Читать книгу KAWA Hareketinin Kırılma Süreçleri - Hasan H. Yıldırım - Страница 2

Оглавление

Önsöz


Devletleşen ileri toplumlar, genelde geleceğe dair konuşur ve zamanı ona bağlı kurgular, öyle planlarlar. Zamanı amaçlarına endeksli kullanırlar. Nimetlerin paylaşımında sistem çarkıyla döner. Kürdler; devletleşememiş bir millet olarak, bu handikabı aşamamanın telaşında; geçmişe dalar dururlar. Neden ve niçinleriyle. Nerde hata yaptık ta, murada ermedik..!? Bunun tartışması, yıllar yılıdır sürer gider...

Bizim kuşak çölde suya susamış bir ağaç gibiydi. Kürd düşmanları tarihimizle ilişkimizi kesmişti. Büyüklerimizden geriye yazılı bir belge kalmamıştı. Bırakılanlar da düşman tarafından ya yok edilmiş, ya da yasaklanmıştı. Eskiden kalmış yararlanacağımız bir miras yoktu elimizin altında. Kapkaranlık bir boşlukta kulaç atıyorduk. Yönümüz belli değildi. Nereye çıkacağımızı bilmeden yürüyorduk. Samimi, dürüst, fedakarlığımız yetmiyordu. Telafisi olmayan hatalar yaptık. Afedilemeyecek hatalar işledik. İşin tuhafı, ders çıkarmayı bile beceremedik. Hatayı hep kendi dışımızda aradık. Aynaya bakıp kendimizi sorgulamadık. Herkes kendini pirüpak saydı. Oysa hatanın kaynağı bizdik.

Kendi açımdan bundan sayısız ders çıkardım. Dahası bence en önemlisi yaşananları yazılı olarak gelecek kuşaklara bırakmaktır. Buradan hareketle yaşadıklarımı, gördüklerimi, işittiklerimi yazıya dökmeyi kendimce bir görev bildim. Herkese de öneririm. Eksik olabilir, fazla olabilir, olumluklar, olumsuzluklar taşıyabilir. Ama mutlaka yazıya dökülmelidir. Bir işe yarar mı, yaramaz mı; ona gelecek kuşaklar karar versin.

Benim yazdıkların ve şu an okuduklarınız KAWA Hareketi tarihinin tümü değildir. Sadece bir kesitidir. Umarım ki; kuruluş dahil, önemli mevkilerde yer almış tüm arkadaşlarım kendi boyutunu yazar ve böylelikle KAWA Hareketi tarihi ortaya çıkmış olur. KAWA Hareketi sorumlularının -ben dahil- yazacakları kuşkusuz KAWA Hareketinin resmi tarihi olmayacaktır. Buna karşın KAWA Hareketine ilişkin ortalıkta hiçte doğru olmayan saçma-sapan bir bilgi kirliliği mevcuttur. Temenim, yazacaklarımızla bunu açığa kavuşturmuş oluruz.

Aslında bunu tek başıma yapmaktan öte aynı sürecin insanları birlikte yapmış olsalardı, daha isabetli olurdu. “Her arkadaş kendi boyutunu yazsın, sonra oluşturulacak bir komisyon bunları derlesin toplasın,” şeklinde ortak bir görüşümüz vardı. Zaman zaman sohbetlerimizde konuşulan konulardan biriydi bu. Her meselede olduğu gibi bu mesele de savsaklandı. Birlikte yazma hayali suya düşünce bazı arkadaşlarımın bana, “kuruluş dahil tüm süreçlerde yer alan biri olarak bu iş sana düştü. Bunu sen yazacaksın,” öneri, teşvik ve zorlamalarıyla, niye olmasın dedim. Yazacaklarım bir sürecin umuda yolculuğun ve tıkanmışlığın bir özetidir bu bağlamda. Yazmaya karar verdiğimde bu düşüncemi arkadaşlarımla da paylaştım. Doğal olarak neyi verip vermemem konusunda tartışmalarım oldu. Fakat yakın bir tarih olması münasebetiyle yazacaklarımla kimi arkadaşlarımı kırabileceğim düşüncesi beni rahatsız etti. Bu konuyu birçok arkadaşımla da konuştum.

Arkadaşlarımdan biri: “Kolaylık olur diye, sana yaşanmış bir olayı anlatayım,” dedi.

“Adamın biri hatıratlarını yazmayı ve ölmeden önce yayınlamayı düşünmüş. Bilirsin; doğru mu yanlış mı bir yana, hatıralar genelikle kişi öldükten sonra yayınlanır. Fakat adam ölmeden önce hatıralarını yayınlamak istemiş. Tabii yakın tarih olması hasebiyle sıkıntıya meydan vereceği duygusu adamı rahatsız etmiş ve konuyu bir arkadaşına açmış. Arkadaşı da kendisine şu yöntemi önermiş.”

“Bazı olaylar yaşanmamış gibi görülür ve tarihe havale edilir. Bazı olaylar dostlar arasında konuşulur. Bazı olaylar da kamuoyuyla paylaşılır.”

Kitabı yazarken bu yöntemi kendime baz aldım. Bunu ne kadar başardım bilemiyorum. Çünkü bu üç boyut arasında öylesine ince bir çizgi var ki; aşmamak için cambaz olmak gerektir. Benim de öyle bir meziyetimin olduğunu sanmıyorum. Eğer kimi yaşanmışlıklarda ölçüyü kaçırmışsam, kimi arkadaşlarımı kırmışsam affola.

Fakat, kimi yaşanmışlıkları da bazı arkadaşlarımı kırmak pahasına da olsa, yazmak zorundaydım. Yazmamam halinde, başta kendim olmak üzere, şehitlerimize ve bu harekete emek veren arkadaşlarıma haksızlık etmiş olacaktım. Bunu yapmadım. Umarım eleştiriye tabii olanlar incinmemiştir.

KAWA Hareketi’nin resmi tarihi yazılmadı. Yazılması da gerekmiyor. Bundan sonra yazılması da söz konusu değildir. Ama yaşanılan bir tarih var. Bu tarih bizim. Ben, kendi yaklaşımımı yazarak tarihe havale ediyorum. Umarım kuruluş dahil, tüm süreçlerde KAWA Hareketinin sorumlu mevkilerinde yer almış tüm arkadaşlarım kendi boyutunu yazar ve böylelikle KAWA Hareketi tarihi gerçeğe yakın olarak ortaya çıkmış olur. Tarafsız birileri de yarın bunları incelediğinde, işte KAWA Hareketi buydu deyip bir sonuca varır. Bugünden sonra, yapılması gereken ve doğru olan da budur.

Yazdıklarım KAWA Hareketi sürecinde kendi boyutumun kısa bir özetidir. Anlattıklarım benim subjektif niyetlerim olarak algılansın. Amacım olumsuzluklarımızı tespit etmek, deşifre etmek, sebeblerini izah etmek, dersler çıkarıcı sonuçlara varmaktır. Ben kendi yaklaşımlarımı yazdım. Umarım arkadaşlarım da kendi yaklaşımlarını yazar ve gerçeğe yakın bir resim ortaya çıkar.

İstedim ki, gerçekler bilinsin. Gerçekler acıdır ve inciticidir. Sorun; bireysel hesaplaşma olayı değildir. Bireyler, Kürd milleti ve davasından daha önemli değildir. İnanız ki, en çok eleştiriye uğrayan, hepsi için demiyorum, bazıları beklentimin dahilinde olan arkadaşlarımdı ama teori, pratik ve yaşam biçimleriyle beni hayal kırıklığına uğrattılar. Benimkisi, aslında bir serzeniş. Emeğe de, arkadaşlarımada saygılıyım. Ama örgüt ve halkın çıkarı işin içinde oldu mu, bunlara saygı esastır.

KAWA geleneği diye bir olgu varsa ki vardır, bu da; bu arkadaşlarımın emeği sonucudur. Bir şeyler yapılmıştır. Bunu inkar etmiyorum. Her arkadaşım KAWA'ya bir değer katmıştır. Fakat KAWA'dan çok şey de alıp götürmüşlerdir. Bunu görmek lazım. İzaha çalıştığım şey budur.

Herşeye rağman eleştirilerime maruz kalan arkadaşlarımın ezici çoğunluğu onurlarını korumuşlardır. Yurtseverliklerine helal getirme-mişlerdir. Belki kendilerinden beklenileni yapmamışlar, aile, bireysel yaşam ile örgüt arasında tercihlerini birincisinden yana yapmışlar ama Kürd halkına bağlı kalmışlardır.

Arkadaşlarımı eleştirirken kastım onları yermek, rencide etmek, hesaplaşmak değildir. Bu aklımın ucunda bile geçmemiştir. Amacım KAWA örgüt ilkelerinin Kürdistan halkı nezdinde bunca yankı yapmasına karşın rolünü oynayamamasına açıklık getirmektir. Bunun ne kadarını başarabildiğimi okuyucuya bırakıyorum.

İşin aslı, bu arkadaşları eleştirirken kendimi onlardan ayrı bir yere koymak değildir amacım. Onlardan özde bir farkım yoktu. Dürüstük, samimiydik, ama bu Kürdistan devrimine önderlik etmek için yeterli değildi. Kitleler içinde çalışıyordum. Bir şeyler ters gidiyordu. Bunu resmi toplantılarda ifade ediyordum. Cevap veremiyorduk. Cevabın verilmesi için önderliğin rolünü oynamasına bağlıydı. Önderliğimizde rolünü oynamasından öte başka diyarlarda geziniyordu. Bir eli örgüt içindeyken, bir eli düzenle tokalaşıyordu. Bunu sürekli eleştirsem de para etmiyordu. Kimilerine göre “aşırı bir uç”tum. Resmi toplantılarda doğru karar aldırsam da bir işe yaramıyordu. Sorun bu kararları yerine getirecek adam yokluğuydu. Kişi olarak ta sahadaki arkadaşlarımla birlikte sorunlara cevap veremiyorduk.

Gençtik, geriydik, tecrübesizdik. Adam yokluğundan kaynaklanan zorunluluktan kendimizi birdenbire KAWA Hareketi Merkez Komitesi'nde bulduk. Oysa bizim gibi insanların bırakın Kürdistan devrimine soyunmuş bir örgütün MK’sinde yer almasını, karar kılıcı hiçbir biriminde yer almaması gerekirdi.

Fakat koşullar bizi MK'de yer almaya itti. Aslında sıradan bir kadro olarak ve sıradan bir biriminden yer alsaydık, daha yararlı olurduk diye düşünüyorum. Bu, her zamanki düşüncemdi, her zaman dile getirmişimdir. Aslında birçok arkadaşım da, bu düşüncesini dile getiriyordu.

Fakat o dönem bizden daha tecrübeli ve birikimli kimseler yoktu. Onlar olmayınca, bizimki bir yerde namus belasıydı. Birikim ve tecrübemiz ölçüsünde samimice mücadele ettik. Neyi başardık, neyi başaramadık tartışılan bir meseledir hala. Şimdi düşünüyorum da; keşke bizi yönetecek bir kadro yapılanmamız olsaydı. Bizde onların yol göstericiliğinde çalışmış olsaydık, kuşkusuz daha yararlı olurduk.

KAWA Hareketi, dünyanın en zor sorununu çözmeye girişti. Başaracağına inandı. Ama başaramadı. Başaramazdı. Çünkü KAWA Hareketi kadroları sanıyorlardı ki; bu iş istemekten ibaret. İstemek elbette bir işi başarmanın önkoşulu, ama sadece önkoşuldur bu. Fakat başarmak için başka meziyetlerin de olması gerekti. Bunun yanı sıra uluslararası koşulların buna uygun olması da gerekti. KAWA Hareketi kadrosunun bilince çıkaramadığı buydu. Tecrübesizdi, deneyimsizdi. İdeolojik, siyasi, politik, örgütsel, askeri, ekonomik olanaklar bakımından donanımlı değildi. Yanı sıra, önderlikte yer alanların kendini bu işe profesyonelce vermeyişleri kaybetmemize yol açan esas nedenlerden biri oldu. Bunu kişiler bazında oynadıkları rolleriyle birlikte kitabın içinde bulacaksınız.

Devrim profesyonel insanların eseridir. KAWA Hareketi önderliğinde yer alanların ezici çoğunluğu profesyonellikten çok uzaktı. Hep kaçak oynadılar. Örgütü ileriye taşımaktan öte geriye götürmenin çabası içinde oldular. Kendilerine devrimin çıplak askeri değil, seyircisi rolünü biçtiler. Bu durum alınan kararların yerine getirmesini engelediği gibi örgüt içinde daima iç sorunların doğmasına yol açtı. Örgüt profesyonel kadrosu bu mirasyedi unsurların bozucu rollerine karşı verdiği mücadele ile zaman tüketti. Düşmana karşı kullanılması gereken enerji bu alanda tükeltildi. KAWA Hareketi tarihi, bir yerde mücadelede samimi olanlarla olmayanların mücadele sahasına döndü. Bu mücadelede mirasyediler aşılamadı. Çok sonraları oynadıkları rol anlaşılsa da çok şey kaybedilmişti. Hareketi yeniden toparlamak artık çok geçti.

Bu nedenle KAWA Hareketi kaybetti. Kürd milleti de kaybetti. Mirasyediler kazandı mı; onlara sormak lazım. Kürd Milleti, önünde sonunda kazanacaktır. Eğer gelecekte çocuklarımız kazanacaksa; onlar, yaşanmış olanı mutlaka bilince çıkarmalıdır.

Bunları niye yazıyorum. KAWA Hareketi, soyunduğu misyonuna uygun ne bir teorik birikim ortaya koyabildi, ne de gözü kara bir pratik sergiliyebildi. Bunun nedeni önderlik yapan kadro yapısının durumunun buna müsait olmayışıydı. Tecrübesiz ve donanımsızdı. Kürdistan devrimine önderlik edecek kapasitede olmayışıydı. Bu nedenle kendisinden bekleneni yerine getiremedi. Tek bir cümle ile ifade edersem KAWA Hareketi sürekli önderlik bunalımı yaşadı. Başaramamanın esas nedenlerinden biri bu oldu.

Yaşanan süreçlerde kim ne rol oynadı objektif olarak vermeye çalışacağım. Kişileri anlatırken olumsuzluklarının yanı sıra, oynadıkları olumlu rollerini, kimi ile şu an yolum ayrılmakla birlikte, doğru olarak vermeyi ahlaki buluyorum.

Yazdıklarım, sürece bir nebzecik olsa da açıklık getirirse, bundan ancak bahtiyar olurum.

Hasan H. Yıldırım


Arayış

1970’li yılların başlarında, Türkiye'de askeri darbe yapıldı. Darbeyle birlikte, dönemin gençliği tutuklanmış, işkencelerden geçirilmiş, sindirilmeye tabii tutulmuş, akabinde de, 1970’lerin ortalarına doğru büyük çoğunluğu serbest bırakılmıştı.

Kürdlere ve Anadolu halklarının devrimci-demokratlarına karşı suç işleyen devletin askeri yapısı rolünü oynadıktan sonra, devreden kısmi olarak çekildi. Yakalanıp yargılananlar; bir “af” düzenlemesiyle, kaldıkları yerden devam etmek üzere, bir kez daha siyasal hareketliliğe dahil oldular. Dönem oldukça hareketliydi. Fırtınalı bir dönemin de başlangıcıydı o yıllar. Kürdistan’da 68 gençliği, yeni bir ses ve yeni bir duruştu. Bu duruş, askerin devlete el koymasıyla, kesintiye uğramıştı.

Dünya yeni bir arayışa girmiş, çalkalanıyordu: Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın ezilen milletleri; “efendileri”ne baş kaldırıyor, kendi milli devletlerini ve sosyal düzenlerini kurma savaşını veriyorlardı.

Kürd gençliği; bu gelişmeleri gıpta ile seyrediyor, dünyada olup bitenleri anlamaya çalışıyor, değişik sonuçlara varıyor, kıran kırana bir tartışmanın içinde buluyordu kendini. Eski ve yeni kuşaklarıyla hem kendi içinde, hem de birbirleriyle ideolojik olarak çatışıyordu.

Kürd-Kürdistan'ın mevcut statükosu, toplumsal konumu, yeni statünün belirlenmesi, ona ulaşmanın yol ve yöntemleri, ülke ve dünyada dost ve düşman tanımlanmaları… Bütün bu konularda; yeni tespitler, değerlendirmeler ve hararetli tartışmalar sürüp gidiyordu.

Dünya genelinde yükselen güçlü bir sosyalizm dalgası sürece damgasını vuruyordu. Bunun yanı sıra sosyalizmin ezilen ve sömürülen halkların tek kurtuluş umudu olduğu görüşü, Kürd kadroları arasında giderek güç kazanıyordu. Kürdistan'ın statüsü araştırılmadan 1970'lerin ortalarında Kürdistan'ın kuzeyinde mantar gibi “işçi sınıfı”nı fetişleştiren parti ve örgütler boy veriyordu. Ama ortada işçi sınıfı yoktu. Fakat olmayan işçi sınıfı adına politika yapılıyordu. Örgüt ve parti kadrolarının hemen hemen hepsi ya okulu bittirmiş, ya da okulu terk etmişlerden oluşuyordu.

Mevcut örgütlerin tamamı kendini “Marksist-Leninist,” kendi dışındakilerini “küçük-burjuva,” olarak tanımlıyordu. Kıstas neydi denilirse, herkesin kendini haklı çıkaracak gerekçeleri vardı. Esas olarak ta, hangi örgütün dünya sosyalist hareketin bölünmesinde kimin safına düştüğü rol oynuyordu. İşin tuhaf tarafı, saflarında olduğuna inandıkları güçlerin Kürdistan sorununa bakış açılarından habersizdiler. Daha sonra bu anlaşılsa da süreç keseden yenilmişti. Eyvah denilse de ellerinin altından kayıp giden zamanı kimse geri getiremezdi.

Bu, bir yerde doğaldı. Kürd siyasal kadroları geri ve yetersizdi. Ne ülkeyi, ne dünyayı tahlil edebilecek siyasal-ideolojik bir donanıma sahiptiler. Bu açmaz, belli merkezlerde üretilen reçeteleri almakla aşılmaya çalışıldı. Bunun başka bir çaresi de yoktu. Fakat buna rağmen mevcut örgütler, sonuçta yenilseler de o süreçte Kürdistan'ın kurtuluşu için inançlı bir mücadele geleneğini yarattılar.

Kuzeyli örgütlerin sosyalizme yönelmeleri, aslında o günün uluslararası koşullarının bir sonucuydu. Dünyada güçlü sosyalist bir rüzgar esiyordu. Ezilen millet ve halkların kutuluşu sosyalizmde aranıyordu. Bu düşünce hakim bir hal almıştı. 1970'lerde siyasal arenaya çıkan Kürdistani örgütler kendilerini doğal olarak, M-L, sosyalist, erternasyonalist vs. olarak tanımladı. Bu sadece Kürdistan'ın kuzeyiyle sınırlı değildi. Kürdistan'ın diğer parçalarındaki siyasi örgütler için de bu böyleydi. Bu nedenle, zaman zaman yapılan “Kürd milli hareketinin yenilgisinin nedeni sol anlayıştır,” suçlaması yerinde bir tespit değildir. Meseleye böyle bakmak sol'a haksızlıktır. Yapılan, yaşanan o süreçte dünyadaki alt-üst oluşların sonucuydu.

Yeni nesil Kürd gençliği; hem eski kuşağın sinmişliğini, hem de yeni koşulları aşma çabası içindeydi. Bunu yaparken, kendi içinde de tartışıp, ayrışıyordu. DDKD henüz ayrışmamıştı. İki grup olarak şekileniyordu. İki grubun tartışması sürüyordu. Daha sonradan kendini KAWA Hareketi olarak tanımlayacak olan grup, kendisini sosyalist olarak tanımlıyordu. Kürdlerin bir millet olduğu, her millet gibi milli devletlerini kurması gerektiğini, bunun da ancak silahlı mücadele ile sağlanacağını savunuyordu. Bu fikri savunulanlar, Kürd-Kürdistan gerçekliğinin ifadelendirilmesiydi. Realite bu olmasına rağmen, kimi geleneksel Kürd çevrelerinin bu, “mümkün değildir,” duvarına çarpıyordu. Bu çevreler, kendilerinden daha eski ve farklıydı. Herkesin, kendi kurulu köyleri vardı. Bu yeni arayış ve oluşum, eski çevrelerin hışmından da, payını alıyordu.

Grup üyeleri kendi aralarında tartışarak, sürece müdahale etmek için yeni bir yapılanmaya gittiler: İlkelerini belirlediler, hedefte netleştiler. Buna ulaşmanın yol ve yöntemlerini bilince çıkararak, KAWA Hareketini kurdular. KAWA`nın kuruluşu; bir umuttu, heyecandı, sıcacık bir duyguydu. Kuzey rüzgarı tadında bir esintiydi, yaşanan andı, gelecekti. Kendi özelinde; tüm bunların toplamının sadece bir durağıydı.

Kürd'ün tarihi, ne KAWA Hareketi ile başlamıştı, ne de onunla son bulurdu. Fakat bu genç, diri, dinamik Kürd millet potansiyelinin ortaya çıkardığı bir sevdaydı, bir aşktı. O; Kürd milli tarihinin, sancılı yürüyüşünün, kendi özgün koşullarında doğan bir sonuçtu. Bir güneş gibi doğdu ve soğuyan Kürd’ün yüreğini ısıttı. Kürd milleti; KAWA Hareketini, KAWA Hareketi de Kürd milletini sevdi. Kısa süren serüveninde, kurtuluş hayali tadında bir birliktelik yaşandı. Kürd milleti; KAWA'yı, kendisinin kopmaz bir parçası olarak gördü, güvendi, onunla kurtuluş umdunu tazeledi, destekledi, yanında oldu. Nasıl olmasın ki; kendisini, KAWA’nın şahsında bir kez daha tanımlama fırsatını yakalamıştı. Millet olduğunu bir kez daha bilince çıkardı. Her millet gibi, millet olmasından doğan haklarının olduğunu deklare etti. Hakları bölge ve dünya tiranları tarafından elinden alınmış ta olsa, buna ulaşmanın kaçınılmazlığını dayattı. Güçlü, zorba ve barbar düşmanın olmazlarını yerlebir etti.

Kürd milletinin hedefini; Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan olarak tanımlandı. Kuşkusuz bu onur sadece; KAWA Hareketinin değildi. Ondan çok önceleri bunu dile getirenler, uğrunda mücadele edenler, bu uğurda korkusuzca dar ağaçlarına yürüyenlere aitti. KAWA onların bıraktığı bayrağı devraldı. Bu nedenle KAWA Hareketinin kökü, Kürd millet tarihinin derinliklerindeydi.

Lozan'da, Kürdistan'a dayatılan statü; bölge sömürgeci devletlerin yanı sıra, dünya güç odaklarının çıkarlarına yanıt veriyordu. Kürdistan milli kurtuluş hareketi; tüm bu güçleri, topyekün olarak karşılarında buluyordu. Yükselen Kürdistan milli kurtuluş hareketinin ateşini söndürmek, bu mümkün değilse, Kürd/Kürdistan sorununu sömürgeci ülkelerin iç sorunu olarak empoze etmek, Kürdistan sorununu; “Kürt sorunu” derekesine indirmek, Ankara, Bağdat, Şam ve Tahran'ı çözüm merkezleri olduğunu beyinlere kazımaktı. Bağımsız ve Birleşik Kürdistan'ı devreden çıkarıp, sorunu parçacı düzeye indirmek ve buradan Kürdistan devrimini boğmaktı.

KAWA Hareketi, Kürdistan devrimini tasfiye etmek isteyen bu anlayışa ve yönelime karşı mücadele etmeyi önüne koydu. Yapmak istediği, sadece bunlar değildi. Umutsuzluğu, sindirilmişliği, kendinden kaçmayı politika edinmiş eski kuşağın yaydığı korku çemberini kırmaya çalıştı. Bu anlayışla, 1938'den beri susan silahları yeniden ateşledi, düşmana sıktı. Kürdistan'da, yeni bir ruh yarattı.

Kürd milletinin, düşmanına sıktığı ilk kurşun hikayesi, tarihin derinliklerindedir. Ama 1938 sonrasında Kürd millet suskunluğunu bozan KAWA Hareketi oldu. Bu bağlamda, 1938 sonrası Türk egemenlik sistemine ilk kurşunu sıkma onuru, KAWA Hareketine aittir. Adıyaman, Dersim, Diyarbakır, Kars, Malatya, Bingöl, Mardin ve Van'da Türk işgal kurum ve sorumlularına ve yerli hainlere ilk kurşunu sıkan KAWA Hareketidir.

KAWA Hareketi, düşmana karşı çok yönlü bir mücadeleyi öngördü. Demokratik yol ve yöntemlerden vazgeçmeksizin, düşmanı ancak silah zoruyla Kürdistan'dan söküp atacağını bilince çıkardı. Kürd'e, silah zoruyla boyun eğdirilmişti. Kürd milleti de, elinden alınmış milli egemenliğini, ancak silah zoruyla geri alabilirdi.

Kürdistan kılıç kalkanla ele geçirilmişti. Tank ve topla denetim sür-

dürülüyordu. Kurtuluşu da ancak silah gücüyle olacaktı. Silahlı müc-

adele derken sadece cephelerde karşılıklı siperlerde mevzilenmiş

silahlı güçlerin karşılıklı atışmasından ibaret değildi. Karşı gücün

hayatının her alanında kaos yaratmak, tedirgin etmek, panik yara-

tarak yaşamı çekilmez hale getirmek ve sonuçta psikolojik üstün

lüğü ele geçirmekti.


Bu iş, sadece silahlı güçlere yönelmekle olmazdı. Düşman bilinen Türk egemenlik sistemine ait her şeye saldırmakla olurdu ancak. Öyle bir savaş verilmeliydi ki; Türk egemenlik sistem sahiplerinde, evlerinden çıktıklarında akşam geri dönemeyeceklerine inandıkları bir psikoloji yaratılmalıydı. Savaş ancak buralarda kazanılırdı. Bunu oluşturmanın tüm koşulları vardı. Kürdlerin olmadığı hiçbir yer yoktu. Onlara ulaşmak ta o kadar zor değildi. Mesele onlardaki Kürd-Kürdistan yurtseverlik damarını yakalamak ve görevini hatırlatmaktı. Onları Kürd-Kürdistan mücadelesine kazanmaktı.


KAWA Hareketi, önüne Kürdistan devrimini koydu. Parçalanmış, bölüşülmüş, sömürgeleştirilmiş Kürdistan'ı; Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan'a dönüştürme görevine soyundu. Devrimin objektif koşulları, fazlasıyla vardı. Kürdistan, devrime gebeydi. Usta bir ebenin, hünerli ellerine ihtiyaç vardı. Bu da, devrim partisiydi. KAWA Hareketi, bu nedenle devrim partisini oluşturma görevini önüne koydu. Bu vesileyle, Kürdistan milli mücadelesini yönetmeyi öngürüyordu.

DDKD'nin bölünmesi sonrası, bu ihtiyaç tüm sıcaklığıyla gündeme gelmişti. SSCB'ne; “sosyal-emperyalist” diyen grup ve bireylerin birlik olma ve buradan bu ihtiyaca cevap verme çalışmaları hızlandı. İstanbul ve Ankara grupları, ayrı ayrı toplanarak kendi sorumlularını belirlediler.

İstanbul grubunun temsilcileri; Ahmet Zeki Okçuoğlu, Mahmut Fırat, Davut Kurun ve Ankara grup temsilcileri; Nurettin Elhüseyni, Reşit Delek, Yalçın Çakıcı'dan oluşturuldu. Temsilciler bir araya gelerek, grupları birleştirdiler. Grupsal yapılar, tek bir irade altında yönetilmeye başlanıldı. Yıl 1976 sonbahar aylarıydı. Bunlardan oluşan temsilci grup, yapıyı kongreye taşıma kararı aldılar.

Brodreji aşiretinin yoğunlukla olarak yaşadığı, Siverek'ten 3-5 km mesafedeki Şeraptul köyünde 1977 ilkbahar aylarında geniş katılımlı bir kongre yapıldı.

Kongre'ye; Ahmet Zeki Okçuoğlu, Mahmut Fırat, Davut Kurun, Adil Turan, Mehmet Polat, Ferit Uzun, Mustafa Aksakal, Ali Şahindal, Nurettin Elhüseyni, Mehmet Müfit, Reşit Delek, Nezir Demir, İbrahim Küreken, Mizbah Melik, İzzet Tırpan, Mustafa Kuzu, Niyazi Tosun, Düzgün Caynak, Sabri Kunt, Ata Şen, Mustafa Köroglu, Suat Uraz, Remzi Özgezer, Hasan Asgar Gürgöz, Alişer Gürgöz, Yalçın Çakıcı, Mustafa Dere ve Hasan Hüseyin Yıldırım katılmıştı.

Başka katılanlarda vardı. Fakat onların kimler olduğunu hatırlamıyorum.

Kongrede; Ferit Uzun, Ali Şahindal, Mustafa Aksakal, Alişer Gürgöz ve Mehmet Polat Merkez Komite üyeliğine seçildiler.

Kürd milleti, yüzyılların sömürgeci tahakümü altında, çektiği acı ve ıstıraplardan dolayı, düşmana karşı kinliydi. Düşmandan nefret ediyordu. Ülkesinden kovmak için, her şeyini vermeye hazırdı. Derinden uğuldayan diri bir milli potansiyel vardı. Kendisini özgürlüğe taşıyacak, önderliğini arıyordu. Siverek kongresiyle, bir önderlik seçilmişti ama, daha birikimli ve tecrübeli olan Ahmet Zeki Okçuoğlu, Davut Kurun, Mahmut Fırat, Nurettin Elhüseyni gibi kadrolar, yeni seçilen merkezi yapıda yerini alamamıştı. Merkeze seçilenler, genç ve tecrübesiz kadrolardı. Tecrübe ve birikim sahibi olmadıkları gibi, KAWA Hareketi kadro potansiyelini bir potada eritecek esneklik ve kabiliyete de haiz değildiler.

Her ne kadar birlik sağlanmış, tek bir irade var görünüyorduysa da, aslında realite farklıydı. İstanbul ve Ankara grupları arasında güvensizlik vardı. Her an bir ayrışmayı bünyesinde barındırıyordu. Siverek kongresinde, bu durum açıkça ortaya çıkmıştı.

***

Ahmet Zeki Okçuoğlu, Dr. Şıvan geleneğinden geliyordu. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrası yakalanır. Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde yargılanır. Aldığı cezanın fazlası yatırıldıktan sonra serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz, cezaevinde birlikte hareket ettiği Mahmut Fırat ve Zeruh Vakıfahmetoğu ile birlikte Yöntem yayınevini satın alırlar. Parayı Okçuoğlu bulur. Resmiyete sahipliği de, Zeruh Vakıfahmetoğlu’nun eşinin üzerine yapılır. DDKD'lerin kurulmasında önayak olurlar. Bölünmeden sonra Zeruh ile yolları ayrılır. Resmiyete yayınevi sahibi Zeruh Vakıfahmetoğlu’nun eşi göründüğü için, Yöntem yayınevi de onda kalır.

Bu kez Kava yayınevi kurulur. Parayı yine Okçuoğlu temin eder. Yayınevinin ismini ve amblemini de kendisi bulur. Daha sonra DDKD muhalefeti örgütlülüğe dönüşünce, KAWA Hareketi ismini alır.

Okçuoğlu, KAWA Hareketinin ilkelerinin tespitinde, birinci derecede etkili olan kişi olur. Birbuçuk yıl gibi kısa bir süre, KAWA Hareketi ile bir serüveni olur. Ondan sonra mümkün olduğunca KAWA Hareketi çevresinden uzak durmaya çalışır. Buna rağmen, Kawacı kimliğinden kendini kurtaramaz ve KAWA Hareketi anıldığında, akla gelen ilk isim Okçuoğlu olur.

Aydın bir insan, sürekli okuyan, inceleyen, kendi döneminin koşullarında, yeteri kadar teorik bir donanıma ve Dr. Şıvan geleneğinden geldiği için, pratik tecrübe birikimine ve karizmatik bir yapıya sahipti. Yazabilen ve güçlü hitabet yeteneği olan biriydi. Alçak gönülü, sempatik, paylaşımcı ve akadaşları tarafından sevilip sayılan bir mizaca sahipti. Bu meziyetleriyle, bir örgüte önderlik edebilecek bilgi ve tecrübeye sahipti. Fakat o, örgütlü bir mücadeleden yana değildi. Silahlı mücadeleye karşıydı. Bir şeylerden çekinmekteydi. Aslında medeni cesareti olan biriydi. Fakat bir şeylerden çekindiği de ortadaydı. Örgütlü mücadeleye gelememenin nedenini açıklamıyordu. Hiç kimse de, bu konuda bir fikir sahibi değildi. Amacı Kürdistan sorununu tartışacak aylık teorik bir dergi çıkarmaktı. Bunu yıllar sonra çıkaracağı; “Serbesti” ile gerçekleştirecekti.

KAWA Hareketinden ayrıldıktan sonra bir Kürd aydını olarak yaşamını sürdüren Okçuoğlu; Abdullah Öcalan'ın çıktığı Ankara'ya beklenen geri dönüşünü yapınca, avukatlığını yaptı. Abdullah Öcalan'ın konumu açığa çıkınca da, avukatlığından vazgeçti. Üzerindeki baskılar artınca, birçok Kürd gibi Almanya'ya gelerek siyasi iltica talebinde bulundu. Bir Kürd yurtseveri olarak yaşamını Avrupa’da sürdürüyor.

Okçuoğlu, KAWA Hareketinde ayrılıktan sonra uzun bir süre göremedim. Ancak 1996 yılında yollarımız bir kez daha kesişti. Günlük bir gazete çıkarmak için, Almanya'ya gelmişti. Bir toplantı düzenlemiş ve ben de, o gün “Kürdistan Sosyalistler Birlik Toplantısı”na katılmak için, aynı şehre uğramıştım. Okçuoğlu'nun toplantı düzenlediğini öğrenince, oraya kısa bir süreliğine de olsa uğradım ve ayaküstü kısa bir sohbetimiz oldu.

Okçuoğlu’nu alçak gönüllüğünden pek bir şey kaybetmemiş, ama epeyce yaşlanmış olarak gördüm. Dev yapılı, düzgün yüzlü insan gitmiş, omuzları çökmüş ve yüzünde derin izleri belirginleşen bir Okçuoğlu ile karşılaşmıştım. Aramızda şöyle bir diyalog gelişti.

“Ağabey, oldukça yaşlanmışsınız,” dediğimde, Okçuoğlu; ‘'senin de, benden aşağı kalır yanın yok ve sen de benim gibi yaşlanmışsın,” demişti. Daha sonra Köln'de 250 Kürd aydın ve politikacısının katıldığı bir toplantıda gördüm ve üçüncü görüşmemiz 2004 yılında Hamburg'ta oldu. Okçuoğlu, Kürd Zentrum'unu kurmak için, önayak olmuştu. Avrupa ülkelerinden birçok Kürd aydını ve politikacısı katılmıştı. Ahmet Zeki, divanda yer almış, bazı kararlar aldırmak istiyor, fakat örgütlerin sert duvarını aşamıyordu. Bu da, onu sıkıntıya sokuyordu. Bir ara paydosunda, Ahmed Zeki; “niye böyle oluyor, Dergo?” diyerek sorusunu bana yöneltti.

Ben de; “Abim, sorunun cevabını sen de biliyorsun. Karşında koca koca örgütler var. Sen ise bireysin. Doğaldır ki, kararlar onların istemi doğrultusunda alınır. Zamanında üzerine düşeni yapsaydın, bu gün durum daha farklı olurdu,” dedim. O da; “peki, sen niye yapmadın?” dedi.

Ben de; “Benim o dönemdeki seviyemi herkesten çok, sen biliyordun. Yapabileceklerim belliydi. Yapmaya da çalıştım. İşin peşini bırakmadım. Bu kadarını başarabildim. Daha ötesi yoktu. Ama sen daha ötesini yapabilirdin,” dediğimde, Ahmet Zeki; “Yanılıyorsun. Aramızda kaç yaş farkı var? Bilemedin 3-4 yıl. Aramızda bu kadar tecrübe farkı olabilir. Anlayacağın, ben de yapamıyordum. Bizim okuduğumuz bir siyaset okulumuz yoktu. Geçmişten devralınan bir tecrübe de yoktu. Sana bir örnek vereyim. Barzanilere bak. Yaşları 14-15 oldu mu, Irak-PDK Merkez Komite toplantılarına katılırlar. Konuşmasalar da, orası onlar için bir okul olur. Ya bizimkisi..!” demişti. Ben de; “haklısın!” demiştim. Ve toplantı yeniden başlayınca da, sohbet yarıda kalmıştı.

Ahmet Zeki’den çok beklentim vardı. Onu önder olarak bilmiş ve KAWA Hareketinden ayrılmasıyla, kendimi boşlukta hissetmiştim. Ona karşı sempatim ve saygım hiç eksilmedi, ama kızgınlığımı ise yüreğinin bir köşesinde hep saklı tuttum. Her ne kadar Ahmet Zeki’ye “haklısın” desem de aslında isteseydi çok şey yapabilirdi. Ama O, maalesef istemedi.

***


KAWA Hareketi’nü kuran ilk kadrolardan biri de, Mahmut Fırat’tı. 1970'lerin başında, İstanbul'da Üniversite öğrencisiydi. Son dönem DDKO ikinci Başkanlığını yapmıştı. 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra, tutuklandı. Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde yargılandı ve ceza aldı. Bir müddet yattıktan sonra 1974 “af”ı'yla serbest bırakıldı. İçerde olduğu gibi çıktıktan sonra da Ahmet Zeki Okçuoğlu ile birlikte hareket etti. Bir nevi onun gölgesi gibiydi. Onunla kendini ifade ediyordu. Aslında iyi bir ikiliydi. Birlikteliklerini sürdürebilselerdi, yararlı olacakları muhtemeldi.

Okçuoğlu, KAWA Hareketi'nden ayrılınca o da, mücadeleyi bıraktı. Bırakırken hemşerim oluş nedeniyle bana; “Okçuğlu ayrıldı. Ben, ona güveniyordum. O olmayınca tek başıma bu genç insanlarla bu örgütü götüremem. Ben de bırakıyorum. Sen de bırak demiyorum, ama çok dikkatli olman gerekiyor,” demişti.

Mahmut Fırat; oturaklı biriydi. Hoş sohbetli ve arkadaş toplantılarında, kendini dinletmesini bilen biriydi. Yazma kabiliyeti yoktu. Kitle karşısında güçlü bir hitabeti olmasa da, teke tek veya grup sohbetlerinde ikna edici bir kabiliyeti vardı. Feodal bir aileden geliyordu. Her ne kadar devrimci olsa da, feodal bir çevreden gelişi nedeniyle, birçok olumlu özelliklerin yanı sıra, olumsuz özellikleri de kişiliğinde barındırıyordu. Aşırı derecede bireyciydi. Aslında birini tanıyabilmek için, onunla aynı ortamda bulunmayı gerektirir.

1972 yılında, tutuklanmadan önce bir başka hemşerimizle birlikte aynı evi paylaşmıştık. O dönem İstanbul'da öğrenciydik. Öğrenci olmanın verdiği yaşam gereği, geç saatlere kadar otururduk. Ben ve diğer ev sakini, sigara paketlerimizi masaya koyardık. Mahmut, sigarasını cebinden çıkarmaz, bizden otlanırdı. Gece geç saatlerde, her iki paket biter ve biz, Mahmut'a döner; “Mahmut, sigara bitti bir tane verir misiniz?” derdik, ama o vermezdi. “Ama sen de bizim sigaramızdan içtin,” desek te o, oralı olmazdı. Bunun gibi birçok konuda abuk-sabuk huyları vardı.

Mahmut, KAWA Hareketinden ayrılmış, ticaretle uğraşıyordu. Bir ara Davut Kurun, Adıyaman'a gelmişti. Birlikte Mahmut'a misafir olduk. Gece saat 11'e doğru yapılan çiğ köfteden yedikten sonra yatacağımız odaya çekilmiştik. Mahmut da, avluda bulunan kendi odasına. Aynı avluya bakan genişçe bir ev olduğundan; ben ve Davut, henüz uzanmıştık ki; bir kadının çığlığı gecenin sessizliğini bozmuştu. İkimizin de payına, kulak kabartma düşmüştü. Davut, bu gece çığlığa şaşırmış olacak ki; “Nedir bu, ne oluyor Dergo?” diyerek sordu.

Ben; “Sen yatmana bak. Anormal bir şey yok. Mahmut, Faté'yi dövüyor,” dedim.

Davut; “Faté da kim?” dediğinde de, ben; “eşidir Mahmud’un” dedim bu kez.

Davut merakını gidermek için; “Mahmut, eşini mi döver!?” dedi, hayretini gizlemeden.

Ben; “lüzümü halinde!” dedim.

Davut; “o, ne oluyor Dergo?” diyerek, hayretini bir kez daha dillendirdi.

Ben; “bunu da Mahmut'a sor!” şeklinde yanıtladım.

Gün ışır ışımaz biz, yeniden Adıyaman'a döndüğümüzde; Davut akşamki hengamenin nedenini Mahmut'a sordu.

Mahmut gülerek; “Siz Dersimliler anlamazsınız. Buralarda, belli aralıklarla eşini dövmeyeni erkekten saymazlar,” dedi gayet rahat bir doğalıkla.

Davut; “Yani şimdi sen erkekliğini mi ispatlamış oldun Mahmut!?” dedi akşamdan kalma hayretinden bir şey yetirmeden.

Mahmut; “Sayılır Davut, sayılır, ama sen bunu anlamazsın,” dedi feodal bir tavırla.

Davut; “Ben, siz Güney'lileri anlamakta zorluk çekiyorum Mahmut, hayret ki hayret…! Olacak şey değil bu!” dedi.

Mahmut; “Boşver. Anlamaya çalışman da gerekmiyor,” dedi.

Sohbet, bu minval üzeri uzayıp gitmişti.

Mahmut'un amcası Bahri ağa, Bızık aşiret ağalarındandı. Bir dönem, Samsat Belediye Başkanlığını da yapmıştı. Daha sonra Mahmut'un kayınbabası olmuş ve yaşı da 80'ne dayanmıştı. Kendisinden sonra aşiretin başına geçmesi için kendince Mahmut'a yol açmaktaydı. Bir gün Samsat'taki evlerinde misafirdim. Misafir odası alabildiğine kalabalık; Mahmut'un babası, amcası, ağabeyi ve yaşı ondan büyük olanlardan epeyce insan bulunmaktaydı. Koyu bir sohbet esnasında Mahmut, içeri girdi. Mahmut’un içeriye girmesiyle, 80 yaşındaki amcası ve hem de kayınbabası Bahri ağa, ayağa kalktı. Onun ayağa kalkmasıyla; babası, ağabeyi ve diğer yaşlı başlı insanlar da kalkmak zorunda kalmışlardı. Ne oluyor demeye kalmadan, ben de ayağa kalktım ve niye kalktığıma da bir anlam veremedim.

Mahmud’un, hızlanarak; “rica ederim,” deyip oturmasıyla, herkes yeniden oturdu ve mesele de anlaşılmıştı. Daha sonra başbaşa kaldığımızda; “bizi önünde kaldırdın ya, helal olsun sana!” dediğimde, kıskıs gülmüştü.

“Sen, devrimci bir insansın. Peki, bu ilişkiyi nasıl kabul edebiliyorsun? Bari hoşuna gidiyor mu?” dediğimde, O; “İnsan doğasıdır. Saygı görmek kimin hoşuna gitmez,” diyerek yanıtlamıştı. “Ama bu, saygının da ötesi bir şeydir,” diyerek polemiğe son vermiştim.

Bu ve benzeri tutumları; onu, karşı-devrim saflarına kadar sürükledi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası onu, Türk egemenlik sisteminin en gerici partilerinde çalışmaya itti. Mekke’ye gitti ve Hacı oldu. Fakat rakı içmeyi bırakmadı. Birlikte rakı içtikleri de, daha önce bize öldürtmek isteyip, faşist dedikleriydi.

***


Davut Kurun, oturuşu, kalkışı, sade, gösterişten uzak uyumlu, sakin kişiliğiyle, sosyal ilişkilerinde kabul görür intibasını verirdi. Herkesle iyi geçinmek, onun temel özelliğiydi. Bu özelliğiyle, geniş bir çevrede saygınlık ta kazanmıştı. Büyükle büyük, küçükle küçük olacak kadar bir meziyet sahibiydi. Fakat bu özelikler onun mücadeledeki kaçak döğüşünün örtü aracı olduğunu çok sonra anlasam da iş işten geçmişti. Çünkü bu özelikleriyle o kaçak dövüştü hep. Hiçbir zaman tehlikeyi göze almadı. Tehlikeyi sezdiği anda köşeyi kıvırıyordu. Buna bir anlam veremiyordum. Oysa işe asılsa çok şey başarabilecek durumdaydı. Buna soyunmadı. Sonuçta onu boşa çıkaran neden de bu oldu.

TKP/ML-TİKKO geleneğinden geliyordu. Teorik olarak birikimli, pratik tecrübe sahibiydi. Perspektifi açık ve netti, eli kalem tutan biriydi. Genellikle örgütler arası tartışmalara, KAWA Hareketi adına o giderdi. İkna edici, güçlü bir anlatımı vardı. Bütün bu olumlu özellikleri yanında, bir zaafı vardı. Gerçi O, bunu eksiklik ya da zaaf olark görmezdi, ama o koşullarda bu özelliğin büyük etkisi vardı. Bu zaafı, ajitatif konuşmamasıydı. Kendisini bu konuda her ne kadar zorlasam da O, bildiğini okurdu.

“Ben, doğrularımı anlatırım. Anlayan anlar. İnsanları, ajite etmek istemem. Ajitasyon, saman alevi gibidir. Geçici etkisi olsa bile, zamanla etkisini kaybeder. Sorun meselelerin özünü kavratmaktır,” der geçerdi.

KAWA Hareketi içinde en uzun, Davut Kurun ile çalıştım ve uyumlu bir ikili olduk. Çoğu zaman Davut’a tabi oldum. Örgüt içinde sürekli bir uçtum. Başka uçlar da vardı. Davut, denge unsuru idi. Her ne kadar birçok konuda ısrarcı olsam da, sonuçta; örgüt içinde bir konsensus yaratılması için, Davut'un sergilediği tavra uyardım. Bu durum; olumlu görünse de, aslında geriye tabi olmak demekti.

Davut, devrime ve doğal olarak KAWA Hareketi’ne bir ömür verdi. Olumlu ve olumsuzluklarıyla, her zaman KAWA Hareketi'nde bir rol oynadı. Fakat zaaflıydı. Zaafı, dayatıcı olmayışıydı. Kendini devrime vermemesiydi. Sürekli kaçak oynamasıydı. Örgütlülük dünyasında bir önderin en büyük zaafı, dayatıcı olmayışıdır. Davut'un, önder olmaya ne niyeti, ne de buna iradi çabası oldu.

Keşke olsaydı. Olsaydı eğer; KAWA Hareketi, bugün belki de bir başka yerde olurdu. Sadece o değil, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Mahmut Fırat ile birlikte bu rolü oynayabilirlerdi. Birbirine sevgi ve saygılıydılar. Bu üçlü kendilerini devrime verselerdi, o günün koşullarında iyi bir ekiptiler. KAWA Hareketi’ni ileriye taşıyabilirler diye düşünüyordum. Soyunduğu misyona uygun bir rol oynayabilirdi diye. Fakat buna soyunmadılar. En büyük yanılgılarımdan biri bu arkadaşlara olan güvenimdi. Bu arkadaşlar bizi ileri sürükleyebilirler, soyunduğumuz davaya büyük katkılar sunabilirler diye düşünüyordum. Fakat yaşam bu arkadaşların bu misyonu yerine getirecek ne niyetleri, ne de bir çabaları olmadığını çok sonraları gösterdi. Tabiiki payıma düşen, büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Davut Kurun, örgüt içinde bir kesimin hedefi olageldi. Onu kendilerine potansiyel tehlike olarak görüyorlardı. Dışlamak için çok uğraştılar. Ben buna bir anlam veremiyordum. Dahası yanlış buluyordum. Bu nedenle daima Davut Kurun’u sahiplendim. Eğer sahiplenmeseydim, öbür ekip onu çoktan örgütten atardı. Şimdi düşünüyorum da; Davut’u korumakla yanlış mı yaptım? Yanlış yapmadım ama şu an içinde olduğu konumu onun bu zaaflarından kaynaklandığı da ortadadır. Bunu kitabın ilerleyen bölümlerinde detaylıca izah etmeye çalışacağım.

Anlattığım bu üç kişiyi takip eden geniş bir kadro yapımız vardı. Gelişmeye açık sayısız kadro adayı vardı. Alabildiğine geniş bir sempatizan kitlesi vardı. Diri, atak herşeyini devrime verecek bir kitleydi. Buna önderlik edilebilseydi çok ileri mevziler kazanılırdı. Kürd milleti bu kadar travma yaşamayabilirdi.

Geriye kalan kadro yapısı çok geriydi. İdeolojik, politik, askeri olarak bir tecrübe sahibi değildi. Bu yapı içinde önderliğe gelenlerin ezici çoğunluğu geri olmanın ötesinde kendini devrime vermedi. Hep kaçak oynadılar. Devrim ile karşı-devrim arasında bocalanıp duruldu. Ki; süreç içinde bu işin erbabı olmadıkları ortaya çıkınca çoğu mücadele dışına savruldular. Geride kalan bizler de KAWA Hareketinü ileriye taşıyacak kapasitede değildik. Ki; yaşam bunu ortaya çıkardı.

SaIdırılar


Dersim hareketinin 1938 de yenilgiye uğramasının ardından Kürdistan'nın kuzeyinde uzun süren bir sessizlik dönemi egemen oldu. Fakat Kürd aydınları boş durmadı. Aralarında sessiz bir ilişki ağını ördüler. 1959 yılında tarihe 49'lar olarak iz düşen operasyona uğradılar.

1965 de Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) kuruldu. Onu Türkiye ve Kürdistan’ın birçok bölgesinde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO)'ların kurulması izledi. 12 Mart 1971 askeri darbesiyle bu örgütlülük kesintiye uğradı. 1974'te çıkan “af” ile dışarıya çıkan Kürd aydın ve siyasal kadroları başta DDKD olmak üzere sayısız siyasal örgütlükler yarattı.

Biz KAWA Hareketi olarak DDKD geleneğinden geliyoruz. Birlikte kurduk, birlikte mücadele ettik. Daha sonra devrimin temel konularında ayrıştık. Bu gayet normaldi. Fakat pro-sovyetçi grup bunu hazmedemedi. İki grup arasındaki ilk kavgaları İstanbul’da oldu. Bu kavga deyim yerindeyse, kan davasına dönüştü.

1976 yılında Dev-Genç önderliğinde bir miting tertiplenmişti. Beşiktaş’tan başlayarak, Taksim meydanında son bulacaktı. DDKD, o dönem henüz fiilen ikiye bölünmemişti, ama bünyesinde sert tartışmalar yaşanmaktaydı. Miting alanında, dernek pankartı altında birlikte yürünecekti. En aşağı SSCB'ne “sosyal-emperyalist” diyen bizler öyle düşünmüştük. Miting alanına vardık. Kortej'de yerimizi almaya çalıştık. Pro-sovyetçi olan kanat, buna tepki göstererek; “Maocular” bizimle yürüyemez,” diyerek, tavırlarında dayatıcı oldular. Bizler, her ne kadar iknaya yönelerek; ”bizlere “Mao’cu” denilmesin. Bizler Kürd devrimcileriyiz, derneğin de üyeleriyiz,” dememize rağmen; onlar, oralı olmadı ve provakasyon yaratmaya devam ettiler.

Dernek Başkanı Mahmut Çıkman'ın da içinde yer aldığı grubun, bilerek oynadığı bir oyun oynandı ve bu oyun, peyderpey sahneye konuldu. Anlaşılan oydu ki; mizansen, önceden düşünülmüş ve hazırlanmıştı. Dernek Başkanı, “Laos, Vietnam, Kamboçya, Gine, Mozambik... Kürdistan” uzattı da yzattı, konuştukça konuştu. Yerde diz çöken tarftarları da; huraaa...! diyerek ayağa kalkıyor ve; “Maocular dışarı, Maocular dışarı..!” diyerek, ortalığı velveleye veriyorlardı. Baktım olacak gibi değil. Dernek başkanına dönerek; “Bu oyuna bir son vermelisin. Şimdi komedi, ama biraz sonra trajediye dönerse durdurmazsınız!..” diyerek uyarıda bulundum.

Dernek Başkanı, önüme dikilerek; “Ne olur ha..! Ne olur, beni döver misin yoksa?!” deyince ben de, “git be adam başımdan,” dedim ve uzak durmasını sağlamak için ittim. İtelediğimde de; O, sırt üstü yere düşmesin mi! Bunu kendine yediremeyen dernek başkanı, alnını yere vurmaya başladı. “İntihar edeceğim, intihar..!!” dedi durdu. Arkadaşları bunu fırsat bilerek saldırıya geçtiler. Saldırı püskürtüldü ve daha sonra himayecileri olan TKP tarafından alınarak, oradan uzaklaştırıldılar.

DDKD, bu olayla birlikte fiilen iki gruba ayrıldı. Sovyet yanlısı grup, Beşiktaş olayını; adeta kan davasına dönüştürdü. SSCB'ne “sosyal-emperyalist” diyen grup elemanlarını buldukları her yerde hedef olarak seçip saldırdılar. Saldırgan tutumlarını devamlı sürdürdüler. Bizler, aynı yöntemlere baş vurmadık. Bu tutumu siyasi olarak doğru görmedik. Provakasyonlara gelmemeyi de adeta ilke edindik. Bu konuda, çok titiz davrandık. Hatta kitlemizin aşırılıklarını törpülemek için oldukça çaba sarfettik. Diyarbakır dışında hiç bir olumsuzluğa meydan vermedik. Diyarbakır'da ise durum farklıydı. Provakasyona açıktı ve provakatör unsurlar devredeydi.

Beşiktaş'ta sergilenen olay bir provakasyondu ve mimarı, Zeruh Vakıfahmetoğlu’ydu. Mahmut Çıkman, bu provakasyonun sadece bir figüranıydı. Beşiktaş'ta sergilenenler, giderek bir çizgiye dönüştü. DDKD/KİP'in kendi dışındaki siyasi yapı ve ileride kendi iç muhalefetine karşı izleyeceği yöntemin de şekillenmesine yol açtı.

Merkezi eline geçiren Ömer Çetin ve Zeruh Vakıfahmetoğlu; şiddeti Türk egemenlik sistemine karşı değil, kendi bünyelerinde oluşacak muhalefete ve dışındaki devrimci-yurtsever örgütlere karşı yönelterek, durumu kutarmayı siyaset edindi. Oysa ki; hiç kimsenin siyasi fikir ayrılığından dolayı farklı görüşte olan bir başkasına karşı şiddeti haklı ve meşru göstermeye hakkı yoktur. Fakat kendilerine “devrimci-demokrat” diyenler, hiçte isimlerine uygun bir teori-pratik sergilemediler. Bu teori-pratiğe karşı, içte de yoğun bir karşı çıkış başgösterdi. Mahmut Çıkman’ın önderliğinde bir muhalefet gelişti ve Merkezi ellerinde bulunduranlar, şiddete başvurdular. Mahmut Çıkman, Mehmet Oruç ve bazı arkadaşları, DDKD/KİP'ten görüş ayrılığı nedeniyle ayrılırlar. DDKD/KİP merkezinin tavrı hiç te demokratça olmaz. Mahmut Çıkman hakkında ölüm kararı alınır. Evi tespit edilir ve takibe alınır.

Mahmut Çıkman ve Mehmet Oruç birlikte yürürlerken, pusu kuran tetikçiler, bir taksiden üzerlerine ateş açar. Mahmut yaralanır, ama Mehmet, o kadar şanslı değildir. Ömer Çetin'in sekreteri olduğu KİP'in tetikçileri tarafından katledilir. Mehmet Oruç, aslen Diyarbakırlıydı. Kısa boylu, esmer, kıvırcık saçlı, güleç yüzlü ve sempatik biriydi. Davasına bağlı, kararlı bir Kürd yurtseveriydi. İstanbul DDKD’nin de üyesiydi o dönemler. DDKD-KAWA ayrışmasında, DDKD saflarında kaldı. Sonraları, DDKD/KİP merkeziyle anlaşamayınca; Mahmut Çıkman ve bir grup arkadaşıyla beraber 1979’da ayrılır. Mehmet, bu grupla birlikte hareket eder. 18 Ağustos 1979’da, Diyarbakır’ın Ofis semtinde, bir grup arkadaşıyla dolaşırken, eski 'yoldaş'larının organizeli saldırısına uğrayarak öldürüldü.

Tuhaftır! Kimlerde, ne yoksa, en çok onu dillendirirler. Kara-yüzlerine “devrimci demokratlar” maskesi geçirirler. Fakat yoldaş katili olmayı da marifet sayarlar. DDKD/KİP, oluorta kendilerini “devrimci demokratlar” olarak adlandırdılar. Oysa ki; bu demokratlığın altında toleranssızlık, tahamülsüzlük, muhalefeti sindiremezlik, daha ötesi, tartışma zeminine gelmeme ve işi silaha dökme esas yaklaşımları oldu. Sonuçları da yıkım oldu.

Aynı yaklaşım; DDKD-KAWA Hareketi ayrışmasında da yaşandı. DDKD'liler, Kawacıları buldukları yerde ve gözüne kestirdiklerine saldırmayı politika haline getirdiler. Kanlı bıçaklı bir ortam yarattılar. Diyarbakır'da, sokak sokak Kawacıların avına çıkarlardı. Yarattılan ortamda sayısız Kürd devrimcisi, karşılıklı öldürüldü. Buna yol açan; Ömer Çetin'in başında bulunduğu DDKD/ KİP'in, anti-demokrat yapısıydı. Ellerinde güç olmuş olsaydı, kimsenin şüphesi olmasın ki; devleti aratmayacaklardı. DDKD/KİP, bu siyasetiyle Kürd yurtseverlerine yönelerek epey can yakmış ve ocaklar söndürmüştür.

Siyasi örgütler arasındaki çatışmalarda, tetik çekenin önemi yoktur. O, askerdir ve verilen emri yerine getirmekle mükelleftir. Esas sorumlu, tetik çektirendir, suçlu ve katil odur. Katil olmak, sadece kurşun sıkmakla sınırlı değildir. Emir veren ve ona yolaçan tetik düşürenden daha suçludur.

Ömer Çetin, birçok Kawacı ve anti-sovyetçi devrimcinin katledilmesinden sorumludur. Şerif ve Salih Kurt kardeşler; bu iki güzel Kürd; yiğitliğin, cesaretin sembolleriydiler. Köylü ve emekçi insanlardı. Feodal ağaların, her türlü zulmüne uğramış olmalarına rağmen; onlara baş eğmedikleri gibi, kök söktürmüş iki isimsiz isyankardılar. Bedelini ödemeyi de peşinen kabullenmiş iki yiğitti. Çetin ailesi tarafından katledildiler.

Ömer Çetin ve Zeruk Vakıfahmetoğlu’nun başında olduğu DDKD /KİP, KAWA Hareketi’ninkadro ve taraftarları ve de anti-sovyetçi devrimcilere karşı sürek avını başlattılar. Kurbanları giderek arttı: Mahsun Aslan, Siverekli Muzafer, Mehmet Açıkgöz, Recep Paçacı, Şerif Kurt, Halil Suman, Ramazan Can, Aziz Gözetmen, Tevfik Gülaçtı…vs bir çok devrimci ve yurtsever insan öldürüldü.

Bu insanların suçu neydi ve onların, ölüm kararını gerektiren hangi “suçlar” işlenmişti? Bir suçları yoktu. Ama öldürülmeleri için, öldürenlerin gerekçeleri vardı. Gerekçe; yeni Rus çarlarının başında bulunduğu SSCB’ne, “sosyal-emperyalist” demiş olmalarıydı. Katiller ise, yeni Rus Çarlarının tetikçileri idi. Yeni Rus Çarlarının, Kürdistan sorununa karşı izlediği politika, emperyalist bir politika idi. Bu politika Kawacılar tarafından teşhir ve tecrit ediliyordu. Bu da, onların Kürdistan'daki izdüşümcüleri DDKD/KİP tarafından düşmanca karşılanıyordu. Bulundukları alanlarda ve güçleri yettiğinde, karşıtlarına saldırmayı siyaset edinmişlerdi.

DDKD henüz bölünmüştü, Diyarbakır'da, SSCB’nin niteliğine ilişkin, bir seminer verilir. Seminere konuşmacı olarak; Kawacılar adına Mehmet Müfit ve DDKD'liler adına da, Zeruh Vakıfahmetoğlu katılır. Tartışmalar giderek sertleşir. Mehmet Müfit, o günün koşullarında; teorik birikimi ileri düzeyde, okuyan ve araştıran bir kişidir. SSCB’nin niteliği konusunda, yetkin bir tavır sergiler. Mehmet Müfit'in dile getirdiklerine; Zeruh Vakıfahmetoğlu, teorik olarak cevap veremediğinden, meseleyi şiddete döker. Mehmet Müfit’i tanımasına rağmen kitleye hitaben: “Bu şahıs MİT ajanıdır. Ajanlara ölüm..!” der ve kitleyi Mehmet Müfit’in üzerine saldırtır. Dernekte tekme tokat ile başlıyan kavga, çarşı ortasında bir kovalamacaya dönüşür. Tefadüf ya..! O sırada orada bulunan Batmanlı köylüler, Mehmet Müfit’i tanırlar ve kendisini sahiplenirler. Mehmet Müfit bu vesileyle mutlak bir linçten kurtulur.

***


1976 yılında Van'da onbinin üzerinde insanın öldüğü korkunç bir deprem olmuştu. KAWA Hareketi aldığı bir kararla merkezi olarak yardıma koşmuştu. Gidenlerden biri de bendim. İki ay kaldım. Sonra Diyarbakır'a döndüm. Arkadaşlar Eğitim Enstitüsü’ne gitmemizi istedi. Yok desem de onları ikna edemedim. O dönemler KAWA'nın, DDKD'liler ile ilişkileri hiç te iyi değildi. Diyarbakır'da, kavga etmedikleri gün yok gibiydi. Diyarbakır, DDKD yoğunluklu bir yerdi. Eğitim Enstitüsü’nde de, epeyce taraftarları vardı onların. Oraya gitmemiz halinde kesinlikle bir kavganın çıkacağından da emindim. Böylesi bir gelişmenin zararlı olacağını dile getirdim dilim döndüğünce. Fakat oradaki arkadaşlarım meseleye kendi açılarından bakıyor, irdeliyor ve oraya gitmek için ısrarcı davranıyorlardı. Onları ikna edemeyince gayri ihtiyari; “peki madem çok ısrarcısınız, olur,” dedim. Olacakları tahmin etmekten de yanılmadım. Çünkü DDKD'lilerin hakkımızdaki düşüncelerini biliyordum. Her an, herhangi bir yerde saldırıya uğrayacağımdan da emindim. Bu sadece bana mahsus bir olay değildi. Her KAWA Hareketi ileri kadrosu DDKD/KİP'lilerin hedefiydi. KAWA önderleri bunu onaylamasa da yapacakları bir şey yoktu.

Bunu bildiğimden, herhangi bir olumsuzluğa meydan vermemek için Eğitim Entüstüsü'ne gitmek istemiyordum. Gitmem halinde olabileceklari tahmin ediyordum. Ne kadar dil döktüysem de, arkadaşlarımı ikna edememiştim. Ertesi gün öğleye doğru okula gittik ve kantinden çaylarımızı alarak bir masaya oturduk. O sırada kalabalık bir grup, oturduğumuz masaya doğru küfür ederek geldi. Henüz ne olduğunu tam anlayamadan kafama sandalyeyi yedim. Aldığım darbeyle, kan revan içinde kalmıştım. Kavga giderek büyüdü. Kim kimi bulduysa vurmaya başladı. Kantin o gün kan gölüne dönüverdi.

Araya giren diğer Kürdistan’i grupların, özellikle de RIZGARİ'cilerin çabasıyla kavga ancak durdurulabildi. Karşı taraf, kavgayı hiç te bitirmek niyetinde değildi. Her birinin elinde, masalardan koparılmış uzun demir parçaları vardı. Tüm kapıları tutmuşlardı. Tüm Kawacıları öldüreceklerini, burada tekini sağ bırakmıyacaklarını söyleyip duruyorlardı. Şaşırıp kalmıştım bu işe. “Bu adamlar şimdiye kadar düşmana tek bir fiske atmamıştı, ama bize karşı bu kin niye? Bu kan davası nereye kadar,” diye düşünmüş ve buna bir anlam da verememiştim.

Uzun bir pazarlıktan sonradır ki, ancak kapıları açarak dışarıya çıkmamıza yol verdiler. O sırada sütunun arkasına saklanmış DDKD /KİP’li provakatörün biri, Mele Boti adındaki arkadaşımızın kafasına elindeki demir parçasını indirmiş ve kavga yeniden başlamıştı. Hele şükür..! Diğer gurubların tekrar araya girmesiyle kavga yeniden büyümeden ve daha fazla olumsuz bir sonuca sebebiyet vermeden önlenmişti.

Polisler, okul dışında geniş bir “güvenlik önlemi” almışlardı(!). Ben ve arkadaşlarım, kan revan içinde aralarından çıkarak gittik. Hiç bir müdahalede bulunmadılar. Galiba; “bırakın, itler itleri parçalasın,” havasındaydılar. Okuldan uzaklaştık. Durumum iyi değildi ve ağır bir darbe almıştım. Yaram derin, kan akmaya devam ediyordu. Duracağı da yoktu. Çok kan kaybettim. Hayati tehlike sözkonusuydu, ama hastahaneye gitmek te istemiyordum. Gitmem halinde, kesinlikle orada sorguya alınacağımı biliyordum. Arkadaşlarım ise, gitmememi daha tehlikeli buluyordu. Çünkü ayakta kalacak halim kalmamıştı. Gözlerim kararıyor, direncim kayboluyordu gitgide. Gözlerimi Diyarbakır Hastahanesi'nin bir odasında açtım. Yarama dört dikiş atılmış, kan durdurulmuştu. Uzun bir süre de oradaki sedyede bekletilmiştim.

Sonrasında, bir komiser çıkıp geldi. Daha önce, Mele Boti ile anlaştığımız gibi bir ifade verdik; “Mele Boti’nin misafiri olduğumu, kahvede otururken kavga çıktığını, kavga çıkaranları ayırmak istediğimizi, bu arada darbe yediğimizi vs.” gibisinden bir hikaye uydurduk. Komiser, bir şey demeden çıkıp gitti. O gidince fırsat bu fırsat diyerek Mele Boti ile kendimizi dışarı attık.

Kan kaybından dolayı, güçsüz düşmüştüm. Malatya'ya bir an önce gitmem gerekiyordu. Uzun bir yolculuğa çıkma gücünü kendimde bulamıyordum. Bu nedenle, Diyarbakır'da bir hafta daha kaldım. Biraz kendime gelir gibi olunca, çekip Malatya’ye gittim. Ailem Malatya'da oturduğu gibi, çalışma bölgem de Malatya-Adıyaman idi. Ailem, beni sargılar içinde görünce; merak ve tedirginliği birlikte yaşamışlardı. Epeyce kan kaybetmiş, zayıflamıştım. Rengim, bir ölülerinkini andırıyordu. Benzim soluk, bedensel direncim azalmıştı. Bir deri bir kemik kalmıştım. Bu halimle, açlıkla boğuşan Habeşilere dönmüştüm.

DDKD/KİP, Diyarbakır'da yapılan tüm seminer, yürüyüş ve mitinglerde, Kawacılara saldırmayı siyaset edinmişti. Her seminer, yürüyüş ve miting Kawacılar ile DKKDP/KİP arasında süren bir kavgaya dönüşür hale gelmişti. Diyarbakır sokakları savaş alanına dönerdi. DDKD/KİP, Türk egemenlik sistemini bir yana bırakmıştı. Onlarla bir sorunları yoktu. Fakat Diyarbakır sokaklarını Kawacılardan temizlemeyi kendilerine iş edinmişlerdi.

Kürd milli örgütlerine şiddeti bulaştıran örgütlerin başında, DDKD /KİP gelir. Bu konuda, kirli bir teori-pratiğe sahiptirler. Bulundukları alanlarda KAWA Hareketi’ne yaşama hakkı tanımamayı siyaset edindiler. Bu siyasal hattı izlediler, ellerinden geleni de yaptılar. Ortaya çıkan manzara budur ve bunun da bir fiatı vardır. Bu fiat; SSCB ve peyk ülkelerin kendilerine verdikleri Kaleşnikoflardır. Alınan bu Kaleşnikoflar düşmana karşı kullanmadılar, satarak rant sağladılar.

Bunca olup bitenden sonra Vildan Tanrıkulu; “Devrimci Demokratlar, (tüm legal ve ilegal yapılanmaları ile) 1970'lı yıllarda; 'insan avına çıkmış bir güruh', 'bir katil sürüsü', 'siyasal suikastlar ile güçlenmek isteyen', 'eleştiri ve ayrılıkları şiddet ile ortadan kaldırmayı örgüt noktası alan bir siyasal/tüzel kişi-lik değildi/dir” diye yazabilmiştir.

O anılan süreci bilmezsek; “inandık gitti” dememiz gerekmektedir. Vildan Tanrıkulu, hiç kendi kendine şöyle bir soru sormuş mudur acaba? “Biz, Devrimci Demokratlar olarak sömürgeci güçlere hiç silah sıktık mı?” Sahi Türk egemenlik sistemine karşı hiç kurşun sıktılar mı? Sıkmadılar! Peki hiç Kürd yurtsever ve devrimcisini öldürdüler mi? Bunların sayısı belirsiz. Bunun mimarı Ömer Çetin ve Zeruh Vakıfahmetoğlu iken, tetikçileri de vardı. Bu çetenin işlediği suçlar teşhir edilmediği içindir ki, yıllar sonra “Devrimci Demokratların Yeniden Örgütlenmesi” adına yapılan faaliyetler sonucu Diyarbakır'da yapılan bir toplantıya Ömer Çetin'in çağrılması ve ayakta alkışlanması düşündürücüdür. Eski yol arkadaşları tarafından alkışlanarak “aklanılma”ya çalışılması, başlı başına işlenen suçlara ortaklığın deklaresidir.

Yakın tarihimizin sorgulanması ve karanlıkta kalmış olayların gün ışığına çıkarılması, yurtsever olmanın olmazsa olmazları arasındadır. Fakat bu konuda çok sıkıntı çekiliyor. Gelişmelerin senaristleri, icraatcıları, tanık ve mağdurları, birçok sebepten dolayı susmayı tercih ediyorlar. Mesele bu olunca birçok konu karanlıkta kalmaya devam ediyor. Şunu bilmek gerekir ki; gelişmelere yön veren aktör ve figüranların susması, olayların karanlıkta kalmasına yol açmaktadır. Kuşkusuz gerçeklerin açıklanmasını onlardan beklemek safdilliliktir. Fakat bazen onları da, aşan gelişmeler olur. İstemeseler de, çoğu karanlık olay ve olgular su yüzüne çıkar.

Örneğimizdeki Ömer Çetin'in konumu, biraz da budur. O, birçok karanlık olayın sorumlusu olmasına rağmen bugüne kadar susmayı tercih etmiştir. Kuşkusuz bu sebebsiz değildir. Suçlular, genelde sessizliği tercih ederler. Çetin ailesi; feodal, sömürücü, baskıcı, katil bir ailedir. Suçları sabittir. Hele Ömer’in kardeşi olan Lokman Çetin'in kimliği, hiç te temiz değildir. Kuşkusuz insanlar; baba, anne ve kardeşlerini seçme gücüne sahip değildirler. Bu nedenle Ömer Çetin'i, ailesinin işlediği suçlardan dolayı suçlamak ve töhmet altında tutmak ahlaki değildir. Fakat Ömer Çetin de, masum değildir. Doğru mu, yalan mı bilmem. Fakat bu konu hakkında yazıp çizenlerin bir iddiası var. Gerçi bunun tersini iddia eden de var. Fakat bu konuya ilişkin ilgili ilgisiz herkes konuşurken ve kalem oynatırken olayın kahramanı Ömer Çetin bugüne kadar konuşmamayı yeğlemiştir. Bu da, onu şüpheli duruma sokmaktadır.

İddia şudur: Kendi canını kurtarmak için, yoldaş dediği Hasan Yıkmış (Brüsk)'ün öldürülmesine yol verendir. Daha önce; Sait Kırmızıtoprak (Şıvan), Hikmet Bulutekin(Çeko) ve Ömer Çetin I-PDK'si tarafından tutukluyken araya girenler tarafından serbest bırakılır ve onun yerine Hasan Yıkmış(Brüsk) tutuklanır ve kurşuna dizilir.

Bu durum korkunç bir suçtan öte, iğrençliktir. Bu iğrençliği kabullenen birinin insanlığından şüphe etmemek, onun düştüğü konumu görmemezlikten gelmek, bundan daha ötesi, onun sekreterliği altında yurtseverlik taslamak, nasıl bir duygu diye sormak gerekir. Ömer Çetin hayranlarının, cevaplaması gereken masum bir sorudur bu. Bu iğrençliği yapanın, satmayacağı hangi değer yargısı olabilir? I-PDK'nin, kendisine yaptığı bu kıyağa karşılık Ömer Çetin, diyetini ödedi. Ödenen diyetin faturası YNK'ye çıkartıldı. 700 YNK önder kadrosu ve peşmergenin katliamı gibi ağır bir fatura idi.

Ömer Çetin'in suçları, bunlarla sınırlı değildir. Sekreteri olduğu partiye ihanet eden biridir. 12 Eylül Generallerine kendi istemi ile teslim olmuştur. Teslim olduğunda, KİP sekreteri gibi bir sıfatı vardı. Devletin adamı olan kardeşi Lokman Çetin aracılığıyla, devletle anlaştığı iddia edilmektedir. Köye gönderilen askeri bir helikopter ile Diyarbakır 7. Kolordu karargahına götürülmüş ve misafir olarak ağırlanmıştır. Anlaşma sağlanarak serbest bırakılmıştır. O dönem DDKD/KİP Merkez Komite üyelerinin tümü, ve sayısız üyesi, 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrası Suriye'ye çıkarlar ve Kongre yapmayı düşünürler. Sekreterleri Ömer Çetin'in gelmesini beklerler ve bu, boşuna bir bekleyiştir. O, Suriye'ye gitmek istemez. Bu nedenle, öngörülen kongre olmadığı gibi, örgüt ikiye bölünür.

Ömer Çetin teslim olduktan sonra, Hürriyet gazetesine verdiği demeçte; “Babamı Kawacılar öldürdükten sonra mücadeleyi bıraktım...” şeklindedir. Bunu, doğru okumak lazım. Evet, Ömer Çetin; devlete karşı mücadele etmeyi bırakmıştı ama KAWA'ya karşı mücadele etmeyi bırakmamıştı. Gerçi O, daha önceleri de, başında bulunduğu örgütle devlette tek bir kurşun sıktırmazken, birçok KAWA üyesi ve taraftarının katledilmesinin emrini vermişti.

Yaratılan o sisli ortamda, babası Niyazi Çetin de vuruldu. Babasının ölüm emrini, KAWA Hareketi Diyarbakır Askeri Birimi vermiş ve uygulamıştı. KAWA Hareketi’nin bu konuda merkezi bir kararı olmamıştır. Merkezi karar gereği öldürülme gerçekleştirilmediği gibi, öldürülmesi de tasvip edilmemiştir. Fakat gerçekleşen olay; KAWA Hareketi’nin üzerine yıkıldı. Ömer Çetin, olayı kan davasına dönüştürdü. Zaten KAWA Hareketi düşmanlığı, eskiden beri var olan müzdarip bir hastalık halini almıştı onda. Bu tavrından dolayıdır ki; babasının da ölüm ortamını hazırlamış oldu.

Öyle bir ortam yaratılmıştı ki; Ömer Çetin’in kurduğu çeteler vasıtasıyla buldukları Kawacılara saldırıyor ve sokak ortasında, sorgusuz sualsiz infaz ediliyordu. Kawacılar, kendilerini Türk egemenlik sisteminden koruma yerine, Ömer Çetin'in çetelerinden nasıl korunacağı derdine düşmüştü. Bu durum bir müddet sonra kendi karşıtını da yaratmış ve Diyarbakır'da KAWA Hareketi saflarında ateş parçası bir grup peyda olmasına yol açtı. Hani derler ya; “dinsizsin hakkında imansız gelir,” diye.

Diyarbakır KAWA Hareketi tabanında, DDKD/KİP'e karşı kin ve nefretle dolan bir ekip Diyarbakır sokaklarını Ömer Çetin çetelerine dar ettiler. Karşılıklı tırmandırılan saldırılar, tasvip edilmeyen olaylar zincirinin gelişmesine yol açtı.

KAWA Hareketi önderliği, olayların önünü almak için, çok uğraştı. Ömer Çetin, çetelerine zaten söz geçiremezdi. Onlara karşı siperleşen Diyarbakır KAWA Hareketi’nin Askeri Birimleri, dizginlenemez bir konuma gelmişlerdi. Gerekçeleri de vardı: “Kendimizi koruyoruz.” Haksız da değillerdi. İlk saldıran onlar olmadığı gibi, olayları tırmandırandıranlar da değildiler. Türk egemenlik sistemine hizmet eden bu olaylar dizisinin nedeni, Ömer Çetin çetesinin estirdiği terördü. Eğer değilse; Ömer Çetin, ölümünden önce konuşmalıydı. Bildiğimiz ve bilmediğimiz olaylarla ne gibi ilişkisi vardı? Konuşmadığı için de, zan altında kaldı.

Kimileri tarafından; “susma hakkını kullanıyor..!” gibi onu masum gösterme çabası içine girenler, bunca yaşanan iğrenç olayların suç ortaklığı olduğunu bilmeleri gerekir. Ömer Çetin, sağdı. Kendisi konuşabilirdi. Onun sustuğu yerde, onun yerine bir başkasının konuşması doğru ve ahlaki değildi. Konuşmadan ve bu iğrenç cinayetler ortaya çıkmadığı sürece, sekreterleri olduğu KİP için; “yakın tarihimizin en temiz siyasal kimliği,” denilmesi, işlenen iğrenç cinayetler serisini hasıraltı etme girişimi olarak bilinecektir.

DDKD/KİP'in samimi yurtsever emekçileri, kendi emeklerine sahiplenmek, onun üzerinden yükselmek istiyorlarsa, karanlıkta kalmış olayların açığa çıkarılmasında diretici bir rol üstlenmelidirler. Ömer Çetin, KUKM saflarında tahribat yaratan biridir. Bir dönemin aktörü, yönlendiricisidir. Dosyası kabarıktır ve onca suça iştirak etmiştir. Diyarbakır pratiği sorgulanmalıdır. Karanlıkta kalmış sayısız saldırı, yaralama ve öldürme olayları açığa kavuşturulmalıdır. Bu konu da görev, DDKD/KİP içinde yer alan samimi, dürüst insanlara düşmektedir.

1970’li yıllar, olumlu yanlarıyla birlikte olumsuzluklarıylada bilinmektedir. Çok kan aktı. Akan kan Kürd kanı idi. DDKD/KİP; bu konuda çok kötü bir miras bıraktı. Kürd kamuoyunun onaylamadığı bu olaylar dizisi; devrime değil, olsa olsa sömürgeci Türk devletine yaradı; bu biliniyordu. Ama karşı tarafın buna aldırdığı yoktu. Düşmana tek bir kurşun sıkmayan bu grup, ilk kurşunu Kawacı Mahsum Aslan’a sıkmıştı. Mahsum, değerli bir Kürd yurtseveri ve bir sendika başkanıydı. Bir fırsat kollayarak, kendisine saldırdılar ve katlettiler. Bu olay, sömürgeciler dışında, hiç kimseye bir yarar sağlamadı.

KAWA Hareketi önderliğinin, diğer grubun önder kadro ve taraftarlarına fiziki olarak yönelme diye bir düşünceleri hiçbir zaman olmadı. Eğer böyle bir düşüncemiz olmuş olsaydı, Diyarbakır dışından da, onlara yönelebilir, acımasız bir tavır sergiliyebilirdi ve buna gücümüz de yeterdi. Fakat ilkesel olarak buna karşıydık. Kahta kitlesel olarak bizden yanaydı. Diğer grubun, birkaç sempatizanı vardı. Politik olarak eğer hatalı bir siyaset izlemiş olsaydık, onlara yönelir, sindirir, rahatsız ederdik ve buna gücümüz de yeterdi. Ama hiç bir zaman onları üzecek tek bir olaya bile meydan vermedik.

DDKD/KİP’in Siverekli önderlerinden birisi; bir ara, Kahta’ya gelmişti. KAWA Hareketi ilçe komitesi toplanmış ve onu öldürmeyi tartışmışlardı. Komite sorumlusu dışında çoğunluk, bu kararın uygulanmasını onaylamıştı. O sırada bir evde misafirdim. Komite sorumlusu, nefes nefese o eve gelerek, beni bir kenara çekti ve durumu izah etti, acele etmemi söyledi. Ev sahibinden özür dileyerek, oradan doğruca örgüt evine gittim. Arkadaşlarımın, hazırlık yapmakta olduklarını görünce; “nedir bu telaş, hayrola..?!” diyerek sordum ve olaya müdahale ettim. Ayrıca; “bir daha haberim olmadan, bu tür olaylara kalkışmamalısınız,” diye onları uyardım.

Komite sorumlusun'a dönerek; “durağa git, o arkadaşı kolla. Minübüse bininceye kadar da oradan ayrılma. Şoförü'de uyar. Kendisine karşı her türlü kolaylığı da sağlasın,” diyerek uyarmıştım.

Tesadüfen o gün Kahta'da olmasaydım, telafisi mümkün olmayan bir Kürd devrimcisinin ölümü gerçekleşecekti. Bu olay; iki örgütün çatışmalarını derinleştirecek, kim bilir kaç yurtsever Kürd’ün daha hayatına mal olacaktı.

O dönem, Kahta'da öğretmenlik yapan Malmısanıj (Mehmet Tayfun) adında bir taraftarları da vardı. Onu bir gün dahi olsa üzmedik. Üzecek herhangi bir harekette bile bulunmadık.

Ki; kişi olarak mücadele ettiğim alanlarda özelikle Kürdistanlı hareketlerle ilişkim iyiydi. Malatya’daki DDKD ve Özgürlük Yolu taraftarları bunun şahididir. Şehir faşistlerin elindeydi. Gittiğimiz birkaç dernek ve kahve vardı. Her zaman da aynı masada otururduk. Kendi aramızda tartışırdık ta. DDKD’lilerin çalıştırdığı bir kitap dükanı vardı. Sahibi ile iyi arkadaştık. Birgün “Necmettin Büyükkaya bura da. Yarın dükana gelecek. Gel bir hoş geldi de“ dedi. Sorunları tartışın, ortak paydada buluşun dedi. Ben de gelirim, benim açımdan bir sorun yok ama onlar bizi düşman görüyor. Beni görünce rahatsız olur. Tutumu pek hoş olmaz dedim. O da, o kadarda değil deyince ben de tamam yarın geleceğim dedim. Verilen saate oraya gittim. Necmettin oradaydı. Elimi uzatım, hoş gelmişsiniz. Nasılsınız abi dedim. Büyüğümdü, her zaman kendisine abi diye hitap ettiğim biriydi. Yüzüme baktı, istemeyerek sağ ol dedi, elini çekti, döndü raflardaki kitaplarla ilgilendi. Oysa beni 1969’dan beri tanırdı. Konumumu da biliyordu. Yaptığı çok zoruma gitse de oralı olmadım. Dükan sahibiyle gözgöze geldik. O da çok bozulmuştu. Ben de çıktım gittim.

KAWA Hareketi, kendisine Kürd devrimcisiyim diyen hiçbir gruba karşı silaha sarılmadı. Hele “pro-sovyetçi” olarak değerlendirdiğimiz Kürd örgütlerine, silahlı yönelmeyi hiçbir zaman doğru bulmadık. Var olan enerjimizi, sömürgeci Türk devleti ve onun Kürdistan’daki işbirlikçilerine karşı kullandık. Bu, KAWA Hareketinde bir ilke oldu.


Bulunduğumuz tüm alanlarda gücümüz oranında hem devletin resmi yöneticilerine yöneldik, hem faşist saldırılara karşı aktif olarak mücadele ettik. Karşılıklı birçok ölüm ve yaralanmalar oldu. Gerek işkencelerde, gerek devletle direk çatışmalarda ve gerekse sivil faşistlerin saldırı sonucu 100 üzerinde şehit verdik. Bir o kadar da karşı tarafın kaybı oldu.

O süreçte bilindiği üzere devlet tarafından Hamit Fendoğlu‘na gön-derilen bir bomba ile katledilerek Malatya’da provakasyon yaratıldı. Daha evvel camilerde, derneklerde, mahale mahale, ev ev dolaşılarak “Aleviler camileri yakacaklar,“ propagandaları yapılıyordu. Kürd Alevileri hedef gösteriliyordu. Alevilerin oturduğu mahaleler beliydi. Şehiriçi dükanlarını koruyamadık ama Hamit Fendoğlu’nun katledilmesiyle ajite edilmiş geri bilinç seviyesindeki halk örgütlü olarak bu mahalelere saldırtıldı. Biz o süreçte silahlıydık. Gelen saldırılara sert cevap verildi. Birçok kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Mahaleye giremediler. Girmiş olsalarda Maraş benzeri bir facia yaşanırdı. Biz bu faciayı önledik.


İlk Kırılma: “Üç Dünya Teorisi”

1970'lı yıllar, Kürdistan'da devrimci mücadelenin siyasallaştığı ve derinlemesine geliştiği yıllardı. Mücadele, hayatın tüm alanlarında kıran kırana sürüyordu. KAWA Hareketi, bu süreçte de önemli gelişmelere imza attıyordu.

Toprak işgalleri, işçi grevleri, öğrenci eylemlerinde önemli bir rol oynuyordu KAWA. Kürdistan halkına umut veriyor, Kürdistan devrimine önderlik konumu olmasına karşın, yaşadığı ayrışma nedeniyle gereken rolü oynaması sekteye uğruyordu.

Siverek Kongresi'nde, tecrübesiz kadroların Merkez Komitesine seçilmesi, Ankara ve İstanbul grupları arasında baş gösteren güvensizlik ve rekabeti aşmaktan çok uzaktı. Seçilen merkez, bunları birleştiremediği gibi var olan olumsuzluğu daha da derinleştirdi. Örgüt, çift başlılığa dönüştü. Merkeziyetçilik sağlanamayınca, yapılması gereken işler başarılamıyordu. Varolan enerji düşmana karşı sarfedilmesi gerekirken; içte, iki grubun rekabetinde eritiliyordu.

KAWA Hareketi’nin savunduğu ilkeler, Kürd milleti nezdinde yankısını bulmuştu. Kürdistan'nın ücra köşelerine kadar geniş bir sempatizan kitlesi oluşmuştu. Öne çıkan ve devrimci çalışmayı meslek olarak seçen yüzlerce insan vardı. Mesele, bu potansiyeli çekip çevirecek bir önderliğe endekslemekti. KAWA Hareketi’nde başarılamayan da buydu. Elbise genişti. Kürdistan devrimi gibi dünyanın en zor işiydi uğraşılan. Yeni seçilen deneyimsiz KAWA önderliğinin, altın-dan çıkamayacağı kadar da zordu. Hele iç hizipsel rekabet te buna eklenince, iş daha da zorlaşıyordu.

Merkezde bunlar yaşanırken bölgeler kendi çapında çok güzel işler yapıyordu. Fakat bu yetmiyordu. Kürdistan devriminin ideolojik, siyasi, örgütsel, askeri ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir yapıya ihtiyaç vardı. KAWA Hareketi’nde eksik olan da buydu. KAWA Merkez Komitesi; tecrübesiz, birikimsiz ve gençti. Sorunların altından kalkamıyordu. Un vardı, tuz vardı, su vardı, leğen vardı, ama hamur yapacak yoktu. Mutlaka hamuru yoğuracak birilerinin çıkması kaçınılmazdı. KAWA Hareketi dünyanın en zor sorununu çözmeye girişti. Başaracağına inandı. Ama başaramadı. Başaramazdı. Çünkü KAWA Hareketi kadroları sanıyorlardı ki; bu iş istemekten ibaret. İstemek elbette bir işi başarmanın önkoşulu, ama sadece önkoşul. Fakat başarmak için başka meziyetler de olması gerekti. Bunun yanı sıra uluslararası koşulların da buna uygun olması gerekti.

KAWA lider kadrosunun bilince çıkaramadığı da buydu. Tecrübesizdi, deneyimsizdi. İdeolojik, siyasi, politik, örgütsel, askeri, ekonomik olanak olarak donanımlı değildi. Kürd milleti, kendini bağımsızlığa taşıyacak önderliğini arıyordu. KAWA, bu sürecin başlangıcında; deneyimsizliğine rağmen büyüyordu, ama kontrol gücü, lokomotif görevini yapma pozisyonundan çok uzaktı. Geçmişten devraldığı bir deneyimi yoktu. Tecrübesizlik hakimdi. Fakat alt kadroların fedakarlığıyla birçok engel aşılıyordu. Deyim yerindeyse; bu kadrolar, pratik içinde kendi göbeklerini kendileri kesiyordu. Hata yapa yapa yetkinleşiyor, süreç kavranılıyor, tecrübe ve birikim oluşuyordu. Çalışmalar sonucu, kısa bir sürede Kürdistan'da KAWA Hareketi, geniş bir kitleye ulaşıyor ve tanınır hale geliyordu.

KAWA Hareketi kadroları; gençti, tecrübesizdi, ama diri, dinamik ve fedakardı. Örgütün bilince çıkardığı profesyonel çalışma anlayışıyla, kadrolar okul ve iş yerlerini terk ederek, kitleler içinde 24 saat süren bir çalışma temposunu tutturmuştu. KAWA Hareketi ilkeleri de, kadroların işini kolaylaştırıyordu. Geleneksel Kürd siyasal örgütlerinin aksine; Bağımsız Birleşik Demokratik bir Kürdistan'ı hedef seçmişti. Bunu silahlı mücadele ile gerçekleştireceğinin propagandasını yapıyordu.

Uluslararası komünist hareketin ayrışmasında, tavrını Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Emek Partisinden yana koymuştu. SSCB'ni; “sosyal-emperyalist” olarak değerlendiriyordu. Mustafa Barzani önderliğinde gelişen ve yenilgiyle sonuçlanan Güney hareketinin yenilgisinden SSCB'ni sorumlu tutuyordu. Barzani hareketini yenilgiye götüren ana faktörlerden bir tanesi; Irak sömürgeci güçlerinin, SSCB'nden aldığı desteğe bağlıyor ve SSCB'ni, bu politikasından dolayı, Kürd millet düşmanı olarak ilan etmişti. Bu, bir yerde KAWA Hareketindeki yurtsever damarın gücüne işaretti. Aynı tavrı, daha sonra Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Emek Partisi'nin Kürd milleti hakkındaki düşüncelerini öğrendiğinde de ortaya koydu.

Fakat bu ara da, ilkesel bir hata yaptı. YNK ve lideri Celal Talabani’yi, SSCB yanlısı “sosyal-faşist” olarak değerlendirdi. YNK'nin, o dönem BAAS rejimi ile varolan ilişkilerinden dolayı, “sovyetçi” olarak algılamıştı. Aslında bu bir yanılgıydı. KAWA Hareketi, YNK'yi “sosyal-fa-şist” değerlendirdiği dönem, YNK ve lideri Celal Talabani, SSCB tezlerine karşın Çin Komünist Partisi’ne daha yakın düşünceler savunuyordu. KAWA Hareketi, bu konuda çok büyük bir hata yaptı.

KAWA Hareketi’nin ilke ve yaklaşımları; kadrolarının cesaret ve güvenlerini pozitif yönde etkiliyor, motive ediyor ve bu, konuşmalarına zemin hazırladığı gibi, ajitasyon ve propagandalarını da hızlandırıyordu. Kitleleri heyecanlandırmada ve harekete geçirmede, önemli bir rol oynuyordu.

Yüzyıllardan beri Türk egemenlik sisteminin, Kürd milletine karşı uyguladığı inkar ve imhadan kaynaklanan kin ve nefret, KAWA Hareketi ilkeleri ile örtüşünce muazam bir güç ortaya çıkıyor ve bu iki boyut birleşerek siyasal bir karekter alıyordu. Örgüt, alabildiğine nicel olarak büyüyordu. Bu, bir olumluluktu.

Fakat olumsuzluklar da örgütün yakasını bırakmıyordu. Ankara ve İstanbul grupları arasındaki güvensizlik, giderek büyüyordu. Bu ortamda; “üç dünya teorisi” de gündeme oturunca, gruplaşmalar ideolojik bir karekter almaya başlıyordu. Aslında “üç dünya teorisi” olmasaydı da, örgütün bölünmesi muhtemel dahilindeydi. Ankara grubunun başını çeken Yalçın Çakıcı, iş başındaydı. Örgütü bölmek için canla başla çalışıyordu. Onun etki alanındaki kadrolar, onu takip ediyordu. Ferit Uzun, Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Mahmut Fırat arasında Diyarbakır cezaevi süreci kaynaklı güvensizlik de, yine bir başka faktördü.

Bu olumsuzluklar, örgüt kadrolarını kötü etkiliyordu. Düşmana karşı mücadele etmeleri gerekirken, enerjilerinin önemli bir kısmını, iç çekişmelerde tüketiyorlardı. Örgütün biriken sorunlarını çözmekten öte, gruplar arasındaki çekişmeler ön plana çıkıyordu. Sonuç olarak KAWA Hareketi, 1977 yılının sonlarında; “üç dünya teorisi”ni kabul ve ret temelinde bölündü.

KAWA Hareketi’nin bölünmesinde, devletin parmak izleri vardı. Bu sonradan anlaşılsa da, yapılacak bir şey yoktu. Yalçın Çakıcı, karanlık biriydi. Bu işin belgesi yoktu, ama oynadığı rol ve sonrasında girdiği ilişkiler, bu iddiayı doğrular nitelikteydi. Yalçın Çakıcı, aslen Muğlalı bir Türk aileden geliyordu. Babası bir ara Muş’ta uzatmalı çavuşluk yapmıştı. Bir Kürd kadınla evlenmişti. Bu nedenle Yalçın Çakıcı, kendini bize Muşlu olarak tanıtmıştı. Gerçi Türk olduğunu biliyordum ama babasının asker ve Muğlalı olduğunu bu kitabı hazırlarken kişiler hakkında bilgi toplarken ancak öğrenebildim. Tabii ki, bu arada doktor olan büyük kadeşinin MİT ajanı olduğunu da.

Yalçın Çakıcı, o günün koşullarında, yeterli bir teorik birikime sahip-ti. Ağzı laf eden, Ankara DDKD ve özellikle başını çektiği Ankara grubu içinde oldukça etkin biriydi. “Üç dünya teorisi”ni KAWA Hareketi içinde savunanların başını çekiyor ve birçok değerli insanı etkiliyordu. Kürdistan devriminin tasfiyesini öngören “üç dünya teorisi”ni KAWA Hareketi’ne kabul ettirmeye çalışıyordu. Bunu bir bütün olarak başaramasa da, örgütün bölünmesinde önemli bir rol oynadı. Ayrılıktan kısa bir süre sonra, etkilediği kişilerle birlikte Türk egemenlik sisteminin “solcusu” Doğu Perinçek'in partisinde yerini aldı. Bu bile; Onun, hangi karanlık güçlerin özel yetiştirmesi olduğuna işaret ediyordu.

Bugünden sonra, elbette bunu söylemenin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü o yaptığını yapmıştı. Kürdistan devrimine önderlik edebilecek sayısız önder ve kadroyu KAWA'dan alıp götürmüştü. Daha sonra onlarla yolları ayrılsa da, devrimci dinamizmini bitirmişti onların. Onlarla birlikte hitap ettikleri geniş kitleleri de, KAWA Hareketi’den uzaklaştırmayı başarabilmişti.

Bu durum, KAWA Hareketi’nin ilk kırılma noktası oldu.

“Üç dünya teorisi”, karşı-devrimin teorisiydi. Bu teoriyi savunmakla amaçlanan; Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan'ı boşa çıkarmak demekti. Teoriye göre; “üç dünya” vardı: Birinci dünya; ABD, Rusya. İkinci dünya; Avrupa, Kanada ve Japonya idi. Üçüncü dünya; emperyalizme şu veya bu şekilde bağımlı olan, az gelişmiş ülkeler oluyor ve “devrimin temel gücü” olarak görülüyordu. Yine teoriye göre; Kürdistan'ı kendi aralarında paylaşan, sömürgeleştiren, soykırım dahil, her uygulamanin sahibi Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri, devrimin temel gücü oluyordu. O günden sonra da, bu devletlere karşı mücadele etmek, savuncularına göre; “karşı-devrimin ekmeğine yağ sürmek,” oluyordu. Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan hedefi boşa çıkarılıyor ve anlamsızlaşıyordu.

Teori, bu kadar açık ve netti. Fakat buna rağmen, KAWA Hareketi’nin sayısız önder ve kadrosu, bu karşı-devrimci teoriyi savunmaktan geri durmadı. Süreç içinde, teorinin karşı-devrimci özünü kavrasalar da, ipin ucunu kaçırmışlardı. Sağa-sola dağıldılar. Kimisi, derin devletin solcusu Perinçek'in kapısında nöbet tuttu. Kimisi T-KDP, ya da PKK saflarına katıldı. Bazıları da; kendi işine gücüne bakarak, evinde oturmayı tercih etti.

Buna yol açan bir etken de “Üç Dünyacı”ların başını çekenlerden biri olan Ferit Uzun’un katledilmesidir. Ferit Uzun, her ne kadar Kürdistan devrimini boşa çıkaran “Üç Dünya Teorisi”ni savunsa da bir Kürd yurtseveriydi. Kürdistan aşığıydı. “Üç Dünyacılar” olarak TC devletinin derin solcusu Doğu Perinçek’in örgütüne katılmasına karşıydı. Türk egemenlik sistemin korkusu, “Üç Dünya Teorisi”ni savunan potansiyelin tekrar “Ret Kawacılar”la bir araya geleceğiydi. Bunu sağlayabilecek en etkili kişi olarak ta Ferit Uzun görülüyordu. Ferit Uzun’un kalemi bu nedenle kırıldı.

Ferit Uzun’un katledilmesi “Üç Dünyacı”ları sindirdi. Dağılmalarında belirleyici bir rol oynadı. Bu tarumar ortamında, Kürdistan devriminin önemli bir potansiyel gücü tasfiye oldu.

Ferit Uzun’un katledilmesi bir tesadüf sonucu değildir. Bir amaç ve planın sonucu gerçekleştirildi. Türk egemenlik sisteminin istemi ve Abdullah Öcalan’nın öneri ve dayatmasıyle Apocu Örgütün Siirt’e yaptıkları merkezi düzeydeki bir toplantıda kararı alındı. Tetikçi olarak Ali Yaverkaya ve Emin Dal görevlendirildi. Ferit Uzun 22 Kasım 1978 günü şehit edildi.

Metin Asmen, Newroz Com internet sitesinden yayınlanan “Ferit Uzun’un Şehadeti ile İlgili Mehmet Şener ile Yapılan Görüşmeden Bir Anı” makalesinde şunları dile getirdi: “KAWA Hareketi’nin liderlerinden olan büyük devrimci Ferit Uzun’u 22 Kasım 1978 de katledilmesinin yıldönümünde saygıyla anarken, 1991 yılında Mehmet Şener ile bir görüşmemizde konuyla ilgili konuştuklarımızı burada aktarmak istiyorum.

Mehmet Şener’e, Semir’in (Çetin Güngör’ün) PKK’den ayrıldıktan sonra, Ferit Uzun’un PKK Merkez Komitesinin kararıyla vurulduğunu yazdığını belirttim. Mehmet Şener bu olayın Semir tarafından yazıldığından haberi olmadığını, ama anlattıklarının doğru olduğunu belirtti.

Ferit Uzun için ölüm kararı alındığında kendisinin de sözkonusu toplantıda bulunduğunu belirterek: ‘Ferit Uzun’un öldürülmesi gerektiğini bizzat Abdullah Öcalan söyledi ve dayattı. Çünkü toplantıda bulunanlardan bazıları, hatırladığım kadarıyla Mazlum Doğan, Ferit Uzun’un bölgede çok sevildigini ve Ferit Uzun’un öldürülmesinin kendilerine zarar verecegini, hatta Ferit’ten önce başkaları varken niye Ferit diye itiraz etti. Bunun üzerine Apo, hem Siverekte örgütlenmenin, hemde KAWA Hareketinün tasfiyesinin bu eylemden geçtiğini söylediğini belirtti.’

Ben hem hayretle, hem de öfke ile kendisinin bu toplantıda bu duruma karşı çıkıp çıkmadığını sorduğumda, kendisinin sessiz kalıp, daha çok Mazlum Doğan’ın tepkisini beklediğini, toplantıda bazı tepkilerin olduğunu ama cılız kaldığını ve de sonuçta kararlaştırıldığını belirtti.

Ferit Uzun’un katledilmesinden hemen sonra kendilerinin Batman ve Silvan’da olaya sahip çıktıklarını, ama hemen Abdullah Öcalan tarafından tekrar toplantıya çağrıldıklarını, kendi eylemlerine sahip çıkmaları durumunda çok sayıda düşman kazanacaklarını, eyleme sahip çıkmak isteyenlerin politika ve taktikten anlamadıklarını, hatta eyleme sahip çıkmaları durumunda bölgede tutnamayacaklarını belirtip, Ferit Uzun’un katledilmesinin Bucak’ların üzerine yıkılması gerektiğini, hatta Ferit Uzun’a sahip çıkarak hedeflerine ulaşacaklarını belirttiğini anlattı. Tabii bunları anlatırken, Ferit Uzun’un katledilme olayının Diyarbakırdaki iddianamelerde de yer aldığını da belirtti.”

Şükrü Gülmüş, bir zamanlar sahibi olduğu ve editörlüğünü yaptığı Nasname internet sitesinde 24 Kasım 2005 tarihinde Ali Yaverkaya ile yaptığı röportajla Ferit Uzun’un katledilişini daha anlaşılır kılıyor.

“Kawacı kadro ve hala onun mirasını devam ettirenlere: Sizin temel göreviniz Ferit Uzun’un ölümüne karar verenleri ve tetik çekenleri bulmanız ve onları hiç değilse teşhir etmenizdir. Ben bunun üzerinde yıllardır durdum. Ve uzun yıllar kendisini vuranın töhmetiyle yaşayan kişiye sordum. Ya söylersin ya da seninle tüm ilişkilerimi keserim. Herkes senin tetikçi olduğunu söylüyor. Hazin hazin güldü.

-Sana tüm samimiyetimle söylüyorum. Biliyorum herkes böyle biliyor ama ben değilim.

-Ya kim?

-Emin DAL’dır.

-Emir verenler?

-Sen onları biliyorsun onları söylememe ne gerek var. Sen bile onların sorumluluğunda çalıştın.

-Evet.

O zaman onları da ben açıklayayım.

Bizim zamanımızda artık her türden eylemler merkezileştirilmiş ve bunun tek karar organı MAK (Merkezi Askeri Konsey) idi.

Bunlar ise üç kişilik komiteydi. Başkan: Mehmet Karasungur. Yardımcıları: Rıza Altun ve Fehmi Yılmaz’dı. Rıza’yı bilmeyen yok. Ama Fehmi Yılmaz: Aslen Ordulu. Askerliğini komando subayı olarak yapmış ve Ankara sürecinde Öcalan’a en yakın adamlardan biri. Yakalandı. Yakalanır yakalanmaz zalim bir itirafçı oldu. Çıktı ve halen İzmir’de yaşıyor. Hayatı gıcır ve ona karışan da yok.”

Karanlıkta kalan bir nokta var mı? Yok! Kurbanın, tetik çekenin, onları görevlendirenlerin ve onlara bu kararı uygulatanların kimliği ve niteliği açık.

Ferit Uzun’un öldürülmesi sıradan bir olay değildir. Türk egemenlik sisteminin kendisi için tehlikeli gördüğü Kürd örgütlerini tasfiye etmek, kadrolarını ortadan kaldırmak, “Apocu” sistemin önünü açmaya yönelik bir eylemdir. “Apocu” sistem vasıtasıyla da Kürdistan milli hareketini denetim altına almak ve süreç içinde tasfiye etmek temel amaçları olmaktadır.

Ergenekon sanığı Yalçın Küçük’ün bu konuda dedikleri bunu doğrulamaktadır. 1967-1968 yılında görev yaptığı “Devlet Planlama Teşkilatı”ında bu konunun göndeme geldiği ve bu yönde bir anlayış oluşturulmaya çalışıldığını söylemektedir. Mesele şudur. Kürdistan milli kurtuluş hareketi gelişiyordu. Kendi kanalından örgütleniyordu. Türk egemenlik sistemi bunu boşa çıkarmak için kendi “Kürtçüsü”nü yaratmayı kurtuluş saydı. Bu anlayış gereği kendi “Kemalist Kürd Hareketi”ni oluşturdu. Başına da buldukları, eğitikleri Abdullah Öcalan’ı koydu. Maddi ve manevi olarak destekledi. Palazlandırıp sokağa saldı.

Nerede boyun eğmeyen bir Ferit, bir Kamer varsa öldürdü. Bu mantık sonucu onbinlerce Kürd öldürüldü. Sistem ve devşirdiği Abdullah Öcalan tarafından devreye konulan danışıklı bir savaşla hesabı tutulmayan bir soykırım yaşandı. Sorumlusu Türk egemenlik sistemi ve “Apocu” sistemdir.

Türk egemenlik sisteminin “Apocu” sistemin önünü açan olay sadece Ferit Uzun’un katledilmesi değildi. Elazığ’da Türk egemenlik sisteminin derin solcuları tarafından katledilen Ali Rıza Koşar’ın şehit edilmesi ve “Beşparçacılar”ın tasfiyesi de bu planın birer parçalarıydı. Kurcalanacak olaylardır. Kamuoyu bu olayları tam olarak algılayamadı. Evet gün ışığına çıkmamış bunlara benzer birçok olay ve olgu var Kürdistan’da.

"Beşparçacı”ların lideri olarak bilinen Alaattin Kapan, birçok olayın kahramanı olarak lanse edildi. Olaylar onun “devlet kimlikli” oluşu etrafında izah edilmeye çalışıldı.

Bu iddianın sahipleri kimlerdi? Bunlar, devletin “solcusu,” “Kürtçüsü” ve kalemşörleri idi. Bu çevrelerin kimliklerinin kirliliği gözönünde bulundurulursa, bu iddianın ciddiyetsizliği de kendiliğinden ortaya çıkar. Bu gerçek orta yerdeyken, ilgili-ilgisiz birçok devrimci çevre tarafından ortak bir anlayışla herşeyin günah keçisi olarak Alaattin Kapan'ı ilan etmeleri hayra alamet değildi.

Alaattin Kapan, Araban'lıydı. Kendi iddiasına göre, evli ve iki çocuk babasıydı. 1.75 boylarında, zayıf, kumral biriydi. Aksayararak yürürdü. Yine kendi iddiasına göre; 1970'lerde THKO tarafından Filistin'e gönderildiği, geri dönerken Samandağı’nda Türk askeri ile giriştiği çatışmada aldığı kurşundan ileri geldiğiydi. Yakalandığı ve Ankara'da yargılandığı, 1974 af'ı ile serbest bırakıldığı da, yine kendi söylemiydi. Daha sonra, Kürd kitlesinin yoğun olduğu Adana'ya yerleşti. “Aranıyorum” diyordu. Bunların ne kadarı doğru, ne kadarı yalan olduğunu öğrenemedim. Fakat memleketi olan Araban'a gidemediğinden emindim.

Gercekten Alaattin Kapan, Türk egemenlik sisteminin bir ajanı mıydı?

Kendisini tanıdığım kadarıyla, bu konuda kesin bir yargıya sahip değilim. Ama ona atfedilen olaylarla ilişkisinin olmadığından kesin emindim, hallen de o kanıdayım. Alaattin Kapan, Kürdistan'da silahlı bir mücadeleyi başlatma hayaliyle yaşıyordu. Bu konuda samimi miydi, değil miydi bir tarafa, çevresine bu izlenimi veriyordu. “Otuz adam bulursam, silahlı mücadele başlatırım,” diyordu. Ayrıca; “Apocular, TC örgütlenmesidir. Onların önünü kesmek için, önce bizim silah patlatmamız gerekiyor,” diye de ekliyordu.

Bu özelliklere sahip bir insanı, ajan ilan etmek akıl karı değildir. Bir kere o açtı, cebinde beş kuruş parası yoktu. Bir pantolon, bir gömlek ve altı delik bir ayakkabısı dışında başka bir sermayesi yoktu. TC devletinin; “solcu,” “Kürtçü” çete şefleri ile karşılaştırıldığında, farklı dünyaların insanları olduğunu görmek mümkündü.

1977 yılının Taksim'deki 1 Mayıs gösterisi kana bulandı. Devletin, daha önce planladığı şekilde, kitle makinalı tüfeklerle taranarak bir katliam gerçekleştirildi. Sait Aydoğmuş'un iddiasına göre; telsiz konuşmaları katliamı, “Alaattin” isimli birisinin yönettiğine işaret ediyordu. İlk etapta; “peki, polis telsizleriyle katliamı gerçekleştirenin ismi niye deşifre edilsin?” diye, insanın aklına bir soru takılıyor. Fakat gelişmeler bir bütünselik içinde ele alındığında, bunun bilinçli olarak yapıldığı ortaya çıkıyor.

Çok boyutlu kontr-gerilla örgütlülüğünün değişik birimleri arasında, bir görev bölümünün olduğu ve her birimin kendi payına düşeni rahatlıkla yerine getirdiği anlaşılıyor. Devletin bir kanadı, katliamı gerçekleştiriyor. Polis telsizlerinden katliamı yapan ekip şefinin, “Alaattin” olduğu söyleniliyor. Herkes; “kimdir bu Alaattin?” diyerek, kafa yoruyordu. “Bilinmeyen” bu Alaattin'nin peşine düşülmüştü.

Devlet, zaman kaybetmeden Abdullah Öcalan'ı devreye koyuyor. Öcalan için, bu bulunmaz bir fırsattı. “Fırsat, bu fırsat” deyip, sözkonusu Alaattin'in; “Beşparçacı”ların lideri, Alaattin Kapan olduğunu ilan ediyordu. Apocuların resmi tarihlerinde; 1 Mayıs 1977 katliamının kahramanı, “Beşparçacılar”ın lideri Alaattin Kapan olduğu yazıldı, çizildi. Böylelikle, 37 devrimci yurtsever öğretmen ve insanın katledilmesi, yüzlerce insanın yaralandığı, polis işkencelerinde geçirildiği bir günde, ismi kamuoyuna taşındı. Bu katliam ve provakasyonun perde arkasını gizlemek için bu senaryo düşünülerek yazıldı, çizildi. Oysa, birçok çevre biliyordu ki; olay, TC devleti tarafindan planlı-programlı gerçekleştirilmişti. Bunu gizlemek için, olay; “Beşparçacılar”ın lideri Alaattin Kapan'a yüklenildi.

Ne yapılmak isteniliyordu? Ortaya konulan senaryo ile yapılmak istenilen neydi? Olay biraz kaşındığında, derin bir planın olduğu ortaya çıkıyordu. Katliamı yapan kontracı Alaattin korundu. Fakat “Beşparçacılar” ve özellikle lideri Alaattin Kapan, hedef gösterildi. Devlet, böylelikle derin bir nefes aldı. Tabii ki; Abdullah Öcalan, en çok rahatlanan kişi oldu. Kendisi hakkında ileri sürülen “devletin adamı” iddiası ikinci plana itildi. Kendi kirli kimliğini, Alaattin Kapan'nın boynuna astı.

Yazılan-çizilen senaryo ve uygulamalarla; Apocu sistemin önünün açılması için ne gerekiyorsa o yapıldı. Önünde duran engellerde Kürd devrimcileriydi. Beşparçacılardı, Tekoşincilerdi, Kawacılardı, Kukculardı vs. Bunların temizlenmesi gerekiyordu. Olup-bitenlere baktığımızda olan budur.

Türk egemenlik sisteminin ortalığa saldığı Abdullah Öcalan’ın önünü açmak için Kürdistanlı devrimcilere her türlü iftira ediliyordu. 1 Mayıs 1977 katliamının sorumlusunun Peşparçacıların liderei Alaattin Kapan’a atfettikleri gibi. Oysa 1 Mayıs 1977 katliamıyla, Alaattin Kapan'ın bir ilişkisi yoktu. Bu kara iftira ortaya atılır atılmaz, bunu araştırdım. Osman Aman'ı çağırdım, ona sorarak olayın aslını öğrendim. Osman Aman o dönem KAWA Hareketi’nin Adana sorumlusuydu. Osman'ın söylediğine göre; “Alaattin Kapan, 1 Mayıs 1977 günü, Adana'da yapılan mitinge katılmış, kendisi dahil, tüm Adanalı devrimciler de buna şahittir” diyordu.

Daha sonra da birçok insan bunu doğruladı. Şimdi düşünmek lazım. Bir insanın aynı anda hem Adana'da, hem de İstanbul'da olması mümkün mü? Uzaklık ve zaman açısından bunun imkanı yoktur. Peki bu iddianın sahibi kimdir? Niye durup dururken Alaattin Kapan'ın ismi bu olayla anıldı? “Beşparçacı”lara göre, bu iddianın sahibi devlet ve Apoculardı. Bu sorun; Apocular ve Beşparçacılar arasında varolan gerginliği hat safhaya vardırdı. 18 Mayıs 1977 günü Antep'teki bir tartışma, Haki Karer’in ölümüyle sonuçlandı.

Haki Karer, ölümcül bir yara almamıştı. Fakat yatırıldığı Antep hastahanesinde öldürüldü. Refekatçı olarak kalan kişinin, serum hortumunu çekerek ölümüne sebebiyet verdiği, bu kişinin, Apocu olduğu söylenildi. Bunu söyleyenler, hayatlarıyla ödediler.

Fakat Haki'yı vuran Baki Ateş korundu. Haki'nın öldürülmesinde ismi hiç anılmadığı gibi olay, Alaattin Kapan etrafından izah edilmeye çalışıldı. Alaattin Kapan, kurulan bir pusu sonucu İskenderun'da öldürüldü. Alaattin'in öldürülmesi de çok ilginç, çok gizemli bir olay olarak ortada kaldı. Tekoşinciler, gerçeği açıklamaya çalıştılarsa da, Apocuların hay-huyu içinde, tüm olaylarda olduğu gibi, bu olaylar zinciri de onların resmi anlatımı çerçevesinde kabul gördü. Oysa gerçek hiç te onların iddia ettiği gibi değildi.

Her iki örgüt şefi arasındaki ilişki ve çelişkilerin perde arkası bilinmemektedir. Fakat birbirlerine atfedilen sıfatlarla değerlerildiğinde, bir ilişki ve çelişkinin var olduğuna işaret etmektedir. Birbirlerini daha önceleri tanıdıkları olgusu akla gelmektedir. Her iki grup, daha oluşum aşamasındayken; birbirlerini “devlet örgütlülüğü” olarak ilan etmeleri, hedef tahtasına oturtmaları, şüphesiz sebepsiz olamazdı. Karşılıklı tırmandırılan gerginlik, Haki Karer’in ölümüne yol açacak ve ölümler peşpeşe gelecekti.

Devlet, Kürdistan milli kurtuluş mücadelesini durdurmak, kendi denetimine almak ve süreç içinde yüzyıllardan beri birikerek gelen Kürd milli potansiyelini tasfiye etmek için, Abdullah Öcalan önderliğinde, bir sistem yarattı. Her yönüyle destekleyip, palazlandırdı ve sokağa saldı.

“Ajanlaşmış yapı, kurum ve kişilere karşı devrimci şiddet taktiği” adı altında, binlerce Kürdistan’lı yurtsever ve devrimci insan katledildi. Kürdistan yurtseverleri, bu gizi çözemedi. Aslında bunu çözebilselerdi, Apocu sistemin varediliş nedenini de çözerlerdi. Çözemedikleri için de; Kürdistan halkı, Türk egemenlik sistemi ve Apocu sistem arasındaki danışıklı savaşın kurbanı oldu.

Apocular; TC devletinin kendilerine uygun gördüğü misyon gereği ortaya sürülür sürülmez, bir bütün olarak tüm Kürdistanlı yurtsever ve devrimci güçleri, “devlet örgütü” ve “ajan provakatör” ilan etti. Kendi kimliklerini bunların boynuna astı.

Abdullah Öcalan ve Ağrılı Pilot Necati Kaya, ayrılmaz ikili olarak, her provakasyona imza attılar. Birlikte katıldıkları Ağrı'daki toplantıda, Necati’nin TC devleti ajanı olduğu, onu tanıyanlar tarafından deşifre edilince, panik içinde orayı terkettiler. Oradan uğradıkları Antep'te, Haki Karer tarafından dillendirilince soluğu Ankara'da aldılar. Bunun üzerine Haki Karer'in kalemini kırdılar. Haki Karer, başta olmak üzere, Antep grubunun imha edilmesinin nedeni; “Pilot'un ajan olduğu ve şefleri Abdullah Öcalan'ında araştırılması gereken biri olduğu,” düşünceleriydi. Bu iddia, onların sonunu hazırladı.

Antep grubunun imha edilme kararı; Abdullah Öcalan ve Necati Kaya ikilisi tarafindan alındı. Uygulayıcıları; Cemil Bayık ve Kemal Pir oldu.

Pilot Necati Kaya’nın TC devleti ajanı olduğunu yurtsever Kürdistanlı gençlik; 1970’lerden beri zaten biliyordu ve bunu her yerde iddia ediyorlardı. Bu durum, Apocular arasında da tartışılıyordu. Ağrı toplantısı, bardağı taşıran son damla olmuştu. Abdullah Öcalan; kendisine yönelen şimşekleri, Alaattin Kapan'ı hedef tahtasına oturtarak savuşturmaya çalıştı. Bu konuda, başarılı da oldu. Çünkü, TC devleti gibi bir güç arkasındaydı.

Alaattin Kapan, Haki Karer’in ölümünden kendisini sorumlu tutan, Apocuların saldırısına uğrayacağından emindi. Fakat sığınacağı bir yeri yoktu. Alaattin Kapan, tabiatı geregi hareketli bir yapıya sahipti. Yerinde durmayı pek sevmeyen bir özelliği vardı. Her zaman tartışacağı birileri mutlaka olmalıydı. Bu hastalığı çevreye açılmasına yol açtı. Tehlikeyi önemsemedi. Her zaman silahlıydı ve iyi silah kullanırdı. Dahası korkusuz ve cesaretliydi. Bu özellikleri, tedbir almasını engeledi ve akibeti bilinen sonu oldu. Alaattin Kapan'ı bulmak, Apocular için fazla zor olmadı, evi tespit edildi. Öldürülmesi için, Ali Yaylacık ve Rıza Sarıkaya gönderildi. Kurulan pusuda Alattin Kapan öldürülürken, “devrim nikahlı” eşi Songül yaralandı.

Olay esnasında, hesapta olmayan bir olay gelişti; Ali Yaylacık ve Rıza Sarıkaya yaylım ateşine tuttulur. Rıza Sarıkaya, ayağından yara alır. Ateşin geldiği tarafa bakan Ali Yaylacık, gördüğü manzara karşısında dehşete kapılır. Kendilerini kurşun yağmuruna tutan kişinin, yoldaşı Kemal Pir olduğunu görür. Olayın ilk şokuyla, buna bir anlam veremez. Fakat olayı açıklamalarıyla birlikte, karşılarında Apocu sistemi buldular ve imha olmaktan kurtulamadılar. Ali Yaylacık, Mehmet Uzun, Ahmet Ballı, Bozan Aslan ve daha birçok devrimci insan, Apocu sistem tarafından öldürüldü.

Apocu sistem, gökten zembile inmedi. TC devletinin maddi ve manevi desteğiyle, entelektüel birikim ve iradi çabasıyla oluşturuldu. Bu durum, Abdullah Öcalan tarafından defalarca dile getirildi. Kimisi de, Abdullah Öcalan şahsında bir put yarattı ve taptı. Yaratılan put, topluma dayatıldı ve “senin kurtarıcın,” denildi. Halka “kurtarıcı” olarak lanse edenler, halkın gözbebeği evlatlarını iğrenç pusularda katletmeyi kendine vazife bildi. Bunun en bariz örneklerinden biri de, Osman Aman'nın öldürülmek istenmesiydi.

Haki Karer’in ölümüyle hiç bir ilişkisi olmayan KAWA Hareketi üyesi Osman Aman'ı, “Haki yoldaşın katili, MİT ajanı ve kendilerinin Adana Anadolu mahalesine girmelerinin önündeki engel,” olarak ilan edilerek öldürülmek istendi. Osman Aman tarandığı zaman; “Beşparçacılar”la bir ilişkişi olmadığı gibi, onlar tarafından da “hain' ilan edilmiş bir Kawacıydı. Apocuların, bunu bilmemesine imkan yoktu. Haki Karer'in katili; Elazığlı Baki Ateş korunurken, olayla uzaktan yakından bir ilişkisi olmayan devrimci bir insan olan Osman Aman'a yönelik bu çirkin iftiralar ve daha ötesi kendisine kurulan karşı-devrimci tuzaklar neyin nesiydi?

Bunu programlayanlar ve uygulayanlar kimdi ve neye hizmet ediyorlardı? Bu tür gelişmeler, yerli yerine oturtulamadı. Günün kendine özgü gündemi göz önünde tutulduğunda o günün yaklaşım ve yönelimiyle bilinçli olarak dayatılan provakasyonların önü alınamadı. TC icazetli karanlık örgütlerin gündeme damgasını vurması, engelenemedi.

Mersin E Tipi cezaevinde, Osman Aman'ı tarayan, Apocu Ömer Çöplü ile karşılaştım. Aynı koğuşta yattık. Bir gün volta atarken, yanıma geldi. Konuşmak istediğini söyledi. Osman Aman'ın, Kawacı olduğunu biliyordu, pişmanlık duyuyordu. Olayı, şöyle izah etmişti:

“Arkadaşlar beni çağırarak, ‘bir MİT ajanı var, Beşparçacı Osman Aman'dır. Haki yoldaşın ölümünde parmağı vardır. Adana Anadolu mahalesinde kalıyor. Bizim oraya girişimiz önünde engeldir. Halk adına onu ortadan kaldırmak gerekir. Bu işi senin yapmanı istiyoruz,’ dediler.

Biliyorsun, bu bir emirdir ve soru sorulmadan işi bittirmek zorundasın. Ben de gereğini yaptım. Bir arkadaşla, Adana'ya gittik. Osman'ın evinin önününde pusuyu kurduk. Pusu kurduğumuz sokağın lambası yanmıyordu. Gözümüz kapısına kilitlenmişti. Saatler sonra kapı açıldı, Osman'ı gördük ve taradık. Osman atik davrandığı için erken içeri girdi. Vuramamıştık ve olay yerinden kaçtık. Osman'ı kurtaran sokak lambasının yanmamasıydı. Eğer o akşam sokak lambası yanık olsaydı ve Osman sokağa girdiği an farketseydik, bugün yaşamamış olacaktı. Evin kapısının açılması ve avlunun ışığıyla Osman'ı farketiğimizde de, çok geç kalmıştık, iyi ki vuramadık,” diye de eklemişti.

Ben; “cezan hafifler," dediğimde, göz göze geldik.

Ömer; “Yok öyle düşünmüyorum. Benim cezam zaten belli. O da, idamdır. Bana itham edilen olaylar; Osman ölmüş ölmemiş pek fark etmiyor. Dediğim, Osman ölseydi bir devrimciyi, bir yurtseveri öldürdüğüm için yaşamım boyunca vicdan azabı çekeceğimdir.”

Ömer, bunları söylerken, ben onun samimiyetinden kuşku duymamıştım. Kendisine; “bundan sonraki yaşamında, ilişkilerine daha dikkat edersin,” temenisinde bulundum. Cezaevinde kaldığı sürece, onun Apocularla uyum sağlamadığına şahit oldum.

Osman Aman, yaşamı boyunca bir yurtsever, bir devrimci olarak yaşadı. Onurunu koruyarak, yaşama veda etti.

***

1976 yılında, DDKD'nin bünyesinde baş gösteren SSCB’nin; “sosyalist mi, sosyal-emperyalist mi?” tartışması sonucu, dünyada olduğu gibi Kürd hareketinde de bölünme yaşanıyordu. Henüz tartışmalar sürerken, Adana'da bizim gibi, SSCB'ne sosyal-emperyalist diyen, Kürdistan'ı sömürge olarak tespit eden, Kürdistan devriminin bağımsız örgütlenmesini savunan bir grubun olduğunu ve bizimle görüşmek istedikleri haberi gelmişti. Onlarla görüşmek üzere İstanbul’dan Adana'ya gittim. 1976 yılı yaz aylarında, bu grupla görüşmesi sırasında, liderleri Alaattin Kapan (Sılo) ile de tanıştım.

DDKD bünyesinde tartışmaların sürdügü dönemde; Viranşehir'de, TC devleti, “kaçakçıydılar” adı altında dört Kürd'ü öldürmüştü. Bunu protesto etmek için Mardin'de bir miting düzenlenmişti. Henüz ayrışma yaşanmamış, birlikte çalışılıyordu. İstanbul DDKD bünyesinde bir grup, Mardin mitingine gidecekti. Ben de gidecektim. Birlikte hareket ettiğim grup, bu vesileyle Adana'ya da uğramamı, ordaki durumu yerinde görmemi uygun gördüler. Bunun üzerine, Adana'ya gittim. Daha önce tanıdığım hemşerim Osman Aman'a misafir oldum. Osman, görüşmek istediğim Beşparçacılar grubun önderle-rinden biriydi. Onun vastasıyla, Alaattin Kapan olmak üzere, Adana'daki Beşparçacılarla tanıştım. Onlarla üç gün tartıştım. Birçok konuda, aynı görüşleri savunsak ta, birçok konuda da ayrı düşünüyorduk.

Kürdistan’ın parçalandığı, bölüşüldüğü, sömürgeleştirildiği, KUKM-’nin örgütlenilmesi, uzun süreli silahlı bir mücadelenin gerekliliği, bağımsız birleşik demokratik Kürdistan ve giderek sosyalizme geçiş konuları birlik noktalarımızdı. Beşparçacılar; ayrıca, Kürdistan'a ait bir parçanın SSCB tarafından sömürgeleştirildiği ve bu parçanın da kurtarılması, SSCB'nin sosyalist olduğunu söyleyen Kürdistan'lı politik güçlere karşı silahli mücadele verilmesi, I-PDK'nin; “M-L ve Maoist” bir parti, Apocuların bir devlet örgütlülüğü olduğu vb. düşüncelere sahiptiler. Bu yaklaşımlar, ayrılık noktalarımızdı. Açığa çıkanlar bunlardı. Oradan Mardin'e gidip mitinge katıldıktan sonra, İstanbul'a döndüm ve arkadaşlara, Adana'daki durumu aktardım.

DDKD bünyesindeki tartışmalar kızışıyor ve saflar giderek bir netliğe kavuşuyordu. Tartışmanın bir boyutu da, Dr. Şıvan'ı (Sait Kızmızıtoprak) sahiplenme noktasında düğümleniyordu. DDKD'nin SSCB'ne sosyalist diyen kanadı, Şıvan'ın ismini sahipleniyorlardı ama düşüncelerini savunmadıkları gibi kitleler tarafından da bilinmesini istemiyorlardı.

DDKD/KİP'liler her ne kadar “Şıvancı” geçinseler de aslında ona ihanet ediyorlardı. Şıvan'ın isminin gölgesine sığınmaları fırsatçı ve faydacı olduklarından ileri geliyordu. İzledikleri teori ve pratik ile Şıvan ile uzaktan yakından bir alakaları yoktu. Şıvan yazdığı kitabında; “sovyet yayılmacılığı” tezinini savunuyordu. DDKD/KİP'liler ise bunun aksine pro-sovyetik bir oluşum oldular. Şıvan, Türk egemenlik sistemine karşı silahlı mücadeleyi savunuyordu. Ama DDKD/KİP, Şıvan'ın ihtilalci çizgisine ters bir yönde yol alıyordu. Türk egemenlik sistemine karşı ehlileşen, ama Kürd devrimcilerine karşı şahinleri oynuyorlardı.

KAWA Hareketi’ni ortadan kaldırmak için tetikçi gruplar oluşturdular. Türk egemenlik sistemine tek bir fiske atmayan DDKD/KİP'liler çoğu Kawacı olmak üzere onun üzerinde devrimci-yurtsever Kürd öldürdüler.

KAWA Hareketinin Kırılma Süreçleri

Подняться наверх