Читать книгу Kehanet Gecesi - Пол Остер, Пол Бенджамин Остер - Страница 6

Оглавление

Uzun zamandır hastaydım. Hastaneden taburcu olacağım gün geldiğinde neredeyse yürümeyi unutmuştum, kim olduğumu bile güçlükle hatırlıyordum. Gayret et, dedi doktor, üç-dört ay içinde eski haline dönersin. Ona inanmasam da öğüdünü tuttum. Hayatımdan umut kesilmişti, herkesin tahminini çürütüp nasıldır bilinmez ölümden kurtulduğuma göre beni bekleyen bir gelecek varmışçasına yaşamak dışında bir seçeneğim kalmış mıydı?

Sokağa çıkıp kısa mesafelere yürümeye başladım, evimden bir-iki sokak uzaklaşıyor, sonra geri dönüyordum. Daha otuz dört yaşındaydım, ama aslına bakarsanız hastalık beni yaşlı bir adama döndürmüştü, hani şu adımını atmadan önce hangi ayağının hangisi olduğunu anlayabilmek için önce yere bakan, ayağını sürüye sürüye yürüyen sarsak ihtiyarlar gibi olmuştum. O günlerdeki gibi adımlarımı ağır ağır atarken bile, yürümek kafamın içini sanki tuhaf bir biçimde boş ve ağırlıksız kılıyor, karmakarışık işaretler ve çapraz teller birbiriyle savaşıyordu. Dünya gözlerimin önünde sıçrıyor, akıyor, bozuk bir aynadaki yansılar gibi kıvrılıp bükülüyor ve ne zaman bakışlarımı bir tek şeye yöneltmeye, döne döne üzerime gelen renklerin içinden bir tek nesneyi ayırmaya çalışsam –örneğin bir kadının başına örttüğü mavi bir eşarp ya da yanımdan geçen bir kamyonun kırmızı arka ışıkları– o nesne hemen çözülüp dağılmaya başlıyor, bir bardak suya damlayan boya gibi yok oluyordu. Her şey titreyip sallanıyor, dört bir yana fırlıyordu; ilk birkaç hafta bedenimin nerede bitip dünyanın geri kalanının nerede başladığını saptamakta zorlandım. Duvarlara, çöp bidonlarına tosluyor, köpeklerin kayışlarına, başıboş uçuşan kâğıt parçalarına dolanıyor, en ufak bir girintisi çıkıntısı olmayan kaldırımlarda tökezliyordum. Hayatım boyunca New York’ta yaşamıştım, ama artık ne sokakları ne de kalabalıkları anlayabiliyordum, ne zaman kısa bir yürüyüş yapmak için sokağa çıksam yabancı bir kentte yolunu kaybetmiş bir adam gibi hissediyordum kendimi.

O yıl yaz erken geldi. Haziranın ilk haftasının sonunda hava durgun, boğucu, soluk aldırmayan bir hal almıştı; gökyüzü günlerce hareketsiz, yeşilimsi kalıyordu, çöp dumanları ve egzoz kokusu havayı tıkıyordu; her bir tuğladan ve beton bloktan sıcak fışkırıyordu. Yine de çabalıyordum, her sabah kendimi zorlayarak merdivenlerden iniyor, sokağa çıkıyordum; kafamın içindeki karışıklık azalmaya, gücüm yavaş yavaş yerine gelmeye başladığında semtin daha uzak köşelerine kadar uzatmaya başladım yürüyüşlerimi. On dakika yirmi dakika oldu, bir saat iki saate çıktı, üç saat dörde. Soluğum kesilerek, kan ter içinde, bir başkasının rüyasındaki bir seyirci gibi dolandım sokaklarda, dönmeye devam eden dünyayı gözleyip bir zamanlar çevremdeki insanlar gibi olduğuma şaşırıp durdum; hep koşuşturan, hep bir yerden bir yere giden, hep geç kalan, akşam olmadan önce dokuz iş daha çıkarmaya çalışan insanlar gibi. Artık bu oyunu oynayacak durumda değildim. Artık hasarlı maldım, bozuk parçalardan ve nörolojik bilmecelerden oluşan bir kütleydim ve bütün bu çılgınca koşuşturma bana vız geliyordu. Araya beni rahatlatacak bir şey sokmak için yeniden sigaraya başladım, öğle sonralarımı klimalı kahvehanelerde geçirdim, limonata ve peynirli sandviç ısmarlayıp çevremdekilerin konuşmalarına kulak verdim, üç ayrı gazetenin her bir makalesini satır satır okudum. Zaman geçti.

Söz konusu sabah –18 Eylül 1982– saat dokuz buçukla on arasında evden çıktım. Karımla ben Brooklyn’in Cobble Hill Mahallesi’nde oturuyorduk, burası Brooklyn Heights ile Carroll Gardens’ın ortasındadır. Yürüyüşe çıktığımda genellikle kuzeye yönelirdim ama o sabah güneye döndüm, Court Sokağı’na gelince sağa saptım ve altı-yedi sokak geçtim. Gökyüzü çimento rengiydi: gri bulutlar, gri bir hava, gri rüzgârların taşıdığı gri bir çisenti. Böyle havalara hep zaafım olmuştur, bu yüzden o kasvet hoşuma gitti, yazın en sıcak günlerinin geride kalmış olmasına hiç üzülmedim. Yola çıktıktan on dakika kadar sonra Carroll Sokağı’yla President Sokağı’nın arasında, karşı kaldırımda bir kırtasiyeci ilişti gözüme. Bir ayakkabı tamircisiyle yirmi dört saat açık olan bir içki dükkânının arasına sıkışmıştı, eski püskü, basit binaların arasında tek aydınlık yüzlü cephe onunkiydi. Açılalı çok olmamıştır, diye düşündüm, ancak yeni görünümüne ve vitrinin akıllıca tasarlanmış olmasına karşın (New York’un siluetini akla getirecek biçimde kule gibi üst üste konulmuş tükenmez kalemler, kurşunkalemler ve cetveller) Kâğıt Sarayı, ilginç şeyler içerecek kadar büyük durmuyordu. Karşı kaldırıma geçip dükkâna girmeye karar verdiysem bunun nedeni –kendim bilmesem de, içimde biriken dürtünün farkında olmasam da– içten içe yeniden çalışmaya başlamayı arzulamamdı. Mayısta hastaneden eve dönüşümden bu yana tek satır yazmamıştım, yazmak için en ufak bir heves de duymamıştım. Şimdi, dört aylık bir kayıtsızlık ve sessizlik döneminin ardından aklıma yeniden malzeme stoku edinmek geldi: yeni kurşunkalemler ve tükenmezler, yeni bir not defteri, yeni mürekkep kartuşları ve silgiler, yeni bloknotlar ve klasörler, yeni her şey.

Dükkânın ön tarafındaki kasanın arkasında bir Çinli oturuyordu. Benden daha genç duruyordu, dükkâna girerken vitrinden içeri baktığımda adamın bir bloknotun üzerine eğilmiş olduğunu gördüm, elindeki karakalemle sütun sütun rakamlar yazıyordu. O gün hava çok serin olmasına rağmen adamın üzerinde kısa kollu bir gömlek vardı; şu incecik, bol kesimli, yakası açık duran yazlık şeylerden; gömlek, onun esmer kollarının sıskalığını iyice ortaya çıkarıyordu. Kapıyı açarken bir çıngırtı duyuldu, adam başını kaldırıp beni başıyla nazikçe selamladı. Ben de ona selam verdim ama bir şey söylememe fırsat kalmadan adam başını yeniden önüne eğdi, hesaplarına döndü.

Ya tam o sırada dışarıdaki Court Sokağı’nda trafik durdu ya da dükkânın dökme vitrin camı olağanüstü kalındı, çünkü içerde neler satıldığını görmek için rafların arasındaki ilk koridordan yürürken dükkânın içinin ne kadar sessiz olduğu dikkatimi çekti. Günün ilk müşterisi bendim, dükkânın içindeki sessizlik öylesine belirgindi ki arkamda kalan adamın kaleminin cızırtısını duyabiliyordum. O sabahı ne zaman düşünsem, aklıma ilk gelen, o kalemin cızırtısı olur. Anlatmak üzere olduğum hikâyenin bir anlamı varsa eğer, her şeyin o anda başladığına inanıyorum, dünyada o kurşunkalemin sesinden başka ses kalmadığı o birkaç saniye içinde.

Koridorun sonuna kadar yürüdüm, iki-üç adımda bir durup raflardaki malzemeyi inceliyordum. Çoğunun bildik büro ve okul malzemesi olduğu çıktı ortaya, ama böylesine ıkış-tıkış dolu bir yer için çeşitler eksiksiz sayılırdı; böyle bol çeşidi stoklayıp düzenlemek için gösterilen özen beni etkiledi; görünüşe bakılırsa her şey vardı burada, altı değişik boyda pirinç ataştan tam on iki değişik modelde kâğıt klipsine kadar. Köşeyi dönüp öteki koridordan ön tarafa doğru yürümeye başladığımda raflardan birinin nitelikli ithal mallara ayrılmış olduğunu gördüm: İtalya’dan deri ciltli bloknotlar, Fransa’dan adres defterleri, Japonya’dan pirinç kâğıdından zarif dosyalar. Almanya’dan ve Portekiz’den gelme bir öbek not defteri de vardı. Portekiz malı olanlar özellikle ilgimi çekti, ciltli kapakları, kareli sayfaları, leke tutmayan sağlam kâğıttan oluşan dikişli formalarıyla daha ilkini elime aldığım anda bu defterlerden bir tane satın alacağımı biliyordum. Defter öyle gösterişli ya da dikkat çekici filan değildi. Kullanışlı bir maldı: ağırbaşlı, basit, işe yarar. Hediye verilecek türden değildi. Ama ciltli oluşu hoşuma gitmişti, biçimi de: yirmi üç buçuk santime on sekiz buçuk; çoğu defterden biraz daha kısa ve biraz daha enliydi. Nedenini soracak olsanız bilemem ama defterin boyutları bana çok tatmin edici geldi, onu elime ilk aldığımda fiziksel zevke benzer bir şey hissettim, nedense birden çok rahatlamıştım. Rafta yalnızca dört defter kalmıştı, her biri farklı renkteydi: siyah, kırmızı, kahverengi ve mavi. Maviyi seçtim, zaten en üstte o duruyordu.

İhtiyacım olan şeyleri bulmam beş dakikamı aldı, sonra hepsini toplayıp ön tarafa götürdüm, tezgâhın üzerine bıraktım. Adam bana yine kibarca gülümsedi, sonra da yazarkasasının tuşlarına dokunarak aldığım çeşitli malzemenin fiyatlarını girmeye başladı. Ancak sıra mavi deftere geldiğinde biraz durakladı, defteri havaya kaldırdı, parmaklarını hafifçe kapağının üzerinden geçirdi. Beğendiğini gösteren bir hareket, neredeyse bir okşayıştı bu.

“Hoş bir defter,” dedi, ağır aksanlı bir İngilizce’yle. “Ama artık yok. Portekiz’den yok. Çok üzücü bir hikâye.”

Ne dediğini anlayamamıştım, sözlerini açıklamasını, dediğini tekrar etmesini istemektense defterin ne kadar hoş, ne kadar sade olduğu hakkında bir şeyler mırıldandım ve sonra konuyu değiştirdim. “Burayı açalı çok oldu mu?” diye sordum. “Pek yeni ve pek temiz görünüyor.”

“Bir ay,” dedi adam. “Ağustosun 10’unda büyük açılış.”

Bunu açıklarken sırtını dikleştirir gibi oldu, çocukça, askerce bir gururla göğsünü şişirdi, ama ona işlerin nasıl gittiğini sorduğumda mavi defteri yavaşça tezgâhın üzerine bırakıp başını iki yana salladı. “Çok yavaş. Bir sürü tatsızlık.” Adamın gözlerine baktığımda ilk başta sandığımdan birkaç yaş daha büyük olduğunu fark ettim, en azından otuz beş yaşında vardı, hatta belki de kırk. Sabredip işlerin açılmasını beklemesi hakkında bir şeyler gevelediysem de adam başını iki yana sallayıp gülümsemekle yetindi. “Hep isterdim dükkânım olsun,” dedi. “Bunun gibi bir dükkân, defterler, kalemler filan. Benim büyük Amerikan rüyamdı. Herkese iş, tamam mı?”

“Tamam,” dedim, ama hâlâ adamın neden söz ettiğini tam olarak anlayabilmiş değildim.

“Herkes kelimeler yapar,” diye devam etti adam. “Herkes bir şeyler yazar. Okuldaki çocuklar benim defterlerime derslerini yazarlar. Öğretmenler defterlerime notlarını yazarlar. Benim sattığım zarflarda aşk mektupları gönderilir. Muhasebeciler için muhasebe defterleri, alışveriş listeleri için bloknotlar, haftayı planlamak için ajandalar. Buradaki her şey hayat için önemli, bu da beni mutlu ediyor, hayatıma onur katıyor.”

Adam bu kısa konferansı öyle ciddi bir havayla vermiş, meramını ve kendini adadığı şeyi öylesine bir ağırbaşlılık içinde ortaya koymuştu ki, duygulandığımı itiraf etmeliyim. Müşterilerine kâğıdın doğaüstü niteliği hakkında açıklamalarda bulunan, insanları ilgilendiren çeşitli konularda kendisinin önemli bir rol oynadığına inanan bu kırtasiyeci nasıl bir adamdır diye merak ettim. Bu durumun gülünç bir yanı vardı sanırım, ama adamın konuşmasını dinlerken ona gülmek aklımın ucundan bile geçmedi.

“Haklısınız,” dedim. “Sizinle tamamen aynı fikirdeyim.”

Yaptığım kompliman adamın keyfini yerine getirir gibi oldu. Hafifçe gülümseyerek ve başını eğerek yazarkasanın tuşlarına yeniden dokunmaya başladı. “Burada, Brooklyn’de pek çok yazar var,” dedi. “Bütün mahalle yazar dolu. Belki benim dükkânım için iyi olur.”

“Belki,” dedim. “Yazarların sorunu, pek çoğunun harcayacak fazla parasının olmaması.”

“Ya,” dedi, başını yazarkasadan kaldırarak, yüzünde genişleyen gülümseme çarpık dişlerini ortaya çıkarmıştı. “Siz de yazar olmalısınız.”

“Kimselere söylemeyin,” dedim, şaka yaparcasına. “Bu bir sır.”

Çok da gülünesi bir şey söylememiştim, ama belli ki adamın komiğine gitmişti, bir süre gülmekten yere yuvarlanmamak için kendini tuttu. Kahkahasının tuhaf, kesik ve kuvvetli bir ritmi vardı, konuşmakla gülmek arası bir şeydi, gırtlağından bir dizi kısa, mekanik titreşim olarak çıkıyordu: ha ha ha, ha ha ha, ha ha ha. “Yok kimseye söylemek,” dedi, kahkahaları dinince. “Çok gizli. Sizinle benim aramda. Ağzıma fermuar çektim. Ha ha ha.”

Yazarkasanın başındaki işine döndü, aldığım malzemeyi büyük beyaz bir torbaya koyduktan sonra yeniden ciddileşti. “Eğer günün birinde mavi Portekiz defterine bir hikâye yazarsanız,” dedi, “çok mutlu olurum. Kalbim sevinçle dolar.”

Buna nasıl bir yanıt vermem gerektiğini bilemedim, ama aklıma söyleyecek bir şey gelmeden adam gömleğinin cebinden bir kartvizit çıkardı, tezgâhın üzerinden bana uzattı. Kartın üst kısmında büyük harflerle KÂĞIT SARAYI yazıyordu. Arkasından adres ve telefon numarası geliyordu, sonra da sağ alt köşede son bir bilgi vardı: M.R. Chang, Mal Sahibi.

Gözlerimi karttan ayırmadan, “Teşekkür ederim Mister Chang,” dedim. Sonra kartı cebime atıp hesabı ödemek için cüzdanımı çıkardım.

“Mister değil,” dedi Chang, yüzünde yine o geniş gülümseme vardı. “M.R. Böyle yazılınca daha önemliymiş gibi duruyor. Daha Amerikan.”

Yine ne diyeceğimi bilemedim. Bu harflerin ne anlama gelebileceği hakkında kafamdan bir-iki şey geçtiyse de bunları dile getirmedim. Mühim Rakamlar. Muhtelif Rivayetler. Markalı Resimler. Bazı düşünceleri söylememekte yarar vardır, ben de kasvetli şakalarımla adamcağızı sıkmak istemedim. Kısa ve sıkıntılı bir sessizlikten sonra adam bana beyaz torbayı uzatıp teşekkür anlamında önümde eğildi.

“İşinizde iyi şanslar dilerim,” dedim.

“Çok küçük yer,” dedi. “Fazla mal da yok. Ama istediğiniz şeyi söylerseniz hemen getirtirim. Ne isterseniz getirtirim.”

“Tamam,” dedim, “anlaştık.”

Gitmek üzereydim ki Chang tezgâhın arkasından fırlayıp seğirtti, kapıda yolumu kesti. Görünüşe bakılırsa az önce çok önemli bir iş bağlamış olduğumuza inanıyor ve elimi sıkmak istiyordu. “Anlaştık,” dedi. “Sizin için de iyi, benim için de. Tamam mı?”

“Tamam,” diyerek elimi sıkmasına izin verdim. Bu işi bu kadar büyütmek saçma geliyordu bana, ama zararsız bir oyundu. Hem dükkândan çıkmak istiyordum ve ne kadar az konuşursam o kadar çabuk yoluma devam edebilecektim.

“Siz isteyin, ben bulayım. Ne olursa olsun bulurum. M.R. Chang istediğiniz malı getirtir.”

Bunu söyledikten sonra kolumu iki-üç kez daha sıktı, sonra geçmem için kapıyı açtı; onun yanından geçip serin eylül gününe çıkarken o hâlâ başını sallayıp gülümsüyordu.[1]


Mahalledeki lokantalardan birine uğrayıp kahvaltı etmeyi planlamıştım, ama evden çıkmadan önce cüzdanıma koyduğum yirmi dolarlık banknot azalıp üç dolara inmişti, biraz da bozuk param vardı, o kadar. Hatta vergiyi ve bahşişi eklerseniz lokantanın spesiyalitesi olan 2.99’luk mönüye bile yetmeyecekti. Elimde o torba olmasaydı yürümeyi sürdürürdüm ama elimdeki yükle sokaklarda dolanmanın bir anlamı yoktu, o arada hava da tatsızlaştığından (çisenti tam anlamıyla sağanağa dönüşmüştü) şemsiyemi açtım ve eve dönmeye kadar verdim.

Günlerden cumartesiydi ve ben evden ayrılırken karım hâlâ yataktaydı. Grace dokuz-beş arası çalışıyordu ve ancak hafta sonlarında geç saatlere kadar uyuyabiliyor, saatin alarmı çalmadan uyanma lüksüne sahip olabiliyordu. Karımı rahatsız etmemek için olabildiğince sessiz davranarak evden çıkmış, çıkmadan önce de bir not yazıp mutfak masasının üzerine bırakmıştım. Şimdiyse bıraktığım notun altına birkaç cümle eklenmişti. Sidney: Umarım yürüyüşün eğlenceli geçmiştir. Bir-iki ufak tefeği halletmek için dışarı çıkıyorum. Fazla kalmam. Seninle çiftlikte görüşürüz. Sevgiler, G.

Koridorun sonundaki çalışma odama gittim ve satın aldıklarımı torbadan çıkardım. Odam gardıroptan az büyük bir yerdi; bir çalışma masası, bir koltuk ve dört tanecik rafı olan minik bir kitaplık ancak sığıyordu içine, ama benim ihtiyacımı görüyordu, ihtiyacım da hiçbir zaman koltuğa oturup kâğıtlara yazı yazmaktan öte gitmemişti. Hastaneden taburcu edilmemden bu yana o odaya birkaç kez girmiştim, ama o eylül sabahına kadar –buna söz konusu sabah demeyi yeğliyorum– koltuğa bir kez bile oturmamıştım. Şimdi, acıyan, takatsiz popomu koltuğun sert tahtasına koyarken kendimi uzun ve zorlu bir yolculuktan dönen biri, dünyada hak ettiği yeri talep etmek üzere geri gelen bahtsız bir yolcu gibi hissettim. Yeniden o odada olmak güzeldi, orada olmayı istemek güzeldi; eski masama yeniden yerleşirken beni sarıp sarmalayan mutluluğun hemen arkasından bu an’ı, mavi deftere bir şeyler karalayarak ölümsüzleştirmeye karar verdim.

Dolmakalemime yeni bir mürekkep kartuşu yerleştirdim, defterin ilk sayfasını açtım ve en üstteki satıra baktım. Nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Bu girişimimin amacı özel bir şey yazmak değil, yazma yeteneğine hâlâ sahip olduğumu kendime kanıtlamaktı; bunun da anlamı, bir şeyler yazabildiğim sürece ne yazdığımın önemi olmadığıydı. Ne yazsam olurdu, herhangi bir cümle yeterliydi, yine de o deftere yazdığım ilk satırların aptalca şeyler olmasını istemiyordum; böylece sayfadaki küçük karelere, beyaz kâğıdı enlemesine ve boylamasına kateden ve o beyazlığı minik, birbirinin eşi kutulardan oluşan bir araziye çeviren sıra sıra açık mavi çizgilere bakarak zaman geçirdim; düşüncelerim o ince çizgili alanlara girip çıkarken birkaç hafta önce arkadaşım John Trause ile yaptığım bir konuşmayı hatırladım. Birlikteyken kitaplardan pek söz etmezdik, ama o gün John bana gençken hayranı olduğu romancılardan bazılarının kitaplarını yeniden okuduğunu söyledi; bu kişilerin yapıtlarının zamana karşı koyup koyamadığını merak ediyordu, aynı zamanda yirmi yaşındayken yaptığı değerlendirmelerin bugün için de, neredeyse yolun yarısına gelmişken geçerli olup olmadığını bilmek istiyordu. On tane yazara değindi, yirmi yazara, Faulkner ve Fitzgerald’dan Dostoyevski’ye ve Flaubert’e kadar herkese sıra geldi, ama aklımdan hiç çıkmayan ve şimdi, önümde açık duran mavi defterle çalışma masamda oturduğum sırada aklıma gelen, konunun dışına çıkarak Dashiell Hammett’in kitaplarından birindeki bir anekdotla ilgili söylediği şey oldu. “Bunun bir yerinde bir roman gizli,” demişti John. “Bunu kendim yapmayı isteyemeyecek kadar yaşlıyım artık, ama senin gibi genç bir punk bunu gerçekten işleyebilir, iyi bir iş çıkarabilir. Müthiş bir malzeme. Yapacağın tek şey, bundan bir hikâye çıkarmak.”[2]

Malta Şahini’nin yedinci bölümündeki Flitcraft olayından söz ediyordu John, Sam Spade’in, Brigid O’Shaughnessy’ye, hayatından çıkıp giden ve bir daha görünmeyen adamdan söz ettiği tuhaf olay. Flitcraft, tam anlamıyla beylik bir adam, bir koca, bir baba, başarılı bir işadamı, yakınacak bir şeyi olmayan biri. Bir gün öğle yemeğine giderken bir binanın onuncu katındaki bir inşaattan bir kalas düşüyor ve onun başına çarpmasına ramak kalıyor. Birkaç santim yana gelse Flitcraft paramparça olacak, ama kalas ıska geçiyor, kaldırıma çarpınca kopup fırlayan bir taş parçasının yüzüne rastlaması dışında Flitcraft yara bere almadan oradan uzaklaşıyor. Ucuz kurtulsa da sarsılıyor adam ve bu olayı kafasından çıkarıp atamıyor. Hammett’in dediği gibi: ‘Sanki biri, hayatın kapağını kaldırıp ona içindeki mekanizmayı göstermişti.’ Flitcraft, dünyanın sandığı gibi huzurlu ve düzenli bir yer olmadığını anlar, başından beri dünyayı yanlış tanımış, hatta hiç anlamamış olduğunu fark eder. Dünyayı rastlantılar yönetmektedir. Ömrümüzün her günü rastlantılarla kuşatılmıştır, her an ölebiliriz, hem de hiçbir neden olmadan. Flitcraft yemeğini bitirdiğinde, bu tahrip edici güce boyun eğmekten başka seçeneği olmadığına karar verir, anlamsız, gelişigüzel bir hareketle kendini yadsıyıp hayatını silip atacaktır. Âdeta ateşe ateşle karşılık verecektir, masadan kalkar, eve dönüp ailesiyle vedalaşmak zahmetine katlanmadan, hatta bankadan para bile çekmeden başka bir kente gider ve yepyeni bir hayata başlar.

İki hafta önce John’la bu bölüm üzerinde tartışmamızdan beri bu öyküyü ayrıntılarıyla anlatmaya kalkışmak isteyebileceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Bunun iyi bir malzeme olduğunda onunla hemfikirdim; iyiydi, çünkü hepimiz bir yerde yaşadığımız hayatı bırakmayı düşünmüşüzdür; iyiydi, çünkü şu ya da bu zamanda hepimiz bir başkası olmayı istemişizdir; ancak hemfikir olmam düşüncemi gerçekleştirmek istediğim anlamına gelmiyordu. Ama o sabah, neredeyse dokuz aydır ilk kez çalışma masamda oturmuş yeni satın aldığım deftere bakarken, beni sıkıntıya sokmayacak ve cesaretimi kırmayacak bir açılış cümlesi bulmaya çabalarken, şu eski Flitcraft olayını bir denemeye karar verdim. Bu düşüncem bir bahaneydi elbette, işe girişmek için bir yol arıyordum. Birkaç tane ilginç sayılabilecek fikir çiziktirebilirsem en azından başladım diyebilirdim, yirmi dakika sonra kalemi elimden bıraksam ve bir daha ona asla elimi sürmesem de. Böylece dolmakalemimin kapağını açtım, ucunu mavi defterin ilk sayfasının en üstündeki satıra değdirdim ve yazmaya başladım.

Sözcükler hızla döküldü kâğıda, akar gibi, görünüşte beni fazla zorlamadan. Bu bana şaşırtıcı geldi, ama elimi soldan sağa götürebildiğim sürece bir sonraki sözcük hep hazırda bekler gibiydi, kalemimin ucundan çıkmak için bekliyordu. Benim Flitcraft’ımın adı Nick Bowen’dı. Otuzlu yaşlarının ortasında olan bu adam, New York’ta büyük bir yayınevinde çalışıyordu, Eva adında bir karısı vardı. Hammett’in prototipinin örneğini izleyen Bowen, işinde mutlaka iyiydi, meslektaşları ona hayrandılar, para sorunu yoktu, mutlu bir evliliği vardı filan. Ya da sıradan bir gözlemciye böyle görünüyordu, ama benim anlattığım şekliyle hikâyemin başlangıcında Bowen bir süredir huzursuzdu. İşinden sıkılmıştı (bunu açıkça söylemeye yanaşmasa da), beş yıldır Eva’yla görece sağlam ve huzurlu bir birliktelik yürüttükten sonra evliliği tıkanma noktasına gelmişti (bu gerçekle yüzleşmeye de cesareti olmamıştı). Tomurcuklanan hoşnutsuzluğu üzerinde kafa yormak yerine Nick boş zamanlarını Tribeca’nın Desbrosses Sokağı’ndaki bir tamirhanede geçirmekte, evliliğinin üçüncü yılında satın aldığı ve şimdi bozuk olan Jaguar’ın motorunu yeniden adam etme konusundaki uzun vadeli projeyle meşgul olmaktadır. New York’un saygın bir yayınevinde üst düzeyde genç bir editördür ama aslında elleriyle çalışmaktan hoşlanmaktadır.

Hikâyenin başında, Bowen’ın masasında bir roman dosyası durmaktadır. Kehanet Gecesi gibi anlamlı bir ad taşıyan bu kısa romanın yazarı sözümona Sylvia Maxwell’dir, yirmili-otuzlu yılların sevilen bir romancısı olan bu kadın öleli neredeyse yirmi yıl olmuştur. Dosyayı gönderen ajans, bu kayıp romanın, Maxwell’in Jeremy Scott adında bir İngiliz’le Fransa’ya kaçtığı 1927 yılında tamamlandığını söylemiştir. Scott, dönemin sıradan bir sanatçısıdır, daha sonra İngiliz ve Amerikan filmlerinde dekor tasarımcısı olarak çalışmıştır. İkisi arasındaki ilişki on sekiz ay sürmüş, bitince de Sylvia Maxwell, romanını Scott’un yanında bırakarak New York’a dönmüştür. Scott romanı ölene kadar saklamış, hikâyemin başlamasından birkaç ay önce seksen yedi yaşında öldüğü zaman vasiyetinde, dosyayı Maxwell’in torunu olan Rosa Leightman adında genç bir Amerikalı kadına bıraktığına ilişkin bir madde olduğu görülmüştür. Ajansa romanı gönderen bu kadındır, başka kimse okumadan romanın Nick Bowen’a gönderilmesi konusunda kesin talimat veren de odur.

Paket bir cuma günü akşamüzeri ulaşır Nick’in masasına, Nick birkaç dakika önce hafta sonu tatiline çıkmıştır. Pazartesi sabahı işe geldiğinde dosya masasının üzerinde durmaktadır. Nick, Sylvia Maxwell’in öteki romanlarını hayranlıkla okumuştur, bu yüzden buna başlamak için can atar. Ancak daha ilk sayfayı çevirdiğinde telefonu çalar. Asistanı, Rosa Leightman’ın resepsiyonda olduğunu, kendisini birkaç dakikalığına görmek istediğini bildirir. İçeri gönder, der Nick ve romanın başlangıç cümlelerini (Savaş bitmek üzereydi, ama biz bunu bilmiyorduk. Hiçbir şey bilemeyecek kadar küçüktük, savaş her yerde olduğundan bilemezdik de…) henüz okuyamadan Sylvia Maxwell’in torunu kapıdan içeri girer. Üzerinde çok sade bir elbise vardır, neredeyse makyajsızdır, kısa kesilmiş saçları günün modasına uygun değildir, ama Nick onun yüzünü o kadar güzel, insanın içini acıtacak kadar genç ve savunmasız bulur, umudun ve katıksız insan enerjisinin simgesi olarak (birden düşünmüştür bunu) görür ki bir an soluksuz kalır. Ben de Grace’i ilk gördüğümde böyle olmuştum, beynime yediğim darbe beni hareketsiz bırakmıştı, soluk alamıyordum, bu yüzden bu duyguları Nick Bowen’a aktarmak ve öteki hikâyenin koşulları içinde hayal etmek hiç de güç gelmedi bana. Durumu daha da kolaylaştırmak için Rosa Leightman’a Grace’in bedenini vermeye karar verdim; dizindeki çocukluktan kalma yara izinden hafifçe yamuk sol kesici dişine ve çenesinin sağ tarafındaki lekeye kadar en küçük, en ince özelliklerini aktardım ona.[3]

Bowen’ı ise, özellikle kendime benzemeyen biri olarak yarattım, benim zıddımdı. Ben uzun boyluyum, bu yüzden Bowen’ı kısa boylu yaptım. Benim saçlarım kızılımsıdır, onunkilerse koyu kahve oldu. Ayakkabı numaram kırk beştir, Bowen’ınki kırk oldu. Onu bildiğim birine benzetmedim (en azından bilerek yapmadım bunu), ama onu zihnimde oluşturmayı tamamlayınca şaşırtıcı derecede gerçek göründü gözüme, neredeyse görebilecek gibiydim onu, sanki odaya girmiş ve yanıma gelmişti, elini omzuma koymuş masaya bakıyordu, yazdığım sözcükleri okuyordu… kendisine kalemimle hayat vermemi izliyordu.

Nick sonunda Rosa’ya oturmasını işaret eder, Rosa masanın karşı tarafındaki bir koltuğa oturur. Uzun bir süre duraksarlar. Nick yeniden soluk almaya başlamıştır, ama aklına söyleyecek hiçbir şey gelmez. Sessizliği bozan Rosa olur, hafta sonunda kitabı okuyup okumadığını sorar Nick’e. Hayır, der Nick, çok geç ulaşmış büroya. Benim elime ancak bu sabah geçti.

Rosa ferahlamış gibidir. Çok iyi, der, bu romanın bir kandırmaca olduğunu, büyükannem tarafından yazılmadığını söylüyorlar. Ben de emin olamadım, özgün elyazmasını incelesin diye bir elyazısı uzmanı tuttum. Raporu cumartesi günü geldi, müsveddenin gerçek olduğunu söylüyor. Bilin diye anlatıyorum bunu. Kehanet Gecesi’nin yazarı Sylvia Maxwell’dir.

Kitap hoşunuza gitti galiba, der Nick; Rosa da evet der, çok etkiledi beni. 1927’de yazıldıysa, der Nick, Yanan Ev ve Kurtuluş’tan sonra olmalı, ama Ağaçlı Manzara’dan öncedir, böylece bu onun üçüncü romanı oluyor. O sırada otuz yaşında bile değildi, değil mi?

Yirmi sekizdi, der Rosa. Şimdi benim olduğum yaşta.

On beş-yirmi dakika daha konuşurlar. Nick’in o sabah yapacak yüzlerce işi vardır, ama bir türlü kıza gitmesini söylemek gelmez içinden. Bu kızın öyle bir içtenlikli, aklı başında, dürüst hali vardır ki, Nick onu biraz daha seyredip varlığını dolu dolu özümsemek ister. Kız olağanüstü güzeldir, Nick buna karar verir, özellikle de kendisi güzelliğinin ve başkalarının üzerinde bıraktığı etkinin kesinlikle farkında olmadığı için. Önemli bir şey konuşmazlar. Nick, Rosa’nın, Sylvia Maxwell’in büyük oğlunun kızı olduğunu öğrenir (Maxwell’in tiyatro yönetmeni Stuart Leightman’la yaptığı ikinci evliliğinin meyvesidir bu oğul), Chicago’da doğup büyüdüğünü de. Nick ona, bu kitabın neden önce kendisine gönderilmesinde ısrar ettiğini sorduğunda kız ona yayıncılıktan hiç anlamadığını, ama yaşayan yazarlar içinde en çok Alice Lazarre’ı sevdiğini, Nick’in o yazarın editörü olduğunu öğrendiğinde büyükannesinin kitabını teslim edeceği kişinin o olduğuna karar verdiğini söyler. Nick gülümser. Alice’in hoşuna gidecek bu, der; birkaç dakika sonra Rosa gitmek üzere ayağa kalktığında, Nick bürosundaki raflardan birinden birkaç kitap alıp Rosa’ya verir, Alice Lazarre’ın kitaplarının ilk baskılarıdır bunlar. Kehanet Gecesi umarım sizi hayal kırıklığına uğratmaz, der Rosa. Niye uğratsın ki, der Nick, Sylvia Maxwell birinci sınıf bir romancıydı. Eh, der Rosa, bu kitap ötekilerden farklı. Hangi bakımdan, diye sorar Nick. Bilmiyorum, der Rosa, her bakımdan. Okuduğunuzda kendiniz göreceksiniz.

Başka şeylere de karar vermem gerekiyordu kuşkusuz, bulup ortaya çıkarmam ve o sahneye eklemem gereken bir dizi önemli ayrıntı vardı, anlatımı doldurması, inandırıcılık katması, safra oluşturması için. Örneğin Rosa ne kadar zamandır New York’ta yaşıyordu? Orada ne yapıyordu? İşi var mıydı, varsa işini önemsiyor muydu, yoksa bu iş kirasını ödemesine yarayan bir araç olmaktan öteye gitmiyor muydu? Aşk hayatı ne durumdaydı? Bekâr mıydı, evli mi, biriyle ilişkisi var mıydı yok muydu, av peşinde miydi, yoksa doğru insanın karşısına çıkmasını sabırla bekliyor muydu? İçimden önce Rosa’yı fotoğrafçı yapmak geldi ya da belki filmlerde editör yardımcısı, Grace’in işinde olduğu gibi sözcüklere değil de imgelere bağlı bir işi olabilirdi. Kesinlikle bekâr, hiç evlenmemiş olmalıydı, ama belki biriyle ilişkisi olabilirdi; en iyisi uzun ve üzücü bir ilişkiyi yeni bitirmiş olabilirdi. Şimdilik ne bu sorulardan birinin ne de Nick’in karısıyla ilgili benzer soruların üzerinde oyalanmak istiyordum: meslek, aile geçmişi, müzik zevki, kitap zevki filan. Hikâyeyi henüz yazmıyordum, kaba hatlarıyla kurgunun taslağını yapıyordum, ikincil ayrıntıların içine gömülmem doğru olmayacaktı. Böyle yaparsam durup düşünmek zorunda kalacaktım, oysa şimdi tek amacım ağır da olsa sürekli ilerlemek, zihnimdeki resimlerin beni nereye götüreceğini görmekti. Kendimi denetim altında tutuyor değildim, bir seçim de yapmıyordum. O sabahki işim, içimde olanların peşine düşmekti, bunu yapabilmek için de elimden geldiğince hızlı kullanmalıydım kalemimi.

Nick serseri değil, kadınları baştan çıkarmaya da çalışmaz. Evlilikleri süresince karısını aldatmaya kalkışmadı hiç, şimdi de Sylvia Maxwell’in torunuyla ilgili birtakım planlar kurmuyor. Ama kızın cazibesine kapıldığı kesin, onun ışıltılı ama iddiasız tavrı onu çekmiş; Rosa ayağa kalkıp bürodan çıktığı anda Nick’in zihninden ansızın –gökgürültüsü gibi gürleyen şehvet– bu kadınla yatağa girmek için büyük olasılıkla elinden geleni yapacağı geçer, evliliğini feda etmek pahasına bile olsa. Erkekler günde yirmi kez böyle düşüncelere kapılırlar, bir insanın içinde bir arzu kıvılcımı doğması bu dürtüsünün peşinden gideceğini göstermez, yine de bu düşünce Nick’in aklına düşer düşmez kendisinden tiksinir, suçluluk duygusu saplanır yüreğine. Vicdanını rahatlatmak için karısını bürosundan arar (–avukatlık firması, borsa şirketi, hastane– hangisi olacağına sonra karar verilecektir) ve ona, şehirde en sevdikleri lokantada yer ayırtıp kendisini o gece akşam yemeğine götüreceğini söyler.

Saat sekizde lokantada buluşurlar. İlk içkilerini alıp iştah açıcılarla oyalanırlarken her şey yolundadır, ama sonra evle ilgili önemsiz bir konu üzerinde tartışmaya başlarlar (kırılan bir iskemle, Eva’nın kuzenlerinden birinin New York’a gelecek olması, sıradan bir şey), çok geçmeden kavga başlar. Şiddetli bir kavga değildir belki, ancak seslerinin yükselmesi tatlarının kaçmasına yeter. Nick özür diler, Eva da özrü kabul eder; Eva özür dileyince de Nick kabul eder; ama sohbetin keyfi kaçmıştır, birkaç dakika önceki uyumlu havayı yeniden yakalamaları olanaksızdır artık. Ana yemek masaya getirildiğinde her ikisi de hiç konuşmadan oturmaktadırlar. Lokanta ağzına kadar doludur, insanların konuşmalarıyla uğuldamaktadır, Nick gözlerini salonda gezdirirken birden köşedeki bir masada beş-altı kişiyle birlikte oturmakta olan Rosa Leightman’ı görür. Onun hangi yöne baktığını fark eden Eva tanıdığı birini mi gördüğünü sorar. Şu kızı, der Nick. Bu sabah büroma gelmişti. Eva’ya, Rosa’yla ilgili bir şeyler söylemeye başlar, büyükannesi Sylvia Maxwell’in yazdığı romandan söz eder, sonra konuyu değiştirmeye kalkışır, ama Eva o zamana kadar başını çevirip Rosa’nın masasına bakmıştır bile. Çok güzel bir kız, değil mi, diye sorar Nick. Eva da, fena değil, der. Ama saçları bir tuhaf Nick, giysileri de korkunç. Hiç önemi yok, der Nick. Hayat dolu, son aylarda tanıdığım insanlar içinde en hayat dolu olanı. Bir erkeğin içini dışına çevirebilecek türden biri.

Bir erkeğin karısına böyle bir şey söylemesi çok korkunç, özellikle de kocasının kendisinden uzaklaşmaya başladığını hissetmekte olan bir kadına. Eh, der Eva, savunmaya geçerek, ne yazık ki benimle evlisin. Kızın yanına gidip masamıza çağırmamı ister misin? Daha önce içi dışına çevrilen bir erkek görmemiştim. Belki de öğrenecek bir şeylerim vardır.

Az önce ağzından çıkan sözcüklerin ne kadar düşüncesizce ve gaddarca olduğunun farkına varan Nick hatasını tamir etmeye çabalar. Ben kendimden söz etmiyordum, der, herhangi bir erkekti benim dediğim. Soyut anlamda yani.

Yemekten sonra Nick ile Eva, West Village’deki evlerine dönerler. Barrow Sokağı’nda düzgün, eksiksiz bir dubleks dairedir burası, aslında masalımda John Trause’nin evini örnek almıştım, bu fikri bana veren adama sessiz bir selam olarak. Nick’in yazılacak mektupları, gözden geçirilecek faturaları vardır, Eva yatmaya hazırlanırken Nick bu ufak tefek işleri halletmek için yemek masasına oturur. Bu iş kırk beş dakikasını alır. Ama saat ilerlemiş olsa da Nick huzursuzdur, uyumaya hazır değildir. Başını yatak odasına sokar, Eva’nın hâlâ uyumamış olduğunu görür, mektupları postalamak üzere dışarı çıkacağını söyler ona. Köşedeki posta kutusuna kadar gideceğim der, beş dakikada dönerim.

İşte her şey o zaman olur. Bowen çantasını eline alır (Kehanet Gecesi’nin müsveddesi hâlâ çantadadır), mektupları çantaya atar ve postalamak üzere dışarı çıkar. İlkbahar başlarıdır, sert bir rüzgâr esmekte, sokak tabelalarını takırdatıp yerden kâğıt parçalarını ve çöpleri kaldırmaktadır. Hâlâ o sabah Rosa ile tanışmasının verdiği tedirginliği düşünen, o gece onunla bir kez daha tesadüfen karşılaşmasına bir anlam bulmaya çalışan Nick sisin içinde köşeye kadar yürür, sağına-soluna pek dikkat etmemektedir. Mektupları çantasından çıkarır ve posta kutusuna atar. Kendi içinde kırılan bir şeyler vardır, Eva ile arasında sorunlar başladığından bu yana ilk kez içinde bulunduğu durumun gerçeğini itiraf etmeye hazırdır: Evliliği başarısız olmuştur, hayatı çıkmaza girmiştir. Dönüp doğruca evinin yolunu tutacağına birkaç dakika daha yürümeye karar verir. Sokak boyunca yürür, köşeyi döner, bir sokağı daha geçer ve bir sonraki köşede yine döner. Tam on bir kat yukarıda, bir apartmanın önyüzünde yer alan kireçtaşından ufak bir çörtenin kafası, esen sert rüzgârın yardımıyla bağlı olduğu gövdeden yavaş yavaş kopmaktadır. Nick bir adım daha atar, bir adım daha, çörtenin kafası yerinden koptuğunda düşmekte olan parçanın tam altından geçmektedir. Böylece, hafifçe değiştirilmiş biçimde, Flitcraft efsanesi başlar. Nick’in başının birkaç santim uzağından geçen çörten, onun sağ kolunu sıyırır, çantayı elinden düşürtür ve sonra kaldırımda tuzla buz olur.

Darbenin etkisiyle yere düşer Nick. Şaşırmış, sersemlemiş, ürkmüştür. Önce, başına ne geldiğini anlayamaz. Taş koluna değdiğinde duyduğu bir anlık korku, çantası elinden fırladığında duyduğu bir anlık şok ve sonra kaldırıma çarpıp parçalanan çörtenin çıkardığı gürültü. Olayların hangi sırada olduğunu kavrayana kadar aradan birkaç dakika geçer, kavrayınca da kaldırımda bulunduğu yerden doğrulup kalkar, ölümden dönmüş olduğunu anlamıştır. O taş onu öldürmek üzere düşmüştür. O gece evinden çıkmasının tek nedeni o taşla buluşmasıdır ve eğer ölümden kurtulmuşsa bunun tek anlamı kendisine yeni bir hayat bahşedilmiş olmasıdır, eski hayatının bittiği, geçmiş hayatının her ânının artık bir başkasına ait olduğudur.

Bir taksi köşeyi dönüp sokakta Nick’e doğru ilerler. Nick başını kaldırır. Taksi durur, Nick biner. Nereye, diye sorar sürücü. Nick’in hiçbir fikri yoktur, bu yüzden aklına ilk gelen şeyi söyler. Havaalanına, der. Hangisine, diye sorar sürücü. Kennedy mi, LaGuardia mı, Newark mı? LaGuardia, der Nick, böylece LaGuardia’ya doğru yola koyulurlar. Alana varınca Nick bilet satılan bankoya gidip ilk uçağın ne zaman kalkacağını sorar. Nereye olan uçak, diye sorar bilet satan görevli. Nereye olursa, diye yanıtlar onu Nick. Görevli, tarifeye bakar. Kansas City’ye, der sonra, on dakika sonra yolcu almaya başlayacak bir uçak var. Tamam, der Nick, görevliye kredi kartını uzatıp, bir bilet kesin. Gidiş mi, gidiş-dönüş mü, diye sorar görevli. Yalnız gidiş, der Nick, yarım saat geçmeden de uçaktaki koltuğuna oturmuş, gecenin içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır.

O sabah onu orada bıraktım, havada, belirsiz, inanılması güç bir geleceğe doğru çılgınca uçarken. Ne kadar zamandır yazmakta olduğumu kestiremiyordum, ama istimimin bitmekte olduğunu hissediyordum, bu yüzden kalemimi elimden bırakıp ayağa kalktım. Mavi defterin topu topu sekiz sayfasını doldurmuştum, bu, iki-üç saatlik bir çalışma demekti, ama zaman öylesine hızlı geçmişti ki bana sanki ancak birkaç dakikadır defterin başındaymışım gibi geliyordu. Odadan çıkınca koridordan geçip mutfağa girdim. Hiç ummuyordum ama Grace ocağın başındaydı, çay hazırlıyordu.

“Evde olduğunu bilmiyordum,” dedi.

“Bir süre önce döndüm,” dedim. “Odamdaydım.”

Grace şaşırmış göründü.

“Kapıyı vurduğumu duymadın mı?”

“Duymadım, özür dilerim. Yaptığım işe kendimi kaptırmış olmalıyım.”

“Senden yanıt gelmeyince kapıyı açıp odana göz attım. Ama sen içerde değildin.”

“Elbette ki içerdeydim. Masamın başında oturuyordum.”

“Ama ben seni görmedim. Belki başka yerdeydin. Banyodaydın belki de.”

“Banyoya gittiğimi hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla masamdan hiç kalkmadım.”

Grace omuzlarını silkti. “Öyle diyorsan öyledir, Sidney,” dedi. Belli ki tartışacak havada değildi. Zeki bir kadındı Grace, o muzaffer, gizemli gülümsemelerinden biriyle bana baktı, sonra yine ocağa dönüp çay hazırlamayı sürdürdü.


İkindinin ortalarında yağmur kesildi, birkaç saat sonra da mahallemizdeki taksi duraklarından birinden gelen köhne bir mavi Ford, bizi John Trause ile iki haftada bir gerçekleştirdiğimiz akşam yemeğine götürmek üzere Brooklyn Köprüsü’nden geçirdi. Hastaneden çıktığımdan beri üçümüz iki haftada bir cumartesi geceleri buluşmayı âdet edinmiştik, bir bizim Brooklyn’deki evimizde (John’a yemekler pişiriyorduk) buluşuyor, bir West Village’de yeni açılan pahalı bir restoran olan Chez Pierre’de (oraya gidince John hesabı ödemekte ısrar ediyordu) bol çeşitli keyifli yemekler yiyorduk. O gecenin özgün programı saat yedi otuzda Chez Pierre’in barında buluşmaktı; ama John hafta sonundan birkaç gün önce arayıp bacağında bir sorun olduğunu ve yemeği iptal etmek istediğini söylemişti. Sorunun bir flibit krizi olduğu anlaşıldı (bir kan pıhtısı yüzünden damarın iltihaplanması); ama John cuma günü öğleden sonra arayıp kendini biraz daha iyi hissettiğini söyledi. Yürümesi doğru olmayacaktı, ama evine gidip Çin yemeği ısmarlamaktan rahatsız olmayacaksak geleneksel yemekli buluşmamızı yine de gerçekleştirebilirdik. “Gracie ile seni görmemek beni sinir eder,” dedi. “Zaten bir şeyler yemem gerek, o zaman evimde buluşup birlikte yiyelim. Bacağımı yukarı kaldırdığım sürece çok fazla ağrımıyor.”[4]

John’dan izin almadan evini mavi deftere yazdığım öyküde kullanmıştım; Barrow Sokağı’na gittiğimizde John bize kapıyı açınca hayali bir yere girmişim, var olmayan bir odaya adım atmışım gibi tuhaf ve pek de rahatsız edici diyemeyeceğim bir duyguya kapıldım. Daha önce Trause’nin evine defalarca gitmiştim, ama Brooklyn’deki evimde onun evi üzerinde saatlerce düşündükten, o evi öykümdeki kurmaca karakterlerle doldurduktan sonra orası bana kurmaca dünyaya olduğu kadar somut nesnelerin ve kanlı canlı insanların dünyasına da aitmiş gibi geliyordu. Bu duygunun kalıcı olması beni şaşırttı. Hatta gece ilerledikçe güçleniyordu; saat sekiz buçukta Çin yemeği geldiğinde, (daha iyi bir terim bulamadığım için) çifte bilinç diye adlandırabileceğim bir konuma geçmeye başlamıştım bile. Hem çevremde olan bitenin bir parçasıydım hem de çevremden kopuktum; hem kendimi Brooklyn’deki çalışma masamın başında oturmuş, mavi defterime burayı yazdığımı hayal ederken kendi zihnimin içinde serbestçe dolaşıyor, hem de Manhattan’daki dubleks bir dairenin üst katında bir koltuğa oturmuş, bedenimin içine sıkıca yerleşmiş, John’la Grace’in konuşmalarını dinliyor, hatta ben de arada bir lafa karışıyordum. Bir insanın, bulunduğu yerde değilmiş gibi görünecek derecede dalgın olması alışılmadık bir şey değil, ama işin aslı şu ki ben orada değilmiş sayılmazdım. Oradaydım ben, olan bitenin tam ortasındaydım, aynı zamanda da orada yoktum, çünkü ortada hakiki bir orası yoktu artık. Benim kafamın içinde var olan, hayali bir yerdi ve ben oradaydım da. Aynı anda iki yerde birden. Hem evde hem de öyküde. Kafamın içinde hâlâ yazmakta olduğum evin içindeki öyküde.

John itiraf etmese de çok acı çektiği belliydi. Bize kapıyı açtığında koltuk değneğine dayanıyordu, merdiveni topallaya topallaya çıkıp kanepenin –bacağını dayaması için yastıklar ve battaniyelerle donatılmış kocaman, bel vermiş bir şey– üzerindeki yerine güçlükle oturmasını izlerken yüzünü acıyla buruşturduğunu, attığı her adımın canını yaktığını görebiliyordum. Ama John bunu gösteriye çevirecek türden biri değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, on sekiz yaşında bir er olarak Pasifik’te savaşmıştı, kendisine acımamayı onur meselesi yapan, üzerine fazlasıyla düşen biri çıktığında irkilip geri çekilen, böyle bir davranışı kınayan erkeklerin kuşağındandı. Yönetimde olduğu yıllarda flibit sözcüğüne nedense gülünç bir tını vermiş olan Richard Nixon hakkında üç-beş şaka yapmak dışında John hastalığından söz etmemekte direndi. Yo, tam olarak doğru değil bu. Üst kattaki salona girdiğimizde kanepeye otururken Grace’in kendisine yardım etmesine ve yastıklarla battaniyeleri düzeltmesine izin verdi, bir yandan da kendi deyimiyle ‘moronca sarsaklığı’ için özür dileyip duruyordu. Yerine yerleşince, bana dönüp “İyi bir ikiliyiz, değil mi Sid?” dedi. “Sen yalpalıyorsun ve burnun kanıyor, benim de şu bacağım var. Amma da cesaret verici halimiz.”

Trause dış görünümüne hiçbir zaman fazla özen gösteren biri olmamıştı, ama o gece gözüme iyice perişan gözüktü, kot pantolonunun ve merserize kazağının buruşukluğuna bakınca –beyaz çoraplarının grileşmiş tabanlarından hiç söz etmiyorum– günlerdir aynı kıyafeti giymiş olduğunu düşündüm. Saçlarının karmakarışık olması ve geçen hafta saatlerce kanepede sırtüstü yattığı için başının arkasındaki saçların yapışıp sertleşmesi beni hiç şaşırtmadı. İşin gerçeği, John bitkin duruyordu, gözüme hiç olmadığı kadar yaşlı görünüyordu, ne var ki insan acı çekerse ve bu acı yüzünden uykusuz kalırsa bundan iyi görünmesi de beklenemezdi doğrusu. Gördüklerim beni korkutmadı ama genelde tanıdığım en sakin insan olan Grace, John’un durumu karşısında telaşlanmış ve heyecanlanmış görünüyordu. Yemeğimizi ısmarlamadan önce tam on dakika ona doktorlar, ilaçlar, teşhisler hakkında konferans çekti, John onu ölmeyeceğine ikna edebildikten sonra da Grace pratik hayatta gerekli olan başka noktalara geçti: alışveriş, yemek pişirme, çöpleri atma, çamaşır yıkama, günlük işler. Madam Dumas bütün bunları hallediyor, dedi John, son iki yıldır evine temizliğe gelen Martinikli kadından söz ediyordu; kadının gelemediği günlerde kızı geliyordu. “Yirmi yaşında kız,” diye ekledi John, “çok da zeki. Bayağı da güzel hem. Yürür gibi değil de süzülür gibi dolaşıyor odalarda, sanki ayakları yere değmiyor. Fransızca’mı kullanma fırsatı buluyorum.”

Bacağını bir yana bırakırsak John bizimle olmaktan mutlu görünüyordu, bu gibi durumlarda olduğundan daha fazla konuşuyordu, gece boyunca gevezelik edip durdu. Emin olamam ama dilini çözen ve onu konuşturan çektiği acı olmalıydı. Konuşurken bacağındaki ıstırabı unutuyordu herhalde, çılgınca bir rahatlama türüydü bu. Hem bu hem de midesine yolladığı bol alkol. Her yeni şarap şişesi açıldığında kadehini ilk uzatan John oluyordu, o gece içtiğimiz üç şişe şarabın neredeyse yarısını John tüketti. Bu da bir buçuk şişe şarap demektir, gecenin sonuna doğru içtiği iki kadeh sek viski de cabası. Geçmişte birkaç kez onu böyle içerken gördüğüm olmuştu, ama ne kadar içerse içsin, asla sarhoş gibi durmazdı. Ne dili peltekleşir, ne gözlerine cam gibi bir bakış gelirdi. İriyarı biriydi John, boyu bir doksana, kilosu yüze yakındı, içkiye dayanabiliyordu.

“Şu bacağımla ilgili sorun başlamadan bir hafta kadar önce,” dedi, “Tina’nın erkek kardeşi Richard telefon etti.[5] Uzun zamandır aramıyordu. Aslında cenaze gününden beri görüşmemiştik, yani sekiz yıldan beri, sekiz yıldan da fazla. Evliliğimiz süresince Tina’nın ailesiyle pek bir araya gelmemiştim, artık o yaşamadığına göre de onlarla bağlantımı sürdürmeyi düşünmemiştim, onlar da benimle; ama umurumda değildi. Springfield Bulvarı’ndaki içi çöp dolu mobilya mağazaları ve sıkıcı karıları ve arsız çocuklarıyla bütün o Ostrow kardeşler. Tina’nın sekiz-dokuz tane kuzeni vardı, ama içlerinde cesareti olan bir tek Tina’ydı, New Jersey’deki o küçük dünyadan çıkacak ve hayatta bir şeyler olmaya çalışacak cesareti gösteren tek kişi. Bu yüzden geçenlerde Richard arayınca çok şaşırdım. Florida’da oturduğunu, New York’a bir iş için geldiğini söyledi. Kendisiyle yemeğe çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Hoş bir yere gideriz, dedi, davetlimsin. Bir programım olmadığından Richard’ın davetini kabul ettim. Neden ettiğimi bilmiyorum, ama etmemem için beni zorlayan bir neden yoktu, böylece ertesi akşam sekizde buluşmaya karar verdik.

“Richard’ı sana tanıtmam gerek. Bana hep tüy sıklet biri gibi gelmiştir, kof biri gibi. Tina’dan bir yaş küçüktü, yani şimdi kırk üçündedir, lisenin basketbol takımındaki birkaç parlak başarısı dışında hayatının büyük bölümünde oradan oraya dolaşmış, iki-üç okuldan atılmış, birbirinden yavan işlere girip çıkmış, hiç evlenmemiş, hiç büyümemiştir. Sevimsiz değil, ama sığ ve ruhsuz, onun o beceriksiz uyuşukluğu hep sinirime dokunmuştur. Tek beğendiğim yanı, Tina’ya olan bağlılığıydı. Onu benim kadar seviyordu, bu kesin, tartışmaya gerek yok, ve Tina’ya iyi bir kardeş olduğunu, örnek bir kardeş olduğunu inkâr edecek değilim. Sen cenazede bulunmuştun Grace. Neler olduğunu hatırlarsın. Yüzlerce kişi gelmişti ve şapeldeki herkes hıçkırıyor, inliyor, dehşet içinde ağlıyordu. Toplu bir keder seliydi akan, daha önce hiç tanık olmadığım ölçüde ıstırap çekiyorlardı. Ama o salonda Tina’nın yasını tutanların arasında en büyük acıyı çeken Richard’dı. En ön sırada oturan Richard, bir de ben. Tören bittiğinde yerinden doğrulmaya çalışırken neredeyse bayılıyordu. Onu güçlükle ayağa kaldırdım. Yere düşmesin diye iki kolumla ona sımsıkı sarılmak zorunda kaldım.

“Ama aradan yıllar geçti. O travmayı birlikte yaşadık, sonra da Richard’ın izini kaybettim. Geçen akşam onunla yemeğe çıkmayı kabul ederken sıkıcı bir akşam geçireceğimi tahmin ediyordum, onunla birkaç saat beceriksizce sohbet etmeye çalıştıktan sonra kalkıp evime giderim, diyordum. Ama yanılmışım. Yanıldığımı söylemekten mutluluk duyuyorum. Önyargılarımın ve budalalığımın yeni örneklerini keşfetmek, sandığımın yarısını bile bilmediğimin farkına varmak bana hep güç verir.

“Daha yüzünü gördüğümde içim ısındı. Kardeşine ne kadar benzediği, yüz hatlarının pek çoğunun aynı olduğu aklımdan çıkmıştı. Gözlerinin biçimi ve çekikliği, yuvarlak çenesi, zarif ağzı, burun kemeri; erkek bedenindeki Tina’ydı karşımdaki ya da hiç değilse Tina’ya ait küçük parıltılar ara sıra kendini belli ediyordu. Tina’yla yeniden bu biçimde bir araya gelmek, yeniden onun varlığını hissetmek, bir parçasının kardeşinin bedeninde yaşamaya devam ettiğini hissetmek beni baskı altına sokmuştu. Birkaç kez Richard belli bir biçimde döndü, belli bir biçimde elini salladı, gözleriyle belli bir hareket yaptı ve ben öylesine duygulandım ki masanın üzerinden uzanıp onu öpmek geldi içimden. Dudaklarından şap diye öpmek; tam hedeften bir öpücük. Belki güleceksin ama onu öpmediğime şimdi gerçekten pişmanım.

“Richard aynı Richard’dı, eskiden neyse oydu; ama biraz daha iyi gibiydi, daha az huzursuz görünüyordu. Evlenmiş, iki kızı olmuştu. Belki de bunun yararı dokunmuştu. Belki sekiz yaş daha yaşlanmanın yararı dokunmuştu, bilmiyorum. Yine eskisi gibi o yavan işlerden birinde kendini tüketiyor –bilgisayar parçası satıcısı, verimlilik danışmanı, hangisi olduğu aklımda kalmadı– ve yine her akşamını televizyonun karşısında geçiriyor. Futbol maçları, komedi dizileri, polisiyeler, doğa belgeselleri; televizyonda ne oynasa bayılıyor. Ama asla okumaz, asla oy vermez, hatta dünyada olup bitenler hakkında bir fikri varmış gibi bile yapmaz. Beni on altı yıldır tanır ama daha bir kez bile kitaplarımdan birinin kapağını açma zahmetine girmemiştir. Aldırmıyorum elbette, bunu sırf onun ne kadar tembel, ne kadar meraksız biri olduğunu göstermek için söylüyorum. Yine de geçen akşam onunla birlikte olmaktan hoşlandım. En sevdiği televizyon programlarından, karısıyla iki kızından söz ederken, teniste gitgide ustalaşmasından, New Jersey yerine Florida’da yaşamanın avantajlarından söz ederken keyifle dinledim onu. Oranın havası daha güzeldir, bilirsin. Ne kar fırtınası olur, ne buz gibi soğuk hava; yılın her günü yaz. O kadar sıradandı ki Richard, çocuklar filan, öylesine safça mutluydu ki canına yandığımın, ama yine de –nasıl söyleyeyim?– çok huzurluydu, hayatından öylesine hoşnuttu ki neredeyse gıpta ettim ona.

“Evet, işte durum böyleyken, yani şehir merkezinde hiçbir özelliği olmayan bir lokantada oturmuş hiçbir özelliği olmayan yemekler yerken ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden söz ederken Richard birden başını tabağından kaldırıp bana bir hikâye anlatmaya başladı. Sana bütün bunları bu yüzden anlatıyorum işte, Richard’ın hikâyesine gelmek için. Benimle aynı görüşte olur musun olmaz mısın bilemem ama uzun zamandır bu kadar ilginç bir şey duymamıştım.

“Üç-dört ay önce Richard evinin garajında, karton bir kutu içinde bir şey ararken eline eski bir üç buutlu dürbün geçmiş. Kendisi çocukken annesiyle babasının bu dürbünü aldıklarını hayal meyal hatırlıyormuş ama ne amaçla aldıklarını ya da nerede kullandıklarını bilemiyormuş. Eğer bununla ilgili unuttuğu bir anı yoksa, o dürbünü hiç kullanmadığına, hatta eline bile almadığına eminmiş. Dürbünü kutudan çıkarıp incelemeye başladığında turistik resimlere ya da güzel manzaralara bakmakta kullanılan şu ucuz, uyduruk dürbünlerden olmadığını fark etmiş. Sağlam, düzgün bir optik aletmiş elindeki, ellili yılların başındaki üç buutlu çılgınlığından kalma değerli bir andaçmış. Geçici bir hevesti o ama herkes özel bir kamerayla kendi üç buutlu resimlerini çekmek, sonra bunları slayt yapıp dürbünle seyretmek istiyordu, böylece bu dürbün üç buutlu bir fotoğraf albümü gibi oluyordu. Kamera ortada yokmuş ama Richard bir kutu slayt bulmuş. On iki slayt vardı, dedi; bu da, annesiyle babasının yeni makineleriyle yalnızca bir rulo film kullandıklarını, sonra kamerayı bir yere kaldırıp varlığını unuttuklarını getiriyordu akla.

“Karşısına neyin çıkacağını bilmeden Richard slaytlardan birini dürbünün içine yerleştirmiş, arka fonu aydınlatacak düğmeye basmış ve resme bakmış. Bir anda, dedi bana, hayatımın son otuz yılı silindi. 1953 yılıymış, ailesinin New Jersey’in West Orange Kasabası’ndaki evinin salonundaymış, Tina’nın on altıncı doğum gününde konukların arasında duruyormuş. Şimdi her şeyi hatırlıyordu: on altı yaş cümbüşü, mutfakta malzemeleri paketlerden çıkaran ve şampanya kadehlerini tezgâhın üzerine dizen servis şirketi elemanları, kapı zilinin çalınması, müzik, gürültülü konuşmalar, Tina’nın arkada ufak bir topuz biçiminde toplanmış saçları, giydiği uzun sarı elbisenin hışırtısı. Richard slaytları birer birer makineye takıp on ikisini de seyretmiş. Herkes oradaydı, dedi. Annesiyle babası, kuzenleri, amcaları ve teyzeleri, kız kardeşi, kız kardeşinin arkadaşları, hatta kendisi, gırtlağındaki dışarı fırlamış ademelmasıyla, saçları tepede küt kesilmiş, boynunda kırmızı papyonuyla çelimsiz bir on dörtlük. Normal fotoğrafa bakar gibi değildi, dedi Richard, hatta evde film seyreder gibi de değildi, bu tür filmler solmuş renkleri, titrek görünümleri ve geçmişe ait oldukları duygusuyla insanı hep hayal kırıklığına uğratırlar. Bu üç buutlu resimler inanılmaz derecede bozulmadan kalmışlar, olağanüstü netmişler. Resimdeki herkes canlı gibiymiş, cıvıl cıvılmış, o ânın içinde yaşıyormuş, neredeyse otuz yıldır kendini yineleyen ebedi bir şimdinin birer parçasıymış sanki. Canlı renkler, son derece net ve pırıl pırıl parlayan ufacık ayrıntılar, resimdekileri kuşatan bir uzam, bir derinlik yanılsaması. Slaytlara baktıkça, dedi Richard, o insanların soluk alıp verişini görür gibi oldum; ne zaman durup bir sonraki fotoğrafa geçsem, öncekine biraz daha uzun bakmış olsaydım –bir ancık daha– resimdeki insanların gerçekten de kıpırdamaya başlayacakları duygusuna kapıldım.

“Bütün slaytlara birer kez baktıktan sonra, yeniden seyretmiş hepsini ve ikinci seyredişinde fotoğraflardaki insanların çoğunun ölmüş olduğu gelmiş aklına. Babası 1969 yılında bir kalp krizi sonucu ölmüştü. Annesi böbrek yetmezliğinden 1972’de. Tina 1974’te kanserden ölmüştü. Resimlerdeki altı amca ve teyzeden dördü çoktan öbür dünyaya göçmüştü. Fotoğraflardan birinde Richard evlerinin önündeki çimde annesi, babası ve Tina’yla birlikte duruyordu. Dördüydü yalnızca, kol kola girmişler, birbirlerine yaslanmışlardı, gülümseyen bir sıra yüz, gülünç görünüyorlar, kameraya maymunluk yapıyorlardı; Richard o fotoğrafı ikinci kez makineye yerleştirdiğinde gözleri ansızın yaşlarla dolmuş. İşte o fotoğraf bardağı taşıran damla oldu, dedi, artık dayanamadım. Çimde üç hayaletle birlikte durduğunu fark etmiş, otuz yıl önceki o öğle sonrasından hayatta kalan bir tek oymuş; ve gözyaşları bir kere boşalınca önünü alamamış. Dürbünü elinden bırakmış, ellerini yüzüne kapamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Bana bu hikâyeyi anlatırken kullandığı sözcük buydu: hıçkırmak. ‘Ciğerlerim sökülene kadar ağladım,’ dedi. ‘Kopmuştum.’

“Richard buydu, içinde en ufak bir şiirsellik olmayan bir adam, taş ne kadar duyguluysa o da o kadar duyguludur, ama o fotoğraflar eline geçtiğinde başka bir şey düşünemez olmuş. O dürbün, Richard’ın zaman içinde yolculuk edip ölülerini ziyaret etmesine yardım eden büyülü bir fenere dönüşmüş. Sabahları işe gitmeden önce o fotoğraflara bakıyormuş, akşamları eve dönünce yine bakıyormuş. Hep garajda, hep bir başına, hep karısından ve çocuklarından uzakta; 1953 yılındaki o öğle sonrasına dönüp duruyor, ne kadar baksa doymuyormuş. Bu sihir iki ay sürmüş, sonra bir sabah garaja gittiğinde dürbün çalışmamış. Makine sıkışmış, düğmeye basıp ışığı yakamıyormuş. Herhalde aşırı kullanmıştım, dedi Richard; makineyi nasıl onaracağını bilemediğinden bu serüvenin sonu geldi, keşfetmiş olduğum harika şey elimden alındı, diye düşünmüş. Korkunç bir kayıpmış bu, yoksunlukların en acımasızıymış. Işığa tutsa bile bakamıyormuş slaytlara. Üç buutlu fotoğraflar bildik fotoğraflar gibi değildir, onları anlaşılır görüntüler haline getirmek için bu dürbüne ihtiyaç vardır. Dürbün yoksa görüntü de yoktur. Görüntü yoksa geçmişe doğru zaman içinde yolculuk da yapılamaz. Zaman içinde yolculuk yoksa keyif de yok. Yeni bir yas dönemi, yeni bir keder dönemi; sanki o insanları hayata geri döndürdükten sonra ölülerini bir kez daha gömmek zorunda kalmış gibi hissetmiş.

“Richard’ı iki hafta önce gördüğümde bu durumdaydı. Makine bozulmuştu, Richard ise hâlâ başına gelenleri hazmetmeye çalışıyordu. Hikâyesinin beni ne kadar etkilediğini sana anlatamam. Bu hantal, vasat adamın filozof bir hayalciye, ulaşılmazın özlemini çeken ıstırap içindeki birine dönüştüğünü görmek beni çok etkiledi. Kendisine yardım için elimden geleni yapacağımı söyledim. Burası New York, dedim ona, dünyadaki her şey New York’ta bulunabildiği için mutlaka bu makineyi onaracak biri de vardır. Benim coşkum Richard’ı mahcup etmiş gibiydi, ama bana teklifim için teşekkür etti, sonra da bu konuyu kapattık. Ertesi sabah işe giriştim. Sağa sola telefon ettim, biraz araştırma yaptım, bir-iki gün içinde Batı Otuz Birinci Sokak’ta fotoğraf makinesi satan bir dükkân buldum, sahibi makineyi onarabileceğini tahmin ediyordu. O arada Richard Florida’ya geri dönmüştü. O akşam haberi vermek için ona telefon ederken çok sevineceğini, hemen dürbünü nasıl paketleyip New York’a göndereceği üzerinde konuşacağımızı düşünüyordum, ama hattın öteki ucunda uzun bir sessizlik oldu. ‘Bilmiyorum John,’ dedi Richard sonunda, ‘seni gördüğümden beri bu konu üzerinde epeyce düşündüm, belki de durmadan o resimlere bakmam pek iyi bir fikir değil. Arlene çok rahatsız oluyordu, kızlarla da pek ilgilenmiyordum. Belki böylesi daha iyi. İnsan şimdide yaşamalı, öyle değil mi? Geçmiş geçmiştir, o resimlerle ne kadar zaman geçirirsem geçireyim, geçmişi geri getiremem ki…’”

Hikâye böyle bitiyordu. Hayal kırıklığı yaratacak bir son, dedi John, oysa Grace aynı düşüncede değildi. İki ay boyunca ölülerle konuştuktan sonra Richard kendini tehlikeye sokmuştu, dedi, belki de ciddi bir depresyon geçirmesi riski bile vardı. Ben de bir şey söylemek üzereydim, ancak daha ağzımı açar açmaz burnum yine berbat bir biçimde kanamaya başladı. Hastaneye yatmamdan bir-iki ay önce başlamıştı bu kanamalar, öteki belirtilerin pek çoğu artık ortadan kalkmış olsa da burnumun kanaması geçmemişti; sanki en olmayacak zamanlarda kanamaya başlıyor ve beni güç durumlarda bırakıyordu. Kendimi denetim altında tutamamaktan nefret ediyordum, örneğin o akşam olduğu gibi bir salonda oturmak, bir sohbete katılmak ve birden benden kan aktığını fark etmek, kanın gömleğime ve pantolonuma damladığını görmek ve kanı durdurmak için elimden en ufak kahrolası bir şey gelmemesi. Doktorlar kaygılanmamamı söylemişlerdi, tıbbi açıdan bir tehlike yoktu, bir dert açılmazdı başıma, ama onların sözleri kendimi daha az çaresiz ya da daha az sıkıntıda hissetmeme yardımcı olmuyordu. Ne zaman burnumdan kan boşalsa altına kaçıran küçük bir oğlan çocuğu gibi hissediyordum kendimi.

Koltuktan fırladım, yüzüme bir mendil bastırarak en yakındaki banyoya koştum. Grace yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu, ne dediğimi hatırlayamıyorum ama ona ters bir yanıt vermiş olmalıyım. ‘Gerek yok’ ya da ‘Beni rahat bırak’ gibi bir şey. Ne söylemiş olursam olayım sözlerimdeki öfke John’u eğlendirdi, çünkü ben odadan çıkarken onun güldüğünü çok net hatırlıyorum. “Eski Dost geri döndü,” dedi. “Orr’un burnu âdet kanamasında. Boş ver Sidney, moralini bozma. Hiç değilse gebe olmadığını biliyorsun.”

John’un evinde iki banyo vardı, dubleks dairenin her katında bir tane. Genelde o akşamı, yemek odasının ve salonun bulunduğu alt katta geçirirdik ama John’un flibitli bacağı ikinci kata çıkmamızı zorunlu kılmıştı, çünkü zamanının büyük bölümünü artık yukarıda geçiriyordu. Üst kattaki oda evin ikinci salonu gibiydi, büyük cumbaları olan şirin bir odaydı, duvarların üçü kitap raflarıyla doluydu, stereo aletler ve televizyon filan için özel girintiler vardı, nekahet dönemindeki bir sakat için kusursuz bir özel alan. O kattaki banyo John’un yatak odasının hemen yanındaydı, yatak odasına ulaşmak için de onun çalışma odasından, yazı yazdığı yerden geçmek zorundaydım. Çalışma odasına girince ışığı yaktım, ama aklım kanayan burnumda olduğu için odada neler olduğuna hiç bakmadım. Burun deliklerimi sıkarak, başımı geriye atarak banyoda on beş dakika kadar kalmış olmalıyım, bu eski usul çareler sonuç vermeye başladığında o kadar çok kanım akmıştı ki acaba hastaneye gitsem de bana acilen kan mı verseler, demeye başladım. Beyaz porselen lavabonun içinde kan ne kadar da kırmızı duruyor, diye düşündüm. Ne kadar canlı bir renkti bu, estetik açıdan ne kadar çarpıcıydı. Bedenimizden çıkan öteki sıvılar kanla kıyaslandığında çok renksizdi, soluk soluk fışkırırlardı. Salya beyazımsıydı, meni boz bulanık, idrar sarı, sümük yeşilimsi kahve. İçimizden sonbahar ve kış renkleri fışkırtıyorduk, ama görünmeden damarlarımızdan akan ve bizi hayatta tutan maddenin rengi, çılgın bir sanatçının elinden çıkan kırmızıydı, taze boya kadar parlak bir kırmızı.

Kriz geçtiğinde, lavabonun başında bir süre daha oyalandım, insan içine çıkacak hale gelmeye çalıştım. Üstümdeki lekeleri çıkarmakta geç kalmıştım (kan sertleşmiş, pas rengi ufak dairelere dönüşmüştü, silerek çıkarmaya çalıştığımda kumaşın üzerine yayılıyordu), ama ellerimle yüzümü iyice yıkadım, saçımı ıslatıp John’un tarağının yardımıyla yatırdım. Durumuma daha az üzülüyordum artık, kendimi toparlamaya başlamıştım. Gömleğimle pantolonumun üzerinde hâlâ çirkin benekler olsa da burnumdan akan dere kurumuştu, burnumun içinin karıncalanması da çok şükür kesilmişti.

John’un yatak odasından geçip çalışma odasına girdiğimde masasına bir göz attım. Tam olarak oraya bakmıyordum, kapıya doğru giderken çevreme göz gezdiriyordum yalnızca, ama karmakarışık duran tükenmezlerin, kurşunkalemlerin ve kâğıt yığınlarının arasında mavi bir defter vardı, o sabah Brooklyn’de satın aldığım deftere şaşırtıcı derecede benziyordu. Bir yazarın çalışma masası kutsal bir yerdir, dünyanın en özel tapınağıdır, yabancılar izin almadan oraya dokunamazlar. Daha önce John’un çalışma masasına hiç yaklaşmamıştım, ama o kadar şaşırmış, gördüğüm defterin benimkiyle aynı olup olmadığını öğrenmeyi o kadar istemiştim ki nezaketi bir yana bırakıp bakmak üzere masaya gittim. Defter kapalıydı, küçük bir sözlüğün üzerinde önyüzü yukarı bakacak biçimde duruyordu, onu incelemek üzere eğildiğimde evde benim çalışma masamda duran defterin bire bir aynısı olduğunu gördüm. Bu keşfim beni inanılmaz derecede heyecanlandırdı, heyecanımın nedenini bugün bile anlamış değilim. John’un nasıl bir defter kullandığının ne önemi vardı? Birkaç yıl Portekiz’de kalmıştı, belli ki bu defterler orada her yerde satılan türdendi, sıradan kırtasiyecilerde bulunabiliyordu. Portekiz’de üretilmiş mavi ciltli bir deftere neden yazmasındı? Hiçbir neden yoktu, hiç, yine de o sabah kendi defterimi satın alırken kapıldığım o nefis, hoş duygular, o sabah o deftere yazarak üretken birkaç saat geçirdiğim (bir yıldır giriştiğim ilk yazı denemesiydi) ve John’un evindeki bu akşam boyunca aklımın hep o çabalarımda olduğu düşünüldüğünde, bu durum bana şaşırtıcı bir rastlantı, küçük çaplı bir kara büyü gibi geldi.

Salona döndüğümde keşfimden söz etmeyi düşünmüyordum. Çatlaklıktı benimkisi, fazlasıyla özel ve kişiseldi, eşyalarını karıştırmak gibi bir alışkanlığım olduğu izlenimi de vermek istemiyordum John’a. Ama salona girip de onu bacağı havada, gözlerinde umutsuz, çaresiz bir bakışla tavana bakarken gördüğümde fikrimi değiştirdim. Grace alt kattaydı, bulaşıkları yıkıyor, getirttiğimiz yemekten kalan artıkları çöpe döküyordu, onun boşalttığı koltuğa oturdum, kanepenin yanına, John’un başının bir metre kadar uzağına. Kendimi daha iyi hissedip hissetmediğimi sordu. Evet, dedim, daha iyiyim, sonra öne eğilip ona, “Bugün başıma çok tuhaf bir şey geldi,” dedim. “Sabah yürüyüşüne çıktığımda bir dükkâna girip bir defter aldım. Öyle mükemmel bir defterdi ki, öylesine sevimli ve tatlı bir küçük şeydi ki yeniden yazma isteği doğdu içimde. Eve varır varmaz çalışma masamın başına oturdum ve tam iki saat kesintisiz yazdım.”

“İyi haber bu, Sidney,” dedi John. “Yeniden çalışmaya başlıyorsun.”

“Flitcraft olayı.”

“Bu daha da iyi.”

“Göreceğiz. Yalnızca birkaç not aldım, taslak halinde, pek önemli değil. Ama bu defter bana güç verdi sanki, yarın sabahı zor bekliyorum, yazdıklarıma devam etmek için. Koyu mavi, çok hoş bir tonu var mavisinin, sırtında yukarıdan aşağı bez bir şerit iniyor ve ciltli. Hem de Portekiz malı.”

“Portekiz mi?”

“Hangi kent olduğunu bilmiyorum. Ama arka kapağın iç tarafında küçük bir etiket var, üzerinde Made in Portugal yazıyor.”

“Bu defterlerden birini burada nasıl buldun Tanrı aşkına?”

“Bizim semtte yeni bir kırtasiyeci açıldı. Adı Kâğıt Sarayı, sahibi de Chang adında biri. Elinde dört tane vardı.”

“Lizbon’a her gittiğimde bu defterlerden alırdım. Çok iyi, çok sağlamdırlar. Bu defterlere yazmaya başladıktan sonra başka bir şeye yazamayacakmışsın gibi gelir.”

“Ben de bugün aynı duyguya kapıldım. Umarım bu defterin bağımlısı olmuyorumdur.”

“Bağımlılık demek abartı olabilir ama fazlasıyla baştan çıkarıcı oldukları kuşkusuz. Dikkatli ol Sid, ben yıllardır o defterleri kullanıyorum ve ne dediğimi biliyorum.”

“Sanki tehlikelilermiş gibi konuşuyorsun.”

“Ne yazdığına bağlı. O defterler çok dostturlar ama acımasız da olabilirler, gözünü aç da onların içinde kaybolma.”

“Sen bana kayıpmışsın gibi gelmiyorsun. Hem banyodan gelirken çalışma masanın üzerinde bu defterlerden birini gördüm.”

“New York’a dönmeden önce epeyce yedek defter almıştım. Ne yazık ki gördüğün defter sonuncusu ve neredeyse bitmek üzere. Amerika’da bulunabildiklerini bilmiyordum. Üreticisine yazıp birkaç tane ısmarlamayı düşünüyordum.”

“Dükkânın sahibi bana o şirketin kapandığını söyledi.”

“Şansa bak. Ama şaşırmadım. Belli ki bu defterlere pek rağbet yoktu.”

“İstersen pazartesi günü gidip sana bir tane alabilirim.”

“Mavi kalmış mı?”

“Siyah, kırmızı ve kahverengi. Son maviyi ben aldım.”

“Çok fena. Ben maviden başka renk sevmiyorum. Madem o şirket kapanmış ben de yeni alışkanlıklar edinmek zorundayım.”

“Çok komik, ama bu sabah raftaki o defterlere baktığımda elim hemen maviye gitti. O defter beni çekti, sanki karşı koyamadım. Sence ne anlama geliyor bu?”

“Hiçbir anlamı yok Sid. Tek anlamı, hafifçe kafadan kontak olman. Ben de senin kadar kafadan kontağım. Kitap yazıyoruz, değil mi? Bizim gibilerden başka ne beklenir ki?”


Cumartesi geceleri New York hep kalabalıktır ama o gece sokaklar her zamankinden de tıklım tıklımdı, eve dönmek gecikmelerle birlikte aşağı yukarı bir saatimizi aldı. Grace, John’un evinin önünde bir taksi yakalamayı başardı, ama arabaya binip sürücüye Brooklyn’e gideceğimizi söylediğimizde, benzininin bitmekte olduğunu bahane edip bizi kabul etmedi. Ben itiraz etmek istedim ama Grace kolumdan tutup beni nazikçe taksiden indirdi. Ondan sonra hiçbir taksi geçmedi, biz de gürültülü, sarhoş çocuk çetelerinin ve yarım düzine kaçık dilencinin arasından geçerek Yedinci Cadde’ye doğru yürümeye başladık. O gece Village’den enerji taşıyordu, her an içinden şiddet fışkırabilecek bir tımarhane gibiydi, Grace’in koluna asılıp dengemi yitirmemeye çalışırken o kalabalıkların arasında olmak beni yoruyordu. Boş bir taksi geçene kadar Barrow Sokağı’yla Yedinci Cadde’nin kesiştiği köşede tam on dakika bekledik, bu arada Grace öbür taksiden beni zorla indirdiği için en az altı kez özür dilemiş olmalı. “Kavga etmeni engellediğim için beni bağışla,” dedi. “Suç bende. Bu soğukta burada dikilmemen gerek, ama aptal insanlarla tartışmaktan nefret ediyorum. Beni çok sinirlendiriyor.”

Ama Grace o gece aptal taksi sürücülerine sinirlenmekle kalmadı. Bu ikinci taksiye binmemizden hemen sonra durup dururken ağlamaya başladı. Öyle dolu dolu değil, hıçkırıklara boğularak değil, ama gözlerinin kıyısında yaşlar birikti, Clarkson’da kırmızı ışıkta durunca sokak lambalarının ışığı taksinin içine vurdu, ben de o ışıkta Grace’in gözlerinde yaşlar parladığını gördüm, irileşen küçük kristaller gibi gözlerine doluyorlardı. Grace asla kendini böyle koyvermezdi. Grace asla ağlamaz ya da aşırı duygu gösterilerine izin vermezdi, en gerilimli anlarında bile (benim hastalığım sırasında örneğin ve hastanede kaldığım o ilk, umarsız haftalarda) kendini tutmak ve en acı gerçeklerle yüz yüze gelmek konusunda doğuştan yetenekli gibi görünmüştü. Neyi olduğunu sordum ona, ama o başını sallayıp öte yana dönmekle yetindi. Ona sarılıp yeniden sorduğumda omzunu silkip elimi itti, daha önce böyle bir şey yaptığı olmamıştı. Düşmanca bir hareket değildi, ama dediğim gibi Grace böyle yapmazdı, biraz alındığımı itiraf etmeliyim. Ona zorla yanaşmak ve incindiğimi belli etmek istemediğimden arka koltukta kendi köşeme büzüldüm ve taksi Yedinci Cadde boyunca adım adım güneye doğru ilerlerken sessizce oturdum. Varick ve Canal sokaklarının köşesine geldiğimizde yoğun trafikte birkaç dakika sıkışıp kaldık. Korkunç bir sıkışıklıktı: kornalarını çalan otomobiller ve kamyonetler, birbirine bağırarak küfür eden sürücüler: tam anlamıyla bir New York cehennemi. Bütün bu kargaşanın ve karmaşanın ortasında Grace birden bana dönüp özür diledi. “Bu gece o öyle kötü görünüyordu ki,” dedi, “öyle bitkindi ki. Sevdiğim bütün erkekler yıkılıyorlar. Bunu kaldırmak gitgide güç geliyor bana.”

Ona inanmadım. Ben iyileşiyordum, John’un bacağındaki geçici rahatsızlığın Grace’i böylesine umarsızlığa sürüklemesiyse pek mantıklı gelmiyordu bana. Onu rahatsız eden başka bir şey, benimle paylaşmak istemediği bir özel sıkıntısı vardı mutlaka, bana açılması için onu zorlarsam her şeyin kötüye gideceğini biliyordum. Uzanıp Grace’e sarıldım, sonra onu yavaşça kendime çektim. Bu kez direnmedi. Kaslarının gevşediğini hissettim, az sonra da yanıma sokuldu, başını göğsüme dayadı. Elimi alnına koyup saçlarını okşamaya başladım. Eskiden beri alışkanlığımızdı bu, ikimizin birlikte kim olduğumuzu belirlemeye devam eden, sessiz bir mahremiyetin ifadesiydi; Grace’e dokunmaktan, onun bedeninin bir yerine elimi sürmekten hiç bıkmazdım, böylece devam ettim, Batı Broadway’de ilerleyip Brooklyn Köprüsü’ne doğru kaplumbağa hızıyla giderken sürekli saçlarını okşadım.

Birkaç dakika birbirimize hiçbir şey söylemedik. Taksi Chambers Sokağı’nda sola dönüp köprüye yaklaşmaya başladığında bütün rampalarda trafik sıkışmıştı, neredeyse yerimizde sayıyorduk. Sürücümüz –adı Boris Stepanoviç’ti– ağzının içinde Rusça küfürler savuruyordu, kuşkusuz bir cumartesi gecesi Brooklyn’e geçmeye kalkıştığı için kendi budalalığına yanıyordu. Öne eğilip çizik içindeki ara camın para deliğinden onunla konuştum. Merak etme, dedim, sabrının ödülünü göreceksin. Ya, dedi. Nedir demek bu? Yüklüce bir bahşiş, dedim. Bizi evimize tek parça halinde götürürsen bu gecenin en yüklü bahşişini alacaksın.

Sürücünün yanlış kullandığı sözcükleri duyan Grace gülmesine engel olamamıştı –nedir demek bu–, ben de bu kahkahayı onun keyfinin yerine gelmesi olarak yorumladım. Arkama yaslanıp Grace’in saçlarını okşamaya devam ettim, saatte yarım kilometre hızla köprüye çıkan yokuşu sürünerek tırmanıyorduk, arkamızda binaların ışıkları, sağımızda Özgürlük Heykeli, köprünün üstünde asılı dururken Grace’le konuşmaya başladım, amacım salt konuşmaktı, onun dikkatini çekmek ve yeniden benden uzaklaşmasına engel olmak istiyordum.

“Bu gece tuhaf bir keşifte bulundum,” dedim.

“Umarım iyi bir şeydir.”

“John’la benim tutkularımızın aynı olduğunu keşfettim.”

“Ya?”

“İkimizin de mavi renge bayıldığı çıktı ortaya. Özellikle de Portekiz malı ama artık üretimden kalkmış mavi renkte defterlere.”

“Eh, mavi güzel bir renktir. Dingin ve ağırbaşlı. Zihinde kalır. Öyle hoşlanırım ki maviden, tasarladığım kapakların hepsinde kullanmamak için kendimi bayağı tutmam gerekiyor.”

“Renkler gerçekten de duyguları yansıtırlar mı?”

“Elbette yansıtırlar.”

“Ya ahlaki nitelikleri?”

“Ne anlamda?”

“Sarı korkaklık demektir. Beyaz saflık. Siyah kötülük. Yeşil masumluk.”

“Yeşil kıskançlık.”

“Evet, o da. Ama mavi neyin simgesidir?”

“Bilmiyorum. Umudun olabilir.”

“Ve hüznün.”

“Masmaviyi unutma.”

“Evet, haklısın. Mavi sadakattir de.”

“Ama kırmızı tutkudur. Herkes kabul eder bunu.”

“Büyük Kızıl Makine. Sosyalizmin kızıl bayrağı.”

“Teslim olurken çekilen beyaz bayrak.”

“Anarşizmin siyah bayrağı. Yeşiller Partisi.”

“Ama kırmızı aşk ve nefrettir de. Kırmızı savaştır.”

“Savaşa girerken renklerini yanında taşırsın derler, değil mi?”

“Sanırım.”

Renk savaşı lafını duydun mu hiç?”

“Bir şey çağrıştırmıyor.”

“Çocukluğumdan kalma. Sen yaz aylarını Virginia’da ata binerek geçirirdin ama annem beni New York’un kuzeyinde bir yatılı kampa gönderirdi. Kızılderili şefi Pontiac’ın adını taşırdı kamp. Yazın sonunda bizi iki takıma bölerlerdi ve kamp bitene kadarki dört-beş gün boyunca her iki takımdan farklı gruplar birbirleriyle yarışırlardı.”

“Hangi alanda?”

“Beysbol, basketbol, tenis, yüzme, halat çekme, hatta kaşıkta yumurta taşıma ve şarkı yarışmaları. Kampın renkleri kırmızı ve beyaz olduğundan takımlardan biri Kırmızı Takım, öteki de Beyaz Takım olurdu.”

“Renkler savaşı bu mu?”

“Benim gibi bir spor manyağı için müthiş eğlenceliydi bu. Bazı yıllar Kırmızı Takım’da olurdum, bazı yıllar Beyaz Takım’da. Ama bir süre sonra üçüncü bir takım kuruldu, bir tür gizli dernek, aynı kafa yapısında olanların kurduğu bir kardeşlik. Yıllardır düşünmedim onu, ama o zaman benim için çok önemliydi. Mavi Takım.”

“Gizli bir kardeşlik. Oğlanların saçma sapan bir şeyi gibi geliyor kulağıma.”

“Öyleydi. Yo, aslında öyle değildi. Şimdi düşününce bana hiç de saçma gelmiyor.”

“O zamanlar farklıydın herhalde. Sen hiçbir şeye katılmak istemezsin ki.”

“Kendim katılmadım, seçildim. Aslında kurucu üyelerden biriydim. Onur duymuştum.”

“Sen zaten Kırmızı ve Beyaz takımlara girmiştin. Mavi’nin özelliği neydi?”

“İlk başladığında on dört yaşındaydım. O yıl kampa yeni bir gözetmen gelmişti, kadrodakilerden –çoğu on dokuz-yirmi yaşında üniversite öğrencileriydi– biraz daha büyüktü yaşı. Bruce… Bruce bir şey… soyadı sonra gelir aklıma. Bruce lisans eğitimini bitirmiş ve Columbia Hukuk Fakültesi’nde bir yıl okumuştu. Sporla yoğrulan bir kampta, atletizmle hiçbir ilgisi olmayan, kemikleri sayılan, bücür bir oğlan. Ama zeki ve espriliydi, sürekli güç sorularla insana meydan okurdu. Adler. Buldum. Bruce Adler. Herkes ona haham derdi.”

“Ve Mavi Takım’ı o mu yarattı?”

“Öyle sayılır. Daha doğrusu nostaljik olsun diye yeniden yarattı.”

“Anlayamadım.”

“Birkaç yıl önce yine gözetmen olarak bir başka kampta çalışmıştı. O kampın renkleri mavi ve griydi. Yazın sonunda renkler savaşı çıktığında Bruce Mavi Takım’a konulmuş, aynı takımda başka kimler var diye çevresine bakındığında en hoşlandığı, en saydığı çocukların orada olduğunu görmüş. Gri Takım ise bunun tam tersiymiş, ne kadar mızıkçı, sevimsiz çocuk varsa oradaymış, yani kampın döküntüleri. Bruce’un kafasında Mavi Takım sözü bir avuç önemsiz bayrak yarışından çok daha büyük bir anlama geliyormuş. Bu söz bir insanlık idealini temsil ediyormuş, hoşgörülü ve duygudaş bireylerin oluşturduğu birbirine sıkı sıkıya bağlı bir birlikmiş. Düşlenen kusursuz toplummuş.”

“Tuhaf bir hikâye, Sid.”

“Biliyorum. Ama Bruce bu konuyu ciddiye almıyordu. Mavi Takım’ın güzelliği de buradaydı. Her şey şaka gibiydi.”

“Hahamların şaka yapmalarına izin verildiğini bilmiyordum.”

“Verilmiyordur herhalde. Ama Bruce haham değildi ki. Yazın çalışan bir hukuk öğrencisiydi, biraz eğlenmek istiyordu. Bizim kampta çalışmaya geldiğinde öteki gözetmenlerden birine Mavi Takım’dan söz etmişti, ikisi birlikte yeni bir kol kurmaya karar verdiler, gizli bir dernek olarak yeniden icat edeceklerdi onu.”

“Seni nasıl seçtiler?”

“Gece yarısı. Yatağımda mışıl mışıl uyuyordum, Bruce ile öteki gözetmen sarsarak uyandırdılar beni. ‘Haydi kalk,’ dediler, ‘sana bir şey söyleyeceğiz.’ Sonra da el fenerlerini alıp beni ve iki çocuğu ormana götürdüler. Orada küçük bir ateş yakmışlardı, ateşin çevresine oturduk, bize Mavi Takım’ın ne olduğunu, bizi neden kurucu üye olarak seçtiklerini, hangi nitelikleri aradıklarını anlattılar, yani başka adaylar önermek istersek diye.”

“Neydi bu nitelikler?”

“Özel bir şey yoktu. Mavi Takım’ın üyeleri tek tip değildi, her biri farklı ve bağımsız bir kişiydi. Ama espri anlayışı olmayanı almıyorlardı, bu anlayış kendini nasıl gösterirse göstersin. Bazı insanlar durmadan espri yaparlar, kimileriyse doğru anda bir kaşlarını kaldırırlar ve odadaki herkes bir anda gülmekten yerlere yuvarlanır. İyi bir mizah anlayışı, hayatın cilvelerinden zevk alma ve tuhaf olanı anlama. Ama aynı zamanda alçakgönüllü ve ağzı sıkı, başkalarına karşı düşünceli, gönlübol olması da gerekiyordu adayların. Kendini beğenmişler, kibirliler, yalancılar ve hırsızlar alınmıyordu. Mavi Takım’ın üyesi meraklı olmalıydı, kitap okumalı ve dünyayı kendi istediği kalıba girmesi için zorlayamayacağını bilmeliydi. Akıllı bir gözlemci, ahlaki ayrımlarda bulunabilecek, adalet aşkı taşıyan biri olmalıydı. Mavi Takım’ın üyesi, ihtiyacın olduğunu görünce sırtından gömleğini çıkarıp sana verebilmeliydi, ama bunu yapmak yerine sen başka yana bakarken cebine on dolar sokmayı yeğlerdi. Anlatabiliyor muyum? Sana bunu kesin çizgilerle anlatamam, şöyledir ya da şöyledir, diyemem. Hepsinin bir toplamıdır, her bir nitelik karşılıklı olarak ötekileri etkiler.”

“Senin tanımladığın, iyi bir insan oluyor. Saf ve yalın. Babam böylelerine dürüst adam, derdi. Betty Stolowitz, mensch, der. John ise, öküzün teki değil, der. Hepsi aynı kapıya çıkıyor.”

“Belki. Ama Mavi Takım adı benim daha çok hoşuma gidiyor. Üyeler arasındaki bağı, tutarlılık bağını çağrıştırıyor. Mavi Takım’daysan ilkelerini açıklaman gerekmez. Senin nasıl davrandığına bakılarak hemen anlaşılır bunlar.”

“Ama insanlar hep aynı biçimde davranmazlar. Şimdi iyidirler, bir dakika sonra kötü. Hata yaparlar. İyi insanlar da kötü şeyler yaparlar, Sid.”

“Yaparlar tabii. Ben kusursuzluktan söz etmiyorum ki.”

“Ediyorsun. Başka insanlardan daha iyi olduklarına karar vermiş olan kişilerden söz ediyorsun, bunlar ahlaki açıdan sıradan insanlardan üstün hissederler kendilerini. Bahse girerim ki arkadaşlarınla senin gizli bir tokalaşma usulünüz vardı, değil mi? Sizi öteki ayaktakımından ve aptallardan ayırsın diye, haksız mıyım? Başka kimsenin kafası ermediği için sahip olamadığı bir bilgiye sahip olduğunuza sizi inandırsın diye.”

“Aman Tanrım, Grace. Yirmi yıl öncesinde kalan önemsiz bir şeydi bu. Bu konuyu masaya yatırıp çözümlemen gerekmez ki.”

“Ama sen bu saçmalığa hâlâ inanıyorsun. Sesinden anlıyorum bunu.”

“Hiçbir şeye inandığım yok. Benim inandığım şey, hayatta olmak. Hayatta olmak ve seninle olmak. Benim için tek önemli şey bu, Grace. Bunun dışında hiçbir şey yok, şu lanet olası dünyada başka hiçbir şeyin önemi yok benim için.”

Konuşmamızın bu biçimde sona ermesi keyfimi kaçırmıştı. Grace’i o karamsar havadan çıkarmak için pek de ustaca olmayan bir biçimde giriştiğim çaba, bir süre iyi sonuç vermişti, ama sonra onu fazla zorlamış ve istemeden yanlış konuya girmiştim, o da o sert uyarıyla sırtını dönmüştü bana. Böyle münakaşa etmek onun doğasına aykırıydı. Grace bu tür konularda pek hiddetlenmezdi ve geçmişte ne zaman böyle tartışmalara girsek (belli bir konusu olmayan, rasgele daldan dala atlayan şu uçucu, dolambaçlı diyaloglar) kendisine söylediğim şeylerle eğlenir, onları pek ciddiye almaz ya da karşı görüş ileri sürmezdi, oyuna katılır, benim anlamsız düşüncelerimi dışa vurmama izin verirdi. Ama o gece, söz konusu günün gecesinde böyle yapmadı; gözyaşlarını bir kez daha tutmaya çalışırken, taksideki yolculuğumuzun başında kapıldığı mutsuzluğun içine yeniden düşerken onun gerçekten de büyük bir sıkıntısı olduğunu, kendisine acı çektiren adsız şey üzerinde sürekli düşündüğünü anladım. Ona sormak istediğim bir sürü soru vardı, ama yine kendimi tuttum, kendine gelip konuşmaya hazır olana kadar bana açılmayacağını biliyordum, eğer kendine gelecekse tabii.

O arada köprünün üzerine varmıştık, Henry Sokağı’ndan geçiyorduk, Brooklyn Heights’ten Atlantik Caddesi’nin hemen altındaki Cobble Hill’deki evimize uzanan ve iki yanında kırmızı tuğladan asansörsüz binaların dizili olduğu dar bir sokaktı burası. Grace’in tepkisi şahsıma değildi, bunun farkındaydım. Grace’in ters davranışı bana olmaktan çok söylediğim şeyeydi; benim söylediklerimle onun düşünceleri arasındaki rastlantısal çarpışmanın doğurduğu bir kıvılcımdı. İyi insanlar kötü şeyler yaparlar. Grace yanlış bir şey mi yapmıştı? Ona yakın olan biri kötü bir şey mi yapmıştı? Bunu bilmek imkânsızdı, ama birinin bir şeyle ilgili olarak kendini suçlu hissettiğine karar verdim, benim söylediklerim Grace’in kendini savunan konuşmasını başlatmış olsa da bu sözlerin muhatabının ben olmadığıma fazlasıyla emindim. Bu düşüncemi kanıtlamak istercesine, Atlantik Caddesi’nden geçip yolculuğumuzun son ayağına girer girmez Grace elini uzatıp ensemi tuttu, beni kendisine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı, dilini ağzıma yavaşça sokup beni tahrik edercesine öptü; Trause’nin dediği gibi, dolu dolu öptü. “Bu gece benimle seviş,” diye fısıldadı. “Kapıdan girer girmez elbiselerimi yırt ve seviş benimle. Beni parçala, Sid.”


Ertesi sabah geç saatlere kadar uyuduk, saat on bir buçuk-on ikiye kadar yataktan çıkmadık. Grace’in kuzinlerinden biri o gün şehirde olacaktı, saat ikide Guggenheim’da buluşmayı kararlaştırmışlardı, sonra da sürekli sergide birkaç saat geçirmek üzere Metropolitan Müzesi’ne gideceklerdi. Grace’in hafta sonlarında yapmayı sevdiği şeylerin başında resim seyretmek gelirdi, saat birde evden çıktığında oldukça sakindi.[6] Onu metroya kadar götürmeyi teklif ettim, ama Grace zaten gecikmişti, metro istasyonu da evden oldukça uzakta olduğundan (ta Montague Sokağı’ndaydı) o kadar yolu koşar adım giderek kendimi yormamı istemedi. Grace’e merdivenden inip sokağa çıkana kadar eşlik ettim, ilk köşebaşında vedalaşıp ikimiz de farklı yönlere doğru uzaklaştık. Grace, Court Sokağı’ndan Heights’e doğru koşturdu, bense birkaç sokak aşağıdaki Landolfi’nin şekerci dükkânına doğru ağır adımlarla yürüdüm, bir paket sigara aldım. Benim bünyem o günlük ancak bu kadarını kaldırırdı. Mavi defterimin başına oturmak için sabırsızlanıyordum, her zamanki gibi mahallede dolaşmak yerine hemen dönüp eve yollandım. On dakika sonra evdeydim, koridorun sonundaki odamda, masamın başına oturmuştum. Defteri açtım, cumartesi günü kaldığım sayfayı buldum ve işe koyuldum. Şimdiye kadar yazdıklarımı tekrar okumaya kalkışmadım. Kalemimi elime alıp yazmaya başladım.


Bowen uçaktadır, karanlığın içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır. Kafasına düşen çörtenlerden ve hiçbir şey düşünmeden havaalanına koşmaların ardından içinde büyüyen bir sükûnet, durgun bir boşluk vardır. Bowen ne yapmakta olduğu üzerinde düşünmez. Pişman değildir, işini terk edip şehirden ayrılma kararı üzerinde bir daha durmaz, Eva’yı bırakıp gittiği için de en ufak bir pişmanlık duymamaktadır. Bunun Eva’ya ne kadar ağır geleceğini bilmektedir, ama sonunda Eva’nın kendisi olmadan daha rahat edeceğine kendini inandırmayı başarır, Bowen’ın ortadan kaybolmasının şokunu atlattıktan sonra yeni ve daha tatmin edici bir hayata başlaması mümkün olacaktır. Arzu edilen ya da hoş bir konum değil elbette, ama Bowen kafasındaki düşüncenin tutsağı olmuştur, bu düşünce de kendi önemsiz ihtiyaçlarından ve yükümlülüklerinden öylesine baskın, öylesine güçlüdür ki ona uymaktan başka seçeneği olmadığını düşünür; hem de sorumsuzca davranmak, daha dün kendisine ahlaki açıdan çirkin gelecek şeyleri yapma pahasına. Hammett bu düşünceyi, ‘İnsanlar rasgele öldüler,’ diye dile getirmişti, ‘ve ancak şansları rast gidince hayatta kaldılar. İlişkilerini mantıklıca düzenleyerek hayata ayak uydurmamış, adımları farklı yöne gitmişti (Flitcraft’ın). Düşen kirişten yirmi adım bile uzaklaşmadan, hayatın bu yeni yüzüne uyum sağlamadan huzur bulmayacağını anlamıştı. Öğle yemeğini bitirene kadar da nasıl uyum sağlayabileceğini bulmuştu. Düşen bir kiriş hayatını rasgele sona erdirebilirdi. O da çekip giderek hayatını rasgele değiştirecekti.’

Bowen’ın yaptıklarını yazabilmem için onları onaylamam gerekmiyordu. Bowen, Flitcraft’tı, Hammett’in romanında Flitcraft kendi karısına aynı şeyi yapmıştı. Hikâyenin temeli buydu, ben de hikâyenin temeline bağlı kalacağım yolunda kendimle yaptığım pazarlıktan vazgeçecek değildim. Aynı zamanda bu hikâyede Bowen’dan ve uçağa bindikten sonra başına gelenlerden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. Eva’yı unutmamam gerekiyordu, Nick’in Kansas City’deki serüvenlerini izlemeye kendimi ne kadar kaptırırsam kaptırayım, New York’a dönüp Eva’ya neler olduğunu araştırmadan hikâyenin hakkını vermiş olamazdım. Eva’nın kaderi benim için kocasınınki kadar önemliydi. Bowen umursamazlığın peşindeydi, her şeyi olduğu gibi itirazsız kabullenecekti, Eva’ysa bunlarla savaş halindeydi, koşulların kurbanıydı, Nick’in ufak bir iş halletmek için gittiği köşebaşından dönmediği andan başlayarak Eva’nın zihni çelişkili duyguların savaş alanına döner; panik ve korku, ıstırap ve öfke, çaresizlik. Bu ıstırabın içine girme olasılığından hoşlanmıştım, bu tutkuları Eva’yla birlikte yaşayabileceğim ve gelecek günlerde onlar hakkında yazabileceğim olasılığından da.

Uçak LaGuardia’dan havalandıktan yarım saat sonra Nick evrak çantasını açar, içinden Sylvia Maxwell’in romanının müsveddesini çıkarır ve okumaya başlar. Kafamda şekillenen hikâyenin üçüncü öğesiydi bu ve bunu olabildiğince erken eklemeye karar vermiştim; hatta uçak Kansas City’ye inmeden önce. Önce Nick’in hikâyesi, sonra Eva’nın hikâyesi ve sonunda bu hikâyeler gelişirken Nick’in okuduğu ve okumaya devam ettiği kitap; hikâye içinde hikâye. Ne de olsa edebiyatla ilgilenen biridir Nick, bu yüzden de kitapların etkisi altında kalır. Yavaş yavaş, Sylvia Maxwell’in kullandığı sözcüklere dikkat ettikçe kendisiyle romandaki öykü arasında bir bağ görmeye başlar, sanki kitap dolaylı, oldukça metaforik bir biçimde Nick’e o an içinde bulunduğu koşullardan içtenlikle söz etmektedir.

O noktada, Kehanet Gecesi’nin nasıl olmasını istediğim hakkında pek az fikrim vardı, roman taslağının çalakalem ilk çizgilerinden öte gitmiyordu düşüncelerim. Kurguyla ilgili hiçbir şeyi işlememiştim, ama kitabın, geleceği görme üzerine kısa, felsefi bir roman, zamanla ilgili bir fabl olacağını biliyordum. Romanın kahramanı Lemuel Flagg’di, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde korkunç bir patlama sonucu gözlerini kaybeden bir yüzbaşı. Yaralarından kan akarak, yönünü yitirerek ve acıyla inleyerek savaş alanından uzaklaşır ve taburuyla bağlantısını koparır. Nerede olduğunu bilmeden, tökezleyerek, sendeleyerek Ardennes Ormanları’na girer ve yere çöker. Aynı gün daha geç saatlerde, baygın adamı iki Fransız çocuk bulur, on bir yaşında bir oğlan ve on dört yaşında bir kız, François ile Geneviève. Ormanın ortasındaki terk edilmiş bir kulübede kendi başlarına yaşayan iki savaş yetimidir bunlar, bir peri masalı ortamında iki masal kahramanı. Flagg’i evlerine taşıyıp ona bakarlar, birkaç ay sonra savaş sona erince de Flagg çocukları da yanına alıp İngiltere’ye döner. 1927’nin üstünlük sağlayan alanında durup geriye, üvey babasının tuhaf kariyerine ve sonraki intiharına bakarak öyküyü anlatan Geneviève’dir. Flagg körlüğü sayesinde kehanet gücüne kavuşmuştur. Transa girer gibi ansızın gelen nöbetlerde yere düşer ve epilepsi hastası gibi çırpınmaya başlar. Bu nöbetler sekiz-on dakika sürer, kriz boyunca Flagg’in zihni geleceğe ilişkin imgelerle dolar. Bu nöbetler uyarmaksızın gelirler, onları durdurmak ya da denetim altına almak onun elinde değildir. Flagg’in yeteneği hem bir lanet hem de lütuftur. Ona servet ve nüfuz sağlar ama aynı zamanda bu nöbetler büyük acılara neden olurlar, ruhsal acılar da cabası, çünkü Flagg’in gördüğü hayallerin pek çoğu bilmek istemediği şeyler hakkında bilgilerle donatır onu. Örneğin annesinin ölüm günü ya da Hindistan’da tam iki yüz kişinin öleceği bir tren kazasının yeri. Çocuklarıyla herkesten uzak bir yaşam sürmek istemektedir, ama kehanetlerinin (hava tahmininden parlamento seçimlerinin sonucuna, kriket maçlarının sonuçlarına kadar değişen bir yelpazede) şaşırtıcı derecede isabetli olması onu savaş sonrası İngiltere’sinde en tanınmış kişilerden biri yapar. Tam ününün doruğundayken aşk hayatı bozulur ve yeteneği onu mahveden bir şeye dönüşür. Bettina Knott adında bir kadına tutulmuştur, iki yıl boyunca kadın onun aşkına karşılık verir, hatta evlenme teklifini bile kabul eder. Ne var ki evlenmelerinden bir gece önce Flagg yine bir epilepsi nöbeti geçirir, o arada Bettina’nın daha bir yıl geçmeden kendisine ihanet edeceğini görür. Flagg’in kehanetleri hiç yanlış çıkmamıştır, bu nedenle evliliğinin kötü biteceğini bilir. Asıl felaket, Bettina’nın masum olmasıdır, tamamıyla suçsuzdur, çünkü kocasını aldatacağı adamla henüz karşılaşmamıştır. Kaderin kendisine hazırladığı ıstıraba katlanamayacağını anlayan Flagg, kalbine bir bıçak saplayıp intihar eder.

Uçak alana iner. Bowen yarısına kadar okuduğu müsveddeyi çantasına koyar, terminal binasından çıkıp bir taksi bulur. Kansas City’yi tanımamaktadır. O kente daha önce hiç gitmemiştir, oraya iki yüz kilometre uzaklıkta oturan birini bile tanımamaktadır, haritada yerini göster deseler zorlanacaktır. Taksinin sürücüsüne kendisini şehrin en iyi oteline götürmesini söyler, Ed Victory gibi son derece tuhaf bir adı olan iriyarı siyah sürücü bir kahkaha patlatır. Umarım kör inançlarınız yoktur, der sonra.

Kör inanç mı, der Nick. Ne ilgisi var?

En iyi oteli soruyorsunuz. En iyisi Hyatt Regency’dir. Gazete okur musunuz bilmem ama bir yıl kadar önce Hyatt’ta büyük bir felaket olmuştu. Asma koridorlar tavandan kopmuştu. Lobiye düşmüşler ve yüzden fazla insanın ölümüne yol açmışlardı.

Evet, hatırlıyorum. Times’ın kapağında bir fotoğraf vardı.

Otel yine açıldı, ama kimileri orada kalmaktan ürküyorlar. Ürkmezseniz ve kör inançlarınız yoksa benim size önereceğim otel orasıdır.

Pekâlâ, der Nick, Hyatt olsun. Bugün beni yıldırım bir kez çarptı. Bir kez daha çarpmak isterse beni nerede bulacağını bilir.[7]

Nick’in yanıtı Ed’i güldürür, şehre doğru giderlerken iki adam konuşmaya devam ederler. Ed’in taksicilikten emekli olmak üzere olduğu gelir gündeme. Tam otuz dört yıldır bu işi yapmaktadır ve bu gece onun işteki son gecesidir. Son vardiyası, havaalanına son gidişidir, Bowen’dan son ücretini alacaktır, Bowen’dan sonra müşteri binmeyecektir taksisine. Nick ona bundan böyle kendisini neyle meşgul etmeyi planladığını sorar, Edward M. Victory de (adamın tam adı budur), elini gömlek cebine atıp bir kartvizit çıkarır ve onu Nick’e verir. Kartta, Tarihsel Koruma Bürosu yazmaktadır, Ed’in adı, adresi ve telefon numarası da kartın alt tarafında yazılıdır. Nick bu adın ne anlama geldiğini sormak ister ama ağzını açamadan taksi otelin önünde durur, Ed de alacağı son ücreti tahsil etmek üzere elini uzatır. Bowen ücretin yanına yirmi dolar bahşiş ekler, artık emekli olan sürücüye iyi şanslar diler, döner kapıdan geçerek talihsiz otelin lobisine girer.

Yanında pek az nakit para vardır, kredi kartıyla ödeme yapmak zorunda olduğundan otele kaydolurken kendi adını kullanır. Yeniden düzenlenen lobi yepyeni durmaktadır, elinde olmadan kendisiyle otelin aynı durumda olduğunu düşünür Nick: Her ikisi de geçmişlerini unutmaya, her ikisi de yeni bir hayata başlamaya çalışmaktadırlar. Cam asansörleri, devasa avizeleri ve cilalı metal duvarlarıyla ışıltılı saray bir yanda, sırtındaki elbiseden, cüzdanındaki iki kredi kartı ve deri çantasında yarısı okunmuş bir romandan başka bir şeyi olmayan Nick öte yanda. Parasına kıyıp bir süit kiralar, asansörle onuncu kata çıkar ve otuz altı saat boyunca odasından dışarı adım atmaz. Çıplak bedenine otel bornozunu giyip odasına getirttiği yemekleri yer, pencerenin yanında ayakta dikilir, banyodaki aynada kendisini inceler ve Sylvia Maxwell’in romanını okur. İlk gece yatmadan önce bitirir romanı ve ertesi günü de yine onu okuyarak geçirir, bir daha okur, dördüncü kez okur, sanki ölüm kalım meselesiymiş gibi romanın iki yüz on dokuz sayfasını inceden inceye okur. Lemuel Flagg’in öyküsü onu çok etkilemiştir, ama Bowen’ın Kehanet Gecesi’ni okuma nedeni etkilenmek ya da hoşça vakit geçirmek değildir, bundan sonra ne yapacağı hakkında alması gereken kararı ertelemek için romana gömülmüş de değildir. Bir sonraki adımının ne olacağını bilmektedir o, bunu yapmak için elinde kitaptan başka bir şey de yoktur. Geçmişi düşünmemek için kendini eğitmesi gerekmektedir. Çörten kaldırıma düştüğünde başlayan serüveni açacak anahtar budur. Eski hayatını yitirdiyse yeni doğmuş biri gibi davranmalıdır, bir bebek geçmişinden ne kadar az etkilenirse kendisi de geçmişinden o kadar az etkileniyormuş gibi davranacaktır. Anıları vardır elbette, ama bu anılar artık geçersizdir, önünde açılan yeni hayatın parçası değildirler, New York’taki eski yaşamına –ki silmiştir bunu, artık bir yanılsamadan başka bir şey değildir o– ilişkin düşüncelere daldığını ne zaman fark etse, zihnini geçmişten çekip almak ve bugüne yoğunlaştırmak için elinden geleni yapar. Kitabı bu yüzden okur. Bu yüzden okumayı sürdürür. Kendini artık kendisine ait olmayan bir hayatın sahte anılarından çekip alması şarttır, romanın müsveddesini mutlaka kesin bir teslimiyetle okumalıdır, okurken hem bedenin hem de ruhun aralıksız dikkati gerektiğinden, romanın sayfalarına gömüldüğünde eski kimliğini unutabilir.

Üçüncü gün Nick sonunda dışarı çıkmayı göze alır. Sokakta yürür, bir erkek giyim mağazasına girer ve tam bir saatini raflar, bölmeler ve kutular arasında geçirir. Yavaş yavaş yeni bir gardırop oluşturur kendisine, pantolondan gömleğe, iç çamaşırından çoraba kadar her şeyi üst üste yığar. Faturayı ödemek üzere satıcıya American Express kartını verdiğinde makine kartı kabul etmez. Kartınız iptal edilmiş, der satıcı. Bu beklenmedik gelişme Nick’e bir darbe olur, ama telaşa kapıldığını belli etmez, önemi yok, der, visa kartımla öderim. Satıcı, bu kartı makineden geçirdiğinde onun da geçersiz olduğu anlaşılır. Nick çok zor durumdadır. Şaka yapmaya çalışır ama aklına komik bir şey gelmez. Rahatsızlık verdiği için satıcıdan özür diler, sonra arkasını dönüp mağazadan çıkar.

Bu karışıklığın basit bir açıklaması vardır. Bowen daha otele dönmeden anlamıştır bunu, Eva’nın kredi kartlarını neden iptal ettirdiğini anladığında onun yerinde olsa kendisinin de aynı şeyi yapacağını istemeye istemeye itiraf eder. Bir kadının kocası mektup atmaya gidiyor ve geri dönmüyor. Karısı ne düşünecektir? Terk edildiği olasılığı vardır elbette, ama bu düşünce daha sonra gelir akla. İlk tepkisi korkuya kapılmak olacaktır, sonra olası kazaları ve tehlikeleri sıralar. Kamyonetin altında kalmış olabilir kocası, sırtından bıçaklanmış, silah dayanıp kafasına vurulmuş olabilir. Kocası bir soyguna kurban gitmişse hırsız cüzdanıyla kredi kartlarını alıp kaçmıştır. Şu ya da bu varsayımı destekleyecek bir kanıt olmadıkça (suç bildirimi ya da sokakta bulunmuş cesetler) yapılacak en basit iş, kredi kartlarını iptal ettirmektir.

Nick’in yanında altmış sekiz dolardan başka nakit para yoktur. Çek yoktur, Hyatt Regency’ye giderken bir ATM’de durduğunda Citibank kartının da iptal edildiğini öğrenir. Durumu birden oldukça umarsızlaşmıştır. Paraya giden bütün caddeler kesilmiştir, pazartesi gecesi otele kaydolurken verdiği Amerikan Express kartının geçerli olmadığını otel öğrenirse Nick berbat bir duruma düşecektir, belki de kendini suçlamalara karşı savunmak zorunda kalacaktır. Bunca yolu, sorunlar baş gösterdiğinde arkasını dönüp kaçmak için gelmemiştir, aslında eve dönmek de istememektedir, geri dönmek istememektedir. Nick asansöre binip otelin onuncu katına çıkar, süitine girer, Rosa Leightman’ın New York’taki numarasını çevirir. İçgüdüsel olarak yapmaktadır bunu, kıza ne söyleyeceğini bile bilmemektedir. Bereket Rosa evde yoktur, Nick de onun telesekreterine bir mesaj bırakır, kendisine bile bir şey ifade etmeyen, daldan dala atlayan bir monolog.

Kansas City’deyim, der. Neden burada bulunduğumu bilmiyorum, ama şimdi buradayım, belki de uzunca bir süre için ve seninle konuşmak istiyorum. Yüz yüze konuşabilsek iyi olurdu ama senin hemen uçağa atlayıp buraya gelmeni istemek herhalde uygun olmayacak. Gelemesen bile bana telefon et. Hyatt Regency Oteli’nde kalıyorum, oda numaram 1046. Büyükannenin kitabını birkaç kez baştan sona okudum, bana kalırsa yazdığı en iyi kitap bu. Müsveddeyi bana verdiğin için sana teşekkür ederim. Pazartesi günü büroma geldiğin için de teşekkür ederim sana. Bunu söylediğim için rahatsız olma ama seni bir türlü aklımdan çıkaramadım. Bir balyoz gibi vurdun bana, sen kalkıp odadan çıktığında beynim dağılmış gibi oldu. İnsan birine on dakika içinde âşık olabilir mi? Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Evli olup olmadığını, biriyle birlikte yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum, serbest olup olmadığını da. Ama seninle konuşabilmek ne güzel olurdu, seni yeniden görebilmek. Burası çok güzel bir yer. Her şey tuhaf ve yassı. Pencerenin yanında durmuş kente bakıyorum. Yüzlerce bina, yüzlerce yol, ama her yer sessiz. Pencerenin camı ses geçirmiyor. Hayat, camın öte yanında, ama içerisi ölü ve gerçekdışı. Sorun şu ki bu otelde daha fazla kalamayacağım. Kentin öteki ucunda oturan birini tanıyorum. Şimdiye kadar tek tanıştığım kişi o, birkaç dakika sonra çıkıp onu arayacağım. Adı Ed Victory. Kartviziti cebimde, sana onun telefon numarasını vereceğim, sen aradığında ben otelden ayrılmış olursam diye. Belki o benim nerede olacağımı bilir. 913 765 4321. Tekrarlıyorum: 913 765 4321. Tuhaf değil mi? Rakamların küçüldüğünü şimdi gördüm, birer birer küçülüyorlar. Daha önce hiç böyle bir telefon numarası görmemiştim. Sence bir anlamı mı var? Yoktur herhalde. Belki de vardır ama. Yanıtı bulursam sana söylerim. Senden ses çıkmazsa birkaç gün sonra yine ararım. Adios.

Rosa mesajı dinleyene kadar aradan bir hafta geçer. Nick yirmi dakika önce aramış olsaydı Rosa telefona yanıt verebilirdi, ama az önce çıkmıştır evden, bu yüzden de Nick’in telefon ettiğinden haberi yoktur. Nick konuşmasını onun telesekreterine not ettirdiği sırada Rosa, Holland Tüneli’nin girişinden üç sokak ötede bir sarı taksinin içindedir. Newark Havaalanı’na doğru yol almaktadır, öğleden sonra bineceği uçak onu Chicago’ya götürecektir. Günlerden çarşambadır. Kız kardeşi cumartesi günü evlenecektir; tören, ailesinin evinde yapılacağından ve Rosa da nedime olduğundan hazırlıklara yardımcı olmak üzere önceden gitmektedir oraya. Ailesini epeydir görmemiştir, bu ziyareti fırsat bilip düğünden sonra onlarla birkaç gün geçirecektir. New York’a salı sabahı dönmeyi tasarlamıştır. Adamın biri ona olan aşkını bir telesekretere itiraf etmiştir ama Rosa’nın bunu öğrenmesi için tam bir hafta geçecektir.

Aynı çarşamba gününün öğle sonrasında New York’un bir başka köşesinde Nick’in karısı Eva da Rosa Leightman’ı düşünmeye başlamıştır. Nick neredeyse kırk saattir kayıptır. Polisten, kocasının tarifine uyan bir adamla ilgili kaza ya da cinayet haberi gelmemiştir, adam kaçıran birileri fidye isteyen mektuplar göndermemiş ya da telefon etmemişlerdir, böylece Eva, Nick’in kaçmış, başını alıp gitmiş olabileceğini düşünmeye başlar. O an’a kadar Nick’in bir başka kadınla ilişkisi olabileceği hiç aklına gelmemiştir, ama pazartesi akşamı Nick’in restoranda Rosa hakkında söyledikleri ve onun kızı ne kadar beğendiği üzerinde düşününce, acaba Nick bir kaçamak mı, zina mı yapıyor, başak saçlı sıska kızın kollarına mı atıldı, diye işkillenmeye başlar.

Telefon rehberinden Rosa’nın numarasını bulup evine telefon eder. Yanıt alamaz elbette, çünkü Rosa çoktan uçağa binmiştir. Eva kısa bir mesaj bırakıp telefonu kapatır. Telefonuna yanıt alamayınca Eva o gece bir daha çevirir Rosa’nın numarasını ve bir mesaj daha bırakır. Bu böylece birkaç gün yinelenir; bir sabah arar onu, bir de geceleri; Rosa’nın sessizliği uzadıkça Eva’nın öfkesi artar. Sonunda Rosa’nın Chelsea’de oturduğu binaya gider, üç kat merdiveni tırmanır ve evinin zilini çalar. Ses çıkmaz. Yeniden vurur kapıya, yumruklar ve kapıyı menteşelerinden sarsar, yine de açan olmaz. Eva bunu, Rosa’nın kesinlikle Nick’le birlikte olduğu biçiminde yorumlar; mantık dışı bir varsayımdır bu, ama Eva artık mantıklı düşünecek durumda değildir, içinde büyüttüğü en korkunç kuruntulardan, evliliği ve kendisi hakkındaki en kötü korkularından beslenen ve kocasının yokluğunu açıklayacak bir hikâye kurmaktadır kafasında, delicesine. Bir kâğıt parçasına bir şeyler karalar ve Rosa’nın kapısının altından içeri atar. Seninle Nick hakkında konuşmam gerek,

1

O sabahtan bu yana yirmi yıl geçti, birbirimize söylediğimiz şeylerin büyükçe bir bölümü unutuldu. Kayıp diyaloğu hatırlamak için belleğimi yokluyorum, ama ancak birkaç kopuk parça buluyorum, bulunduğu ortamdan koparılmış bölük pörçük şeyler. Emin olduğum bir tek şey varsa o da Chang’e adımı söylemiş olduğum. Benim yazar olduğumu keşfetmesinden sonra yapmış olmalıyım bunu; çünkü onun bana kim olduğumu sorduğunu duyar gibiyim, yazdıklarımdan okuduğu var mı, diye sormuştur. “Adım Orr,” demiştim ona, adımdan önce soyadımı söyleyerek. “Sidney Orr.” Chang’in İngilizcesi yanıtımı anlamasına yetmiyordu. Ben Orr deyince o ‘or’ anlamıştı, ben başımı iki yana sallayıp gülümseyince şaşkınlık ve mahcubiyet içinde kızarıp bozarmıştı. Tam hatasını düzeltip soyadımın yazılışını hecelemek üzereydim ki benim ağzımı açmama fırsat bırakmadan gözleri yeniden parladı, elleriyle kürek çeker gibi çılgınca çırpınmaya başladı, benim söylediğim sözcüğün belki de kürek anlamına gelen ‘oar’ olduğunu sanmıştı. Yine başımı hayır anlamında iki yana sallayıp gülümsedim. Chang pes etmişti, derin bir iç geçirip “Şu İngilizce korkunç bir dil,” dedi, “benim zavallı beynim için fazla karışık.” Mavi defteri tezgâhtan alıp kapağın iç tarafına büyük harflerle adımı yazana kadar bu yanlış anlama sürdü. Sonunda sonuç alınmıştı. Bunca çabadan sonra, Amerika’ya yerleşen ilk Orrların Orlovskyler olduğunu söylemeye kalkışmadım. Bu ad daha Amerikan görünsün diye büyükbabam kısaltmıştı, tıpkı Chang’in, adının yanına dekoratif ama anlamsız M.R. harflerini eklemesi gibi.

2

John elli altı yaşındaydı. Genç olmayabilirdi ama kendisini yaşlı hissedecek kadar yaşlı da değildi, özellikle de iyi bir biçimde yaşlanırken ve hâlâ kırklı yaşlarının ortasında ya da olsa olsa sonunda gösterirken. O sırada onu tanıyalı üç yıl olmuştu, Grace’le evli olmam dolayısıyla onunla arkadaş olmuştum. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Grace’in babasıyla John, Princeton Üniversitesi’nde birlikte okumuşlardı, o iki adam farklı alanlarda çalışsalar da (Grace’in babası Virginia’nın Charlottesville kentinde Bölge Federal Mahkeme Yargıcı’ydı) o günden bu yana yakınlıkları sürmüştü. Bu nedenle ben John’u ailenin dostu olarak tanıdım, liseden beri kitaplarını okuduğum ve hâlâ ülkenin en iyi yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm ünlü romancı olarak değil.

John, 1952 ile 1975 yılları arasında altı roman yayınlamıştı, ama yedi yılı aşkın bir süredir hiçbir şey yapmamıştı. John hiçbir zaman hızlı yazan biri olmamıştı, kitaplarının arasındaki sessiz dönemlerin alışıldığından uzun olması onun çalışmadığı anlamına gelmiyordu. Hastaneden çıktığımdan beri onunla pek çok öğle sonrası geçirmiştim ve sağlığımla (bu konuda çok kaygılanıyordu, kendine dert edip duruyordu), yirmi yaşındaki oğlu Jacob’la (son zamanlarda oğlu onun çok canını sıkıyordu), debelenip duran Mets beysbol takımıyla (hiç bıkmadığımız ortak bir saplantımızdı bu) ilgili sohbetlerimizin arasına, o günlerde neyle uğraştığına ilişkin yeterince laf sokuşturmuştu, böylece belli bir şeye gömüldüğünü, zamanının büyük bölümünü iyi giden ve belki de sonuna yaklaşan bir projeye ayırdığını ima etmişti.

3

Grace’le de bir yayınevinin bürosunda tanışmıştım, bu da Bowen’a neden o mesleği uygun gördüğümü açıklayabilir. 1979 Ocak’ıydı, ikinci romanımı bitireli çok olmamıştı. İlk romanımı ve ondan önce hazırladığım bir öykü kitabını San Francisco’daki küçük bir yayınevi yayınlamıştı ama artık New York’taki daha büyük ve daha ticari bir yayınevine geçmiştim, Holst&McDermott’a. Onlarla sözleşme imzaladıktan iki hafta kadar sonra editörümle görüşmek üzere bürolarına gittim ve konuşmanın bir yerinde kapak konusunda düşünceler tartışılmaya başlandı. İşte o sırada Betty Stolowitz masasının üzerindeki telefonu eline alıp “Grace’i çağıralım da ne düşündüğünü öğrenelim, ne dersin?” dedi. Grace’in Holst&McDermott’un sanat bölümünde çalıştığını öğrendim,

Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre

’nin kılıfının tasarımını hazırlamakla görevlendirilmişti; kaprisler, gündüz düşleri ve acılı karabasanları konu alan küçük kitabımın adı buydu.

Betty ile üç-dört dakika daha konuştuk, sonra Grace Tebbetts içeri girdi. Bizimle on beş dakika kadar kaldı, yanımızdan ayrılıp odasına döndüğünde ben ona âşık olmuştum bile. Böylesine ani, böylesine kesin ve böylesine beklenmedikti. Bu tür şeyleri romanlarda okumuştum, ama yazarların hep ilk bakışmanın gücünü abarttıklarını sanmıştım, insanların dilinden düşmeyen ve erkeğin sevdiği kadının gözlerine ilk kez baktığı, o ânın gücünü. Benim gibi doğuştan karamsar biri için tamamıyla şaşırtıcı bir deneyimdi bu. Sanki ahir zaman ozanlarının dünyasına fırlatılmıştım da La Vita Nova’nın birinci bölümünün bir parçasını yaşıyordum (…düşüncelerimdeki muhteşem kadın karşıma ilk çıktığında…), binlerce unutulmuş aşk sonesinin eskimiş dizelerindeki kişi bendim sanki. Yanıyordum. Özlemle yanıp tutuşuyordum. Bitkindim. Dilim tutulmuştu. Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın sonlarının havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert floresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde.

Böyle bir olayın açıklaması olamaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur. Grace hoş bir kadındı, ama ilk karşılaşmamızın o ilk birkaç, allak bullak edici saniyesinde bile, Grace’in elini sıkıp onun Betty’nin masasının yanındaki koltuğa oturuşunu izlerken bile, aşırı güzel olmadığını görebilmiştim, kusursuzluklarının pırıltısıyla gözünüzü alan şu film yıldızı tanrıçalardan değildi. Kuşkusuz çekiciydi, çarpıcıydı, göze çok hoş görünüyordu (bu sözcükleri istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz), ama benim üzerimde ne kadar güçlü bir çekim gücü olursa olsun bunun salt fiziksel bir çekim olmadığını biliyordum, görmeye başladığım düşün bir anlık bir arzudan doğan hayvansal bir dürtü olmadığını da. Grace’i zeki bulmuştum, ama toplantı uzadıkça ve kitabın kapağıyla ilgili düşüncelerini açıklamasını dinledikçe Grace’in düşüncelerini son derece açıkça ifade edebilen biri olmadığını gördüm (iki fikir arasında sık sık duraklıyordu, küçük, işlevsel sözcüklerle yetiniyordu, soyutlama yeteneğine sahip olmadığını sanıyordum), o öğle sonrasında söylediği hiçbir şey özellikle parlak ya da unutulmaz değildi. Kitabım hakkında üç-beş gönül alıcı söz ettiyse de benimle ilgilendiğini gösterecek en ufak bir ipucu vermedi.Bense işkenceler içindeydim, yanıp tutuşuyor, özlem çekiyordum, aşkın pençesine düşmüş bir adamdım.

Bir yetmiş üç boyunda, altmış kilo ağırlığındaydı. Zarif bir boynu, uzun kolları ve uzun parmakları vardı, teni beyazdı, saçlarıysa kısa ve kirli sarıydı. Sonradan farkına vardığım gibi bu saçlar, Küçük Prens’teki kahramanın saçlarına benziyordu –sağa sola fışkıran kâh düz kâh bukleli saçlar– ve belki de bu ilinti, Grace’in çevresine yaydığı çifte cinsiyetli aurayı pekiştiriyordu. O öğle sonrasında üzerinde olan erkeksi giysilerin de bu imajın oluşmasında payı vardı kuşkusuz: siyah kot pantolon, beyaz bir tişört ve açık mavi keten ceket. Yanımıza geldikten beş dakika sonra ceketini çıkarmış ve iskemlesinin arkalığına asmıştı; kollarını, o uzun, pürüzsüz, olağanüstü kadınsı kollarını gördüğümde onlara dokunana, ellerimi bedenine koyma ve çıplak teninde dolaştırma hakkını elde edene kadar huzur bulmayacağımı anlamıştım.

Ama ben Grace’in bedeninden daha derine inmek istiyorum, onun fiziksel varlığının rastlantısal olgularından daha derine. Bedenlerin önemi vardır elbette, kabul etmek istediğimizden de daha önemlidirler, ancak bedenlere âşık olmayız biz, birbirimize âşık oluruz ve varlığımızın büyük kısmı et ve kemikse böyle olmayan pek çok yanımız da vardır. Bunu hepimiz biliriz ama yüzeysel niteliklerin ve görünümlerin oluşturduğu listenin ötesine geçer geçmez kelimelerimiz tükenir, paramparça olup gizemli karmaşalarda ve bulanık, önemsiz metaforlarda dağılırlar. Bazıları buna varolmanın alevi der. Kimileriyse içteki kıvılcım ya da kişiliğin iç ışığı der. Özün yangını diyenler de vardır. Bu deyimler hep sıcak ve aydınlatma imgelerinden yararlanmaktadır ve bu güç, bazen ruh diye adlandırdığımız bu hayatın özü, bir başka insana gözlerimiz yoluyla iletilir. Elbette bu noktada ısrar eden şairler haklıydılar. Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.

Grace’in gözleri maviydi. Yer yer kahverengi, çoğunlukla gri benekli koyu maviydi, belki ela pırıltılar da vardı. Kolay anlaşılmayan gözlerdi onunkiler, belli bir anda üzerine düşen ışığın yoğunluğuna ve rengine göre renk değiştirirlerdi; onu Betty’nin bürosunda ilk gördüğüm gün, çevresine böylesine huzur ve dinginlik yayan bir başka kadınla tanışmadığımı düşünmüştüm, o sırada yirmi yedisinde bile olmayan Grace sanki hepimizden çok daha yüce bir mevcudiyet kazanmıştı. Gizemli bir havası olduğunu ya da azizeler gibi bir tenezzül ya da kayıtsızlık bulutu içinde, bulunduğu ortamın üstünde süzüldüğünü söylemek istemiyorum. Tam tersine, görüşmemiz süresince oldukça hareketliydi, kolayca gülüyordu, gülümsüyordu, uygun sözcükleri kullanıyor, uygun el-kol hareketleri yapıyordu, ancak Betty ile benim ona önerdiğimiz fikirlerle profesyonelce ilgilenmesinin altında herhangi bir iç mücadele yatmadığını şaşırarak seziyordum; zihinsel dengesi, onu modern yaşamın bildik çelişkilerinin ve saldırganlıklarının –kendinden kuşku, kıskançlık, alaycılık, başkalarını yargılama ya da küçümseme ihtiyacı, kişisel hırsın yakıcı, dayanılmaz sancısı– dışında tutar gibiydi. Grace gençti, ama ruhu yaşlıydı ve yıpranmıştı, o ilk gün onunla Holst&McDermott’un bürosunda otururken ve gözlerine bakıp incecik, kıvrımlı bedeninin hatlarını incelerken, onu sarıp sarmalayan dinginlik duygusuna, içinde yanan ışıl ışıl sessizliğe âşık oldum.

4

Karıma dünyada John’dan başkası

Gracie

demezdi. Hatta annesiyle babası bile artık öyle çağırmıyorlardı kızlarını; Grace’i tanıyalı üç yıldan fazla olmuştu ama ona bir kez bile o takma adla seslenmemiştim. John ise onu doğduğundan beri tanıyordu, hatta doğduğu günden beri, zaman içinde John’a pek çok ayrıcalık tanınmış, o da ailenin dostu olmaktan çıkıp gayri resmi akraba konumuna geçmişti. Sanki en sevilen amca statüsünü kazanmıştı ya da gerçekten öyle olmasa da vaftiz babası bile denebilirdi ona.

John Grace’i seviyordu, Grace de onun sevgisine karşılık veriyordu; ben de Grace’in hayatındaki erkek olduğum için John beni yakın aile çevresine dahil etmişti. Rahatsızlığım süresince Grace’in bu buhranlı günleri atlatmasına yardımcı olmak için zaman ve enerji harcamıştı, ben ölümden kurtulunca da her akşamüzeri hastaneye gelip yanımda kalmayı alışkanlık edinmişti, sonradan farkına vardığım gibi beni canlılar dünyasında tutmaya çalışmıştı. Grace ile birlikte onun evine yemeğe gittiğimiz gün (18 Eylül 1982), New York’ta John’a, ikimizden daha yakın kimse olduğunu hiç sanmıyordum. Bize de ondan yakın kimse yoktu. Cumartesi gecelerimize neden bu kadar önem verdiğini, bacağından sorunu olduğu halde buluşmayı iptal etmek istememesini açıklar bu. Yalnız yaşıyordu ve insan içine de pek çıkmadığından bizimle buluşması toplumla tek ilişkisi, birkaç saat kesintisiz sohbet etmesinin tek fırsatı haline gelmişti.

5

Tina, John’un ikinci karısıydı. İlk evliliği on yıl sürmüş (1954’ten 1964’e kadar) ve boşanmayla sonuçlanmıştı. Benim yanımda bundan hiç söz etmezdi ama Grace bana ailede hiç kimsenin Eleanor’dan hoşlanmadığını anlatmıştı. Tebbettler onu hep Massachusettsli mavi kanlı soydan gelme, burnu havada Bryn Mawr kızı olarak görmüşlerdi, John’un New Jersey’in Paterson kentinden gelme işçi sınıfından ailesine hep tepeden bakmıştı. Eleanor’un saygın bir ressam olması ve ününün John’unkine denk olması durumu değiştirmiyordu. Bu ikisinin evliliği son bulunca Tebbettler hiç şaşırmadı, içlerinden bir tek kişi bile Eleanor’un gitmesine üzülmedi. Ne yazık ki, dedi Grace, John onunla bağını sürdürmek zorunda kaldı. Bunu arzuladığından değil, sorunlu ve bir yaptığı bir yaptığını tutmayan oğulları Jacob’ın tuhaflıkları yüzünden.

Sonra Tina Ostrow’la tanışmıştı, kendinden on iki yaş küçük olan Tina dansçı-koreograftı, John onunla 1966’da evlendiğinde Tebbett klanı bunu sevinçle karşıladı. Sonunda kendisine layık olan bir kadın bulduğuna emindiler ve zaman onları haklı çıkardı. Ufak tefek ve cıvıl cıvıl Tina, harika bir kadındı, dedi Grace ve John’a (Grace’in kullandığı sözcüklerle) neredeyse tapıyordu. Bu evliliğin tek sorunu, Tina’nın otuz yedi yaşına bile gelmeden ölüp gitmesiydi. On sekiz ay boyunca rahim kanseri Tina’yı John’un elinden yavaş yavaş çekip almıştı. John onu toprağa verdikten sonra, dedi Grace, uzunca bir süre kendini evine kapattı, ‘sanki dondu ve soluk alıp vermekten vazgeçti’. Önce bir yıllığına Paris’e gitti, sonra Roma’ya, sonra da Portekiz’in kuzeyinde küçük bir köye. 1978’te New York’a dönüp Barrow Sokağı’ndaki eve yerleştiğinde son romanı yayınlanalı üç yıl oluyordu. Trause’nin, Tina’nın ölümünden beri bir tek satır bile yazmamış olduğu söyleniyordu. O tarihin üzerinden de dört yıl geçmesine rağmen hâlâ hiçbir şey çıkarmamıştı ortaya, en azından birilerine gösterebileceği bir şey. Ama çalışıyordu. Çalıştığını biliyordum. Bunu bana kendisi söylemişti, ama ne tür bir şey üzerinde çalıştığını bilmiyordum, bunun tek nedeni de sormaya cesaret edemememdi.

6

Grace grafik çalışmalarının büyük çoğunluğunda sanat yapıtlarına bakarak esinlenirdi, yılın başındaki hastalığımdan önce cumartesi günleri öğle sonralarımızı birlikte resim galerilerine ve müzelere girip çıkarak geçirirdik. Bir bakıma, evliliğimizi sanata borçluyduk, sanat olmasa Grace’in peşinden gitme cesaretini bulacağımdan emin değilim. Bereket Holst&McDermott’un tarafsız sahasında karşılaşmıştık, iş çevresi denen yerde. Herhangi başka bir yerde bir araya gelmiş olsaydık –bir yemekli partide, örneğin, ya da bir otobüste ve uçakta– amacımı belli etmeden onunla yeniden bağlantı kurmayı başaramazdım, Grace’e ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini içgüdüsel olarak sezmiştim. Elimdeki kartları zamanından önce açsaydım onu asla kazanamayacağıma neredeyse emindim.

Bereket onu aramak için bir bahanem vardı. Kitabımın kapağını Grace hazırlayacaktı, onunla konuşmam gereken yeni bir fikrim olduğu bahanesiyle tanışmamızın üzerinden iki gün geçtikten sonra telefon ettim ve gidip kendisiyle görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. “Ne zaman istersen,” dedi. Bu ‘zaman’ bir türlü ayarlanamadı. Ben o sıralarda tam gün çalışıyordum (Brooklyn’deki John Jay Lisesi’nde tarih öğretmeniydim), saat dörtten önce Grace’in bürosuna gidemeyecektim. Grace’in öğle sonraları da bütün hafta boyunca randevularla doluydu. Gelecek pazartesi ya da salı günü buluşmamızı önerince bir okuma programı için kent dışına çıkacağımı söyledim ona (aslında doğruydu bu, ama doğru olmasa bile böyle bir şey uydururdum). Böylece Grace pes etti ve beni cuma günü iş çıkışı iki arada bir derede görmeyi kabul etti. “Saat sekizde bir yerde olmam gerekiyor,” dedi, “ama saat beş buçukta bir saatliğine filan buluşursak sorun olmaz.”

Kitabımın adını, Willem de Kooning’in 1938’de yaptığı bir karakalem çalışmadan almıştım. Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre, ufak, zarif bir resimdi, ayakta duran iki erkek çocuktan biri ötekinden bir-iki yaş daha büyüktü, biri uzun, öteki diz altına kadar gelen bir pantolon giymişti. Tablo çok hoşuma gitmiş olsa da benim ilgimi tablonun adı çekmişti, bu adı seçmemin nedeni de Kooning’i anmak değil, sözcüklerin kendisiydi, onları oldukça davetkâr bulmuştum, yazdığım romana da çok uygundular. Hafta başında Betty Stolowitz’in bürosunda kapağa de Kooning’in çizimini koymayı önermiştim. Şimdi Grace’e bunun iyi bir fikir olmadığını söylemeyi tasarlıyordum, çizgilerin silik olduğunu, yeterince net görünmeyeceklerini, istenilen etkiyi bırakmayacağını söyleyecektim. Ama aslında netlik umurumda değildi. Betty’nin bürosunda o resme itiraz etmiş olsaydım şimdi onu savunacaktım. Tek istediğim Grace’i yeniden görme fırsatını bulmaktı; beni ona götürecek yol da sanattı, asıl amacımı tehlikeye atmayacak tek konu buydu.

İş çıkışında benimle görüşmeyi kabul etmesi bana umut verdiyse de saat sekizde yanımdan ayrılacak olması bu umudu silip atmıştı. Bir erkekle buluşacağından emindim (güzel kadınlar cuma akşamları hep erkeklerle buluşurlar), ama Grace’in bu adama ne kadar derinden bağlı olduğunu bilmem mümkün değildi. İlk kez buluşacağı biri olabileceği gibi, nişanlısıyla ya da birlikte yaşadığı erkek arkadaşıyla buluşacak da olabilirdi. Evli olmadığını biliyordum (tanıştığımız gün Grace’in bürodan çıkmasının ardından Betty söylemişti), ama başka yakınlıkların sınırı yoktu. Betty’ye Grace’in hayatında biri olup olmadığını sorduğumda bilmediğini söyledi. Grace özel hayatını kimseyle paylaşmaz, dedi, büro dışında neler yaptığı hakkında bürodakilerin en ufak bir bilgisi yoktu. Orada çalışmaya başlamasından bu yana iki-üç editör ona çıkma teklif etmişti ama Grace hepsini geri çevirmişti.

Grace’in özel hayatını kimseyle paylaşmaktan hoşlanmayan biri olduğunu çok geçmeden öğrendim. Evlenmeden önce onunla geçirdiğim on ayda hiçbir sırrını açmadı bana ya da daha önce başka erkeklerle yaşadıklarını anlatmadı. Ben de anlatmaktan hoşlanmadığı belli olan bir şey için zorlamadım onu. Grace’in sessizliğinin gücü buradaydı. Sevilmeyi istediği biçimde onu sevecekseniz, kendisiyle sözcükler arasına çektiği çizgiyi kabul etmek zorundaydınız.

(Bir keresinde, ilişkimizin başlangıcında, çocukluğundan söz ederken yedi yaşındayken ailesinin hediye ettiği ve çok sevdiği bir bebeği hatırlamıştı. Bebeğe İnci adını vermiş ve ondan sonra dört-beş yıl nereye gitse yanında sürüklemişti, onu en iyi arkadaşı olarak kabul etmişti. İnci’nin en ilginç yanı konuşabilmesi ve kendisine söylenenleri anlayabilmesiydi. Ama Grace’in yanındayken İnci’nin ağzından tek bir sözcük bile çıkmamıştı. Konuşamadığı için değil, konuşmak istemediği için.)

Grace’le tanıştığımda hayatında biri vardı; bundan eminim, ama o adamın adını da, Grace’in bu konuda ne kadar ciddi olduğunu da asla öğrenemedim. Oldukça ciddi olduğunu sanıyordum, çünkü arkadaşlığımızın ilk altı ayı benim için oldukça çalkantılı geçti, sonu kötü geldi, Grace bana ilişkimizi bitirmek istediğini, artık onu aramamamı söyledi. Yine de, hayal kırıklığıyla dolu o aylar süresince, kısa ömürlü zaferlerin ve ufak çaplı iyimserliklerin, azarlamaların ve boyun eğmelerin, beni göremeyecek kadar meşgul olduğu ya da yatağını paylaşmama izin verdiği gecelerin, o umarsız, başarısız flörtün bütün o iniş-çıkışları arasında Grace benim için hep büyülü biri oldu, arzu ile gerçek yaşamı birbiriyle buluşturan aydınlık bir temas noktası, vazgeçilmez aşkım oldu. Sözümü tutup onu aramadım, altı-yedi hafta sonra Grace damdan düşercesine aradı beni ve fikir değiştirdiğini söyledi. Açıklama yapmaya yanaşmadı, ama rakibim olan adamın artık sahneden çekildiğini tahmin ettim. Yalnız beni yeniden görmek istemekle kalmadığını, benimle evlenmek istediğini de söyledi. Ben onun yanında evlilik sözcüğünü ağzıma almamıştım. Onu ilk gördüğüm andan beri aklıma koymuştum bunu, ama dile getirmeye cesaret edememiştim, Grace’i ürkütmekten korkmuştum. Şimdiyse Grace bana evlenme teklif ediyordu. Hayatımın geri kalanını kırık bir kalple geçirmeye razı olmuşken Grace bana kendisiyle birlikte yaşayabileceğimi söylüyordu; bir bütün olarak, hayatımın tamamı onunla bir bütün olarak geçecekti.

7

Bowen’ın Kansas City’ye gitmesini gelişigüzel kararlaştırmıştım. Aklıma ilk gelen yer orasıydı. Büyük olasılıkla New York’tan çok uzakta olmasıydı nedeni, ülkenin ortasına gömülü bir kent; bütün muhteşem tuhaflığıyla Oz. Nick’i Kansas City yoluna düşürdükten sonra aklıma Hyatt Regency’deki felaket geldi, gerçek bir olaydı bu, on dört ay önce olmuştu (Temmuz 1981’de). O sırada lobide iki bine yakın insan toplanmıştı, lobi yaklaşık altı yüz metre kare büyüklüğünde müthiş geniş bir açık hava atriumuydu. Herkes başını yukarı kaldırmış, üst kattaki koridorlardan birinde yer alan bir dans yarışmasını izliyordu (bu geçitlere asma koridor da deniyordu ya da havayolu); yapıyı destekleyen kenarlardaki enli kirişler palamarlarından koptular, büyük bir çatırtıyla dört kat aşağıdaki lobiye düştüler. Aradan yirmi bir yıl geçti ama bu olay Amerikan tarihinin en korkunç otel facialarından biri olarak anılır.

Kehanet Gecesi

Подняться наверх