mi?”

Ve hemen denileni yaptılar. İkisi de döndü ve şimdi uzaklaşmış olan ama hala bağırmayı sürdüren çocuğu takip ettiler.

Köprünün ayağından sağa döndüler ve nehir boyunca yürümeye başladılar. Şimdi Thames’in diğer yakasındalardı ve “Clink Sokağı” adlı bir sokaktan aşağı doğru gidiyorlardı. Caitlin nehrin bu yakasının diğer taraftan çok daha farklı olduğunu fark etti; daha az sayıda bina vardı ve insan bakımından da daha seyrekti. Ayrıca burada evler daha alçak ve daha derme çatma yapılmıştı. Nehrin bu yakası oldukça ihmal edilmişti. Kesinlikle daha az mağaza vardı ve kalabalık daha seyrekti.

Sonunda devasa bir yapının önüne geldiler. Caitlin penceredeki parmaklıklardan ve önünde duran nöbetçilerden buranın bir hapishane olduğunu anlamıştı.

Caitlin Clink Sokağı diye düşündü. Oldukça uygun bir isim verilmişti.

Bu kocaman, yanlara doğru genişleyen bir yapıydı ve önünden geçtiklerinde Caitlin parmaklıklara yapışan elleri ve yüzleri gördü. Caitlin geçtiğinde onu izliyorlardı. Yüzlerce mahkum oraya toplanmış, ona pis pis bakıyor, onlar geçince kaba şeyler haykırıyorlardı.

Ruth onlara doğru hırladı ve Caleb, Caitlin’e yaklaştı.

Daha ileriye gittiler, üzerinde “Ölü Adamın Yeri” yazan bir sokağı geçtiler. Caitlin sağ tarafına baktı ve başka bir idamın hazırlanmakta olduğu başka bir darağacı gördü. Gözü bağlı, burnu boynuna asılı bir mahkum platformda duruyor ve titriyordu.

Caitlin’in dikkati o kadar dağılmıştı ki neredeyse çocuğu gözden kaybediyordu. Caleb elini yakaladı ve onu Clink Sokağından aşağıya doğru götürdü.

Yürümeye devam ettiklerinde, Caitlin birden uzakta bir bağrış ve ardından bir gürleme duydu. Uzaklaşmış olan çocuğun ilerde köşeyi döndüğünü gördü ve başka bir bağrışın yükseldiğini duydu. Ardından ayağının altındaki yerin titrediğini hissedince şaşırıp kaldı. Roma’daki Colosseum’dan bu yana hiç böyle bir şey hissetmemişti. Hemen köşeyi dönünce karşısına bir çeşit kocaman bir stadyum çıkacak diye düşündü.

Köşeyi döndüklerinde önündeki manzara karşısında afalladı. Minyatür bir Colosseum gibi kocaman, daire şeklince bir yapı önünde uzanıyordu. Birkaç kat şeklinde inşa edilmişti ve dışarıdan içi görünmüyordu, ama her iki yönde içine doğru giden kemerli kapılar vardı. Şimdi daha yüksek gelen bağrışları duyabiliyordu, bunların duvarların arkasından geldiği açıktı.

Bu yapı yüzlerce insanı içine almıştı, bazıları Caitlin’in hayatında ilk kez gördüğü en perişan insanlardı. Bazılarının üzerinde neredeyse hiçbir şey yoktu, çoğunun dışarı sarkan kocaman göbekleri vardı, traşsızlardı ve yıkanmamışlardı. Aralarında başıboş köpekler geziniyordu ve Ruth hırladı, sırtındaki tüyler inanılmaz hassaslaşarak yukarı dikildi.

Satıcılar arabalarını çamurun içinde itiyor, pek çoğu yarım litrelik cin satıyordu. Kalabalığın görünüşünden pek çok insanın buraya geldiği anlaşılıyordu. Kalabalık oldukça kaba bir şekilde birbirlerine dirsek atıyor ve çoğu da sarhoş görünüyordu. Yeni bir gürleme geldi ve Caitlin yukarı doğru bakınca stadyumun üzerinde asılı duran tabelayı gördü: “Ayı Kızdırma.”

Midesinin bulandığını hissetti. Bu toplum gerçekten bu kadar zalim miydi?

O küçük stadyum bir kompleksin bir parçasıymış gibi görünüyordu. Orada, uzakta başka küçük bir stadyum daha vardı ve üzerinde “Boğa Kızdırma” yazan kocaman bir levha asılıydı. Ve ayrıca başka bir kenarda, o ikisinden ayrı duran başka büyük bir dairesel yapı vardı—bu diğerlerinden daha farklı görünmesine rağmen daha şıktı.

Oradan geçmekte olan bir çocuk “Gelin ve yeni Globe Tiyatrosunda yeni Will Shakespeare oyununu görün!” diye bağırdı. Kucağında bir yığın el ilanı tutuyordu. Doğruca Caitlin’e doğru yürüdü ve eline bir ilan tutuşturdu. Caitlin ilana baktı ve okudu: “William Shakespeare’in yeni oyunu: Romeo ve Juliet’in Trajedisi.”

Çocuk “Gelecek misiniz Hanımefendi?” diye sordu. “Bu onun yeni oyunu ve ilk defa bu yepyeni tiyatroda, Globe’da sahneye konacak.”

Caitlin ilana baktı ve içinde bir heyecan hissetti. Bu gerçek olabilir miydi? Bu gerçekten oluyor muydu?

“Nerede?”

Çocuk kıkırdadı. Döndü ve gösterdi. “Neden soruyorsunuz, hemen işte orada Hanımefendi.”

Caitlin işaret ettiği yere doğru baktı ve uzakta beyaz sıva ile kaplı duvarları ve Tudor tarzı ahşap oymaları olan dairesel bir yapı gördü. Globe. Shakespeare'in Globe Tiyatrosu. İnanılmazdı. Gerçekten buradaydı.

Tiyatronun önünde binlerce insan dolanıyor, her yönden içeri giriyorlardı. Ve bu kalabalık aynı boğa kızdırma ve ayı kızdırma stadyumlarına giren kalabalık kadar kaba görünüyordu. Bu Caitlin’i şaşırtmıştı. O her zaman Shakespeare izleyicilerinin daha medeni, daha kültürlü olduğunu hayal etmişti. Hiçbir zaman onun oyunlarının büyük halk yığınları için, hem de böyle en zalim olanlar için, bir eğlence olduğunu gerçekten düşünmemişti. Ama tiyatro ayı kızdırma ile hemen aynı yerdeydi.

Evet, yeni bir Shakespeare oyunu görmeyi, Globe’a gitmeyi çok isterdi. Fakat önce bilmeceyi çözüp görevini tamamlamaya kararlı olduğunu hissetti.

Ayı kızdırma stadyumundan yeni bir gürleme yükseldi ve Caitlin dönerek dikkatini oraya verdi. Bilmecenin cevabının o stadyumun duvarlarının arkasında yatıp yatmadığını merak etti.

Caleb’e döndü.

“Ne diyorsun? Ne olduğunu bir görsek mi?”

Caleb tereddütlüydü.

“Bilmece bir köprüden bahsediyor ve bir ayıdan. Ama benim hislerim bana bir şeyin daha olduğunu söylüyor. Pek emin değilim ama—”

Birden Ruth hırladı, ardından yerinden kalkarak hızla koşmaya başladı.

Caitlin "Ruth!" diye bağırdı.

Ruth gözden kayboldu. Dönüp dinlemedi bile ve olanca gücüyle koştu.

Caitlin şok oldu. En tehlikeli zamanlarda bile onun asla böyle davrandığını görmemişti. Onu bu kadar çeken ne olmuş olabilirdi? Söz dinlemeyen Ruth’u hiç tanımamıştı.

Caitlin ve Caleb aynı anda onun arkasından hızla koşmaya başladılar.

Fakat vampir hızlarında dahi çamurun içinde yol almak oldukça zordu ve Ruth onlardan metrelerce uzağa gitmişti. Ruth’un bir yerden döndüğünü ve kalabalığın arasından geçerek zik zaklar çizmesini izlediler. Onu gözden kaybetmemek için onlarda insanları itip kakmak zorunda kaldılar. Caitlin uzakta Ruth’un bir köşeyi döndüğünü ve dar bir geçitten aşağı doğru koştuğunu görebiliyordu. Caleb ile birlikte aynı anda hızlandı, yolunun üzerindeki koca bir adamı itti ve Ruth’un ardından dar geçide girdi.

Caitlin, Tanrım, neyin peşinde olabilir? diye içinden geçirdi. Bir sokak köpeğinin mi peşindeydi yoksa yalnızca açlığın son sınırına gelmiş yemek peşine mi düşmüştü. Nede olsa o bir kurttu. Caitlin bunu kendine hatırlatmak zorundaydı. Zamanında onun için yemek bulma konusunda çok daha fazla uğraşmalıydı.

Fakat Caitlin köşeyi döndüğünde ve ara sokaktan aşağı doğru baktığında, birden Ruth’un peşinde olduğu şeyin ne olduğunu şoke olarak anladı.

Orada, ara sokağın en sonunda küçük bir kız oturuyordu. Sekiz yaşında var yoktu, çamur içindeydi, bir köşeye sinmiş, ağlıyor ve titriyordu. Yanında epeyce uzun, büyük iri kıyım bir adam vardı. Üzerinde gömlek yoktu, kocaman göbeği dışarı sarkmış ve traşsızdı; göğsü ve omuzları kıllarla kaplıydı.

Sinirli bir şekilde kaşlarını çatmış, eksik dişlerini ortaya sermişti. Elindeki deri kemerle geriye doğru çekildi ve zavallı kızın sırtına birbiri ardına kemeri indirmeye koyuldu.

Adam tekrar kemerini kaldırırken korkunç bir ses tonuyla “Bu söz dinlemediğin için!” diye bağırdı.

Caitlin incinmişti, bir an bile düşünmeksizin harekete geçmeye hazırlandı.

Fakat Ruth ondan önce davrandı. Adam elini geri atarken hızla koştu ve çenesini sonuna kadar açarak havaya sıçradı.

Adamın önkolunu yakaladı ve dişlerini sonuna kadar koluna geçirdi. Adam kulakları sağır eden bir çığlık koparırken kan her yere fışkırdı.

Ruth kudurmuştu ve yatıştırılabilir görünmüyordu. İyice kızgınlaştı ve başını öne arkaya sallayarak adamın etini daha da yardı ve bırakmadı.

Adam Ruth’u bir aşağı bir yukarı salladı, bunu yalnızca o büyük cüssesinden ve Ruth’un henüz daha tam bir yetişkin kurt olmamasından ötürü yapabiliyordu. Ruth hırladı. Bu Caitlin’in ensesindeki tüyleri bile diken diken etmeye yetecek türden bir sesti.

Fakat açıkçası bu adam şiddete alışıktı. Büyük adeleli omuzunu döndürüverdi ve Ruth’u tuğla duvara çarpmayı başardı. Ardından diğer elini ileriye doğru uzattı ve kemeri ile kızın sırtına daha sert vurmaya geçti.

Ruth acı acı inledi ve kesik kesik havladı. Sonunda kendini yerde buldu.

Gözleri nefret dolu olan adam iki eliyle geriye doğru uzandı ve bütün gücüyle kemerini Ruth’un yüzüne indirmeye hazırlandı.

Caitlin hemen herekete geçti. Adam daha kemerini indiremeden öne doğru hamle yaptı, sağ eliyle ona doğru uzandı ve boğazından yakaladı.

Boğazından tutarak adamı geriye doğru çekti, ayaklarını yerden keserek yukarı kaldırdı, başının üzerine kadar çıkardı, ardından duvara fırlattı ve duvardaki tuğlalar un ufak oldu.

Caitlin onu orada bıraktı, adamın yüzü maviye döndü, boğuluyordu. Caitlin ondan çok daha küçüktü, ama adamın Caitlin’in demir yumruğunun karşısında hiç şansı yoktu.

Sonunda Caitlin adamı bıraktı. Adam kemerini bulmak için uzandı, Caitlin geriye doğru çekildi ve yüzüne sert bir yumruk sallayarak adamın burnunu kırdı.

Ardından yine geri çekildi ve göğsüne bir tekme attı, o kadar güçlü vurdu ki adamın geriye doğru metrelerce uçmasına neden oldu. Adam duvara öyle bir güçle çarptı ki tuğlalarda izi kaldı ve sonunda alt üst olmuş bir halde yere yığıldı.

Fakat Caitlin hala damarlarından fışkıran öfkeyi hissedebiliyordu. O masum kızı ve Ruth’u düşündü. En son ne zaman bu kadar öfkelendiğini bilmiyordu. Kendini durduramıyordu. Adama doğru yürüdü, elindeki kemeri hızla çekip aldı, geriye doğru gitti ve kemerle tam kocaman göbeğinin ortasına oldukça sert bir şekilde vurdu.

Adam sendeledi ve karnına sarıldı.

Doğrulduğunda, Caitlin bir daha sertçe vurdu, bu sefer yüzüne isabet ettirdi. Adamın çenesini tuttu ve onu hızla geriye doğru götürerek ensesinden yere çaldı. Sonunda adam bilincini yitirdi.

Fakat Caitlin hala öfkesini yatıştıramamıştı. İçindeki kızgınlık bu günlerde pek kolay bir şekilde uyanmıyordu ama bir kez de uyanınca buna engel olamıyordu.

Caitlin ayağını kaldırdı ve adamın boğazına yerleştirdi.  O anda adamı öldürmeye hazırdı.

Keskin bir ses “Caitlin!" diye bağırdı.

Caitlin döndü ve yanında Caleb’in durduğunu gördü. Hala öfkeyle dolup taşıyordu. Caleb kınayan bir bakışla yavaşça başını salladı.

“Yeterince zarar verdin. Bırak gitsin.”

Caleb’in sesindeki bir şey Caitlin’i durdurdu.

Caitlin istemeyerek ayağını geri çekti.

Uzakta lağım suyuyla dolu bir varil fark etti. Varilin yanlarından taşan yoğun koyu sıvıyı görebiliyor ve olduğu yerden berbat kokusunu alabiliyordu.

Mükemmel.

Caitlin aşağıya eğildi ve adamı alıp yukarıya başının üzerine kaldırdı; adam rahat 135 kilonun üzerinde olmasına rağmen onunla birlikte dar sokağı geçerek yürüdü. Tepe üstü girecek şekilde onu lağım suyuyla dolu varilin içine fırlattı.

Adam her tarafa su sıçratarak varilin içine düştü. Caitlin adamın her yanının dışkıya bulandığını görerek batmasını izledi. Adamın burada uyanacağı fikri Caitlin’in hoşuna gitti ve sonunda tatmin oldu.

İyi diye düşündü. Ait olduğun yeri buldun.

Caitlin hemen Ruth’u hatırladı. Ona doğru koştu ve sırtındaki kemer izine baktı; Ruth bir köşeye sinmiş, yavaş yavaş ayaklarının üzerine doğruluyordu. Caleb de yanlarına geldi, Ruth yüzünü Caitlin’in kucağına koyup inlerken Caitlin onu kontrol etti ve alnını öptü.

Ruth birden onlardan kurtuldu ve dar sokağın karşısına kıza doğru fırladı.

Caitlin de oraya doğru döndü ve aniden hatırladı. O da kıza doğru aceleyle gitti.

Ruth kıza ulaşmış yüzünü yalıyordu. Histerik bir şekilde ağlayan kız yavaşça sustu, Ruth’un dili onun düşüncelerini dağıtmıştı. Orada, çamurun içinde kirli, her yanı çamur olmuş elbisesiyle oturuyordu. Sırtında kemer izleri vardı ve bu izlerin arasından kan sızıyordu. Şaşkın bir şekilde Ruth’a baktı.

Ruth yalamaya devam ettikçe ıslak gözleri daha da büyüdü. Sonunda elini uzattı, usulca ve tereddütle Ruth’u okşadı. Ardından uzandı ve ona sarıldı. Ruth da ona sokularak karşılık verdi.

Caitlin bunun inanılmaz olduğunu düşündü. Ruth bu kızı yüzlerce blok öteden fark etmişti. Sanki ikisi birbirlerini çok uzun zamandır tanıyorlardı.

Caitlin yaklaştı ve kızın yanına diz çöktü, elini uzattı ve onun oturmasına yardım etti.

“İyi misin?”

Kız şok içinde Caitline’e ve ardından Caleb’e baktı. Sanki bu insanların kim olduklarını düşünüyor gibi pek çok defa gözlerini kırptı.

Sonunda yavaşça evet anlamında başını salladı. Gözleri sonuna kadar açıktı ve konuşamayacak kadar korkmuştu.

Caitlin elini uzattı ve nazik bir biçimde yüzüne düşen çamurlu saçları arkaya doğru itti. “Her şey geçti. Artık sana zarar veremez.”

Kız tekrar ağlamaya başlayacakmış gibi görünüyordu.

“Benim adım Caitlin ve bu da Caleb.”

Kız onlara baktı, hala konuşmuyordu.

Caitlin “Senin adın ne?” diye sordu.

Bir süre sonra kız nihayet cevap verdi: “Scarlet."

Caitlin gülümsedi. “Scarlet," diye tekrarladı. “Ne kadar zarif bir isim. Ailen nerede?”

Kız başını salladı. “Ailem yok. O benim sahibim. Ondan nefret ediyorum. Beni her gün dövüyor. Hem de hiç neden yokken. Ondan nefret ediyorum. Lütfen beni ona geri vermeyin. Başka hiç kimsem yok.”

Caitlin Caleb’e döndü ve Caleb’in de kendisine bakmakta olduğunu gördü, ikisi de aynı anda aynı şeyleri düşünüyorlardı.

Caitlin “Şimdi güvendesin,” dedi. “Artık endişelenmene gerek yok. Bizimle gelebilirsin.”

Scarlet’in gözleri şaşkınlık ve sevinçle sonuna kadar açıldı ve neredeyse gülümseyecekti.

“Gerçekten mi?”

Caitlin ona bakarak gülümsedi ve elini uzattı. Scarlet uzatılan eli tutarak ayaklarının üzerine doğrulmaya çalıştı. Caitlin, onun sırtındaki, aralarından hala kan sızan yaraları gördü ve içinde derinlerde bir yerde birden bir gücün kendisine üstün gelmekte olduğunu hisetti. Aiden’ın ona öğretmiş olduğu şeyi, evrenle bir olma gücünü düşündü ve yine aniden derinlerde daha önce hiç bilmediği bir gücün kabardığını hissetti. Daima, öfkelendiği bir durum karşısında duyduğu gücü hissederdi ama bunun gibi bir gücü daha önce hiç mi hiç hissetmemişti. Bu farklıydı, yeni bir güçtü, ayaklarından bacaklarına doğru çıkıyor, gövdesinden kollarına ve parmak uçlarına yayılıyordu.

Bu iyileştirme gücüydü.

Caitlin gözlerini kapadı ve ileriye doğru uzanarak ellerini nazikçe Scarlet’in sırtına, izlerin olduğu yere koydu. Derin derin nefes aldı ve evrenin gücünü, Aiden’ın one verdiği bütün becelerileri geri çağırdı ve kıza beyaz ışık göndermeye odaklandı. Caitlin ellerinin gittikçe ısındığını ve içinden inanılmaz bir enerjinin dışarıya aktığını hissetti.

Caitlin tekrar gözlerini açtığında ne kadar zaman geçtiğinden emin değildi. Başını yukarı çevirdi, gözlerini yavaşça açtı ve Scarlet’in, hayretler içinde ona bakmakta olduğunu gördü. Caleb de dikkatle Caitlin’e bakıyordu ve o da hayrete düşmüştü.

Caitlin başını indirdi ve Scarlet’in yaralarının tamamen iyileşmiş olduğunu gördü.

Scarlet “Sen büyücü müsün?” diye sordu.

Caitlin gülümsedi. “Onun gibi bir şey.”

Sahiplenilmiş

Подняться наверх