Читать книгу KAWA Hareketinin Kırılma Süreçleri - Hasan H. Yıldırım - Страница 3

Şıvan’ın bir kitabı, Komal yayınları tarafından; “Kürt Halk Hareketi” ismiyle yayınlanmıştı. Ayrıca 900 sayfalık bir el yazmasının olduğu, bu çalışmasında, SSCB'nin yayılmacı politikasından bahsetiği iddia ediliyordu. Şıvan, Kürdistan'ın güneyine gitmeden önce, bu çalışmasının kitap olarak basılması için, Ahmet Melik'e verdiği, fakat kitap olarak basılmadığı ve elyazması olarak Viranşehir DDKD Başkanı Vahap'a (Zınaré Xamo) verildiği biliniyordu.

Оглавление

Bu inceleme, bizim için çok önemliydi. Birlikte hareket ettiğim arkadaşlar kitabı almam için Viranşehir’e gitmeme karar verdiler. Bunun üzerine zaman kaybetmeden, Viranşehir’e gittim ve Vahap ile görüşmeye çalıştım. Fakat Vahap benimle görüşmek istemiyordu. Viranşehir'i de pek iyi bilmiyordum. Tanıdığım bir kaç ilişki üzeri, Vahap'a ulaşmayı başardım. Vahap sözkonusu incelemeyi vermek istemedi. İncelemeyi alamayınca Adana'ya uğramayı tercih ettim. Bir hafta kaldım. Beşparçacıları daha iyi tanıma firsatını buldum.

Tartışmalar, zaman zaman sertleşerek, zaman zaman uzlaşarak bir hafta sürdü. Alaattin Kapan'ın tartışma üslubu, dahası olaylara yaklaşımı sekterceydi. Anlaşamadığımız konularda sertleşiyor, saldırganlaşıyor ve provakatörce bir tutum sergiliyordu. Bununla söz de, üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Karşıdaki de sertleşince bu kez geri adım atması da, bir başka huyuydu. Sekter ve kariyerist bir kişiliğe sahip olduğu her halinden beliydi. Fakat uzlaşmacı yönü de, her halükarda devrede dururdu. Bu tavrı benim gözümden kaçmadı ve hiç te hoşuma gitmemişti.

Alaattin Kapan, 'Maoist' olduğunu söylüyordu ve Mustafa Barzani hayranıydı. Öyle görünmeye çalışıyordu. I-PDK'nin; “M-L ve Maoist” bir parti, Mustafa Barzani'nin, “Maoist halk savaşını dünyada en iyi uygulayan lider olduğunu” iddia ediyordu. Bana göre; I-PDK ne M-L, ne de Maoist bir partiydi ne de Mustafa Barzani. Fakat Mustafa Barzani'nin, halk savaşının iyi bir uzmanı olduğuna kuşkum yoktu. Sorun bu değildi. Alaattin Kapan'ın, PDK ile olan ilişki düzeyi nedir? diye, merak ediyordum.

O, T-KDP Adana örgütlülüğü ile içiçeydi. Birçok işini yaptığına süreç içinde şahit olmuştum. Bir gün, Osman Aman'ın evine gitmiştim. Alaattin Kapan'ı sordum. Damda kitap okuduğu söylenince yanına çıktım. Yere bir çul sermiş, yüzü koyun uzanarak göğsüne yastığa dayamış, elinde bir kalem, çok rakamlı tomarca kağıtla heşır neşır bulmuştum. Beni görünce, “bu adam da nerden çıktı!?” tavrını takınmıştı. Beni beklememiş olacak ki, çok rahatsız olmuştu. Ben, onun rahatsız olduğunu görünce, bozuntuya vermemek için; "Ne o, kamulaştıracağımız paraları nerede harcayacağımızın hesabını mı yapıyorsun?" diyerek sordum. Çünkü o dönem birlikte bir soygun olayı planımız vardı.

Silo, hemen alelacele kağıtları topladı ve çulun altına sakladı. "Hayır hayır!" dedi. "Bunları, Derwêş'ê Sado bana verdi. T-KDP'nin Adana bölge aidat gelir hesabıdır. Kendileri işin altından çıkamıyorlar ve benden rica ettiler, ben de onları kıramadım ve gördüğün gibi hesap yapıyorum," dedi.

Ben de, bozuntuya vermeden; "Ya..! öyle mi?" dedim.

Derwêş'ê Sado'nun, T-KDP Adana bölgesinde kimden ne kadar aidat aldığını, gelir kaynaklarının ne olduğunu Alaattin Kapan'a vermesi, onunla ne kadar içli dışlı olduğunun göstergesiydi. Bu vesileyle bunu öğrenmiştim. Derwêş'ê Sado'nun, MİT'in bir elamanı olduğunu, Kürdistan'da sağır sultan bile biliyordu. O dönem T-KDP Adana sorumlusuydu da. Alaattin Kapan'ı, Derwêş'ê Sado'ya bağlayan bağ ne olabilir? diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Sonuçlarını düşünmeden pat diye kendisine şunları sordum.

“Ya Silo, Derwêş'ê Sado bir MİT elamanı. Dahası Sait'lerin ölümüne yol açan senaryonun baş mimarı. Bunları herkes biliyor. Buna rağmen sen bu adamla nasıl böylesi bir ilişki içinde olabilirsin?” dedim.

Alaattin Kapan, söylenenlerin doğru olmadığını, Derwêş'ê Sado’nun, “M-L ve Maoist” olduğunu, kendilerine en yakın örgüt olarak T-KDP'yi gördüklerini vs. anlatan uzun bir konuşma yaptı.

Bu tartışma bana Alaattin Kapan'ı daha iyi tanıma fırsatını vermişti. Bu ve benzer olaylar, giderek bende ona karşı daha tedbirli olmamın gerektiği düşüncesini geliştirdi. Kendisine karşı tedbiri elden bırakmamaya ve daha itinalı davranmaya başladım. Alaattin Kapan, bir şeylerden korkuyordu. Sürekli bir panik halini yaşıyordu. Sanki birilerinden kaçıyordu psikolojisi içindeydi. Bu, her halinden belliydi, ama ben buna bir anlam veremiyordum. T-KDP'ye bu kadar yakınlaşmasını buna yormuştum. T-KDP, Adana'da çok güçlüydü ve bundan yararlanıyordu. Yemesinden içmesine, giyinmesinden barınmasına kadar T-KDP kendisine yardımcı oluyordu.

İçinden geldigi THKO ile bir problemi olduğunu söylüyordu, ama bunu açıklamıyordu. Fakat ne ilginçtir ki, ismi sürekli bu çevreyle anılmasına rağmen bu çevre, susmayı hep tercih etmiştir. Süreç içinde Sılo'yu tanıdıkça, daha çok tedbirli olmaya çalıştım. Hastalık derecesinde, karyerist bir kişiydi. Provakasyona her an gelebilecek bir insandı. Onu daha iyi tanıyabilmek için, tüm ilişkilerini gözlem altına aldım. Sonuç olarak; tanıdığım kadarıyla hiçbir değer yargısı olmayan, psikopat biri olduğuna hükmettim. Başka bir tanımla-mayla sıfatlandırmak, eldeki verilere göre mümkün değildi. Sılo'nun, devlet ile varolduğu iddia edilen ilişkisi bana inandırıcı gelmiyordu; “olabilir de” diyordum, ama bu konuda ikna olmuş değildim.

Ben, bu arada Sılo'nun tüm çevresini tanımış ve iyi bir intiba bırakmıştım. Bu durum onu çok rahatsız etmiş ve aramızda sorun yaratmıştı. Beni, kendi grup iç yapısına müdahale etmekle suçlamaya başlamıştı. Benden bir an önce kurtulmanın çaresine bakıyordu. İçinde olduğu ruh hali gereği bunu bazen en olumsuz bir biçimde dile getiriyordu. Bazen de, sanki hiç bir şey yokmuş havasını yaratarak uyumlu çalışan bir örgütün, bir birimin üyeleri arasındaki yoldaşlık ilişkileri düzeyinde götürmeye çalışıyordu. Bu ruh hali, genel ilişkilerindeki ikiyüzlü yaklaşımının doğal sonucuydu. Ben, bunu süreç içinde kavradım. Sılo da, bunun farkındaydı ve bir an önce benden kurtulmak istiyordu. Fakat bunu yapamıyordu. Çünkü grup üstünde en aşağı onun kadar etkili olan Osman Aman ile iyi bir diyalog kurmuştum.

Grup içinde, Sılo'dan kurtulmak isteyen birçok samimi ve dürüst insan vardı. Bana kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Sılo, bana cepheden tavır almak istiyordu, Fakat Adana'daki ilişki ve olanaklarımı bildiğinden bunu göze alamıyordu. Zaman kolluyordu. İki grubun, yanyana gelmesinin nedeni, pratik içinde birbirini daha iyi tanıma ve bu temelde sağlanan güven ortamı temelinde birlik sağlamaktı. Bu süreç; iki ay gibi kısa bir sürede de olsa, yaşandı. Taraflar, birbirlerini gerçek niyetleri ile çok iyi kavradı. Başlayan bu süreç, artık son bulmalıydı, ama nasıl?

Ben, Osman Aman'la mevcut durumun derli toplu değerlendirmesini yaptım. Sılo ile ilişkinin bitirilmesi gerektiği sonucuna vardık. Adana'daki tüm Beşparçacıların katılacağı bir toplantının yapılması, bunu da, ancak onun örgütleyebileceği, toplantıda kendisinin, Silo’ya karşı tavır alması, grupla iliskişinin kesilmesini, tüm arkadaşların Sılo'dan uzaklaştırılması ve kazanılması gerektiği vs. konularda fikir birliğine vardık. Osman, üstüne düşeni yapacağını söyledi, ama birçok olumlu şey yapmakla birlikte, toplantı yapmayı göze alamadı. Sılo'yla karşı karşıya gelmek istemiyordu. Bir şeylerden çekiniyordu, ben bunu öğrenemedim.

Ortaklaşa yaptığımız çalışmalarla; Sılo'nun, birkaç ahbab çavuşu dışında herkes Sılo ile olan ilişkisini kesti. Beşparçacılarla olan birlik çalışmaları böylelikle son bulmuştu. Adana'daki Beşparçacıların çogunluğu KAWA'ya dahil olmuştu. Sılo ile ilişki böylece kesildi.

Haki Karer'in ölümünden sonra, Adana'da tutunamayan Alaattin Kapan(Sılo), gittiği İskenderun'da, Apocuların kurduğu pusuya düşerek yaşamını yittirdi...

***


TC devletinin Kürdistan’daki “Kürtçü”sü Apocu sistem içindeki tetikçiler, cinayet serisini sürdürürken, THKP-C içindeki TC devletinin “solcu”ları Elazığ'da, Kürdistan devriminin yiğit devrimci militani Ali Rıza Koşar’ı, “MİT ajanı” diye alçakca katletti. Ali Rıza Koşar da, birçok devrimci gibi, Beçparçacılardan kopan ve KAWA Hareketi ile ilişki içinde olan bir devrimciydi. Her ne hikmetse; Ali Rıza Koşar'ı katletmek için, kullanıldığı söylenilen biri olan Ali Akgün, ya da bilinen lakabıyla; “Gavur Ali” “MİT ajanı” ilan edilerek içinde yer aldığı Dev-Solcular tarafından katledildi. Ama Ali Rıza koşara silah sıkan Dersimli Haydar hala yaşıyor.

Kontra örgütlerin vazgeçmediği yöntemlerinden biri; arkalarında iz bırakmamak için, kullandığı tetikçilerinden bir müddet sonra kurtulmaktır. Bunun yolu, onları fiziki olarak yok etmektir. Ali Rıza Koşar'ın tetikçilerinden biri olduğu iddia edilen Ali Akgün de, bundan nasibini almakta gecikmedi. Ki, Ali Akgün daha sonra olayla ilişkisi olmadığını söylemesine rağmen. Şefi Dursun Karataş, onu önce “ajan” ilan etti ve sonra ölüm emrini verdi. Emri alanlar, işi uzatmadı. Kaldığı Çanakale cezaevinde, eski yol arkadaşları tarafından 1989 tarihinde şişlenerek infaz edildi. Bu bir tesadüf müdür? Kuşkusuz değildir.

Ali Rıza Koşar, Elazığ-Palu'luydu. Muhafazakar bir çevredendi. Gelişmeler, onu devrimci çevrelerle ilişkiye geçirdi. Okuduğu İstanbul'da, yiğit bir devrimci olup, çıktı. Önceleri Türk sol örgütlerinden biri olan TDKP saflarında mücadele etti. Okudu, inceledi. Yer aldığı örgütün sosyal-sömürgeci karekterini anlamakta gecikmedi. Sonra, Peşparçacılarla ilişkiye geçti. Önderleri Alaattin Kapan'nın sekter tutumu, onu, oradan uzaklaştırdı. Bu kez KAWA Hareketi ile ilişkiye geçti ve KAWA saflarında mücadele etmek istiyordu. Görüşmelerin sürdüğü süreçte, kontra çeteler tarafından şehit edildi.

Ali Rıza Koşar, Kürdistan sorununu kavradıktan sonra; bunun için, profesyonel mücadelenin gerekliliğini kısa sürede bilince çıkardı. Okulunu bıraktı, Elazığ'a yerleşti. Kürdistan bağımsızlığı için profesyonelce mücadele etti. O, bir otoriteydi. Teorik ve pratik olarak etkin bir kişiydi. Hal ve hareketleriyle, halkın doğal önderi haline geldi. Elazığ halkı tarafından sevildi, sayıldı. Sömürgecilerin olduğu kadar, sosyal-sömürgecilerin de korkulu rüyası oldu. Türk egemenlik sistemi de, boş durmuyordu. Kendi adlarına, kontra örgütler kuruyordu. Kurduklarının dışında, diğer örgütlere mümkün mertebe ajan sokuyordu. Fiziki olarak yok etmek istedikleri devrimci ve yurtseverleri, onlara temizlettiriyordu.

Kürd milleti üzerinde kirli bir oyun oynanıyordu. Halk adına örgütler kurdurularak, öne çıkan yurtsever-devrimciler tespit ediliyor ve fiziki olarak ortadan kaldırılıyordu. Ferit Uzun, Haki Karer, Alaattin Kapan, Mehmet Uzun, Ali Yaylacık, Bozan Aslan, Mustafa Çamlıbel ve Ali Rıza Koşar, Kamer Özkan… Bu plan çerçevesinde şehit edildiler. Bu liste sonraları uzadıkça uzadı. Onbinleri buldu.

Bu, öyle bir plandı ki; yurtseverler hain ilan ediliyor, devletin tetikçileri ise, devrimci oluyordu. Yıllarca bu kirli plan uygulandı. Anlaşılması da yılları aldı. Bu arada, Kürd milletinin sayısız önder ve kanat önderi fiziki olarak yok edildi. Tuhaftı! Yurtsever-devrimcileri fiziki olarak ortadan kaldıranlar; “solcu” ve “Kürtçü” oluyordu. Bu ne yaman bir çelişkiydi. Bununla da kalmıyorlardı; hem öldürüyorlardı, sonra da sahip çıkıyorlardı. Şehit etiklerinin, cenazelerine katılıyorlar ve intikamları alınacak yeminleri ediyorlardı. Öldürdüklerini de, gerekçe göstererek yeni cinayetler işliyorlardı. Cinayetleri işleyenler biliniyor, arkalarındaki güç görülemiyor ve görenlerin sesi ise yerine ulaşamıyordu.

Fakat kontra örgütlerin sesi daha gür çıkıyordu. Kurmuşlardı tezgahlarını, yurtseverler hakkında ajan sıfatlandırması yaparak, insanlar töhmet altında bırakılıyordu. Kendi kimliklerini, onların boynuna asıyorlar, kuşkular yaratılıyordu. Yurtsever ve devrimciler hakkında yoğun bir teşhir faaliyeti sürdürülüyor, arkasından şaibeli bir şekilde ortadan kaldırılıyorlardı. Gören olursa; “bizdik, olmasa bir başkası” idi. Değirmenin suyu böyle akıyordu.

“Ajanlaşmış birey ve yapılara karşı şiddet” adı altında, “kurşuna adres sorulmaz,” söylemiyle, Kürdistan'ın güzel insanları birer birer ortadan kaldırılıyordu. Ali Rıza Koşar, bunlardan ne ilki, ne de sonu olacaktı. Fakat dönemin en önemli siyasi cinayetiydi. Çünkü, rastgele seçilmiş bir cinayet değildi. Elazığ'da, Kürd milli hareketinin en önde gelen birisiydi. Milli hareketin gelişmesinde ve sosyal-şoven örgütlerin geriletilmesinde baş rol oynuyordu. Dahası Ali Rıza Koşar, Sünni ve Alevi halkımızın milli potada birleşmesinde önemli bir rol oynuyordu. Kendisi, Sünni olmasına karşın, her iki mezhepten halkımız tarafından sevilen sayılan devrimci-yurtsever biriydi. Bu da, sömürgecileri ve sosyal-sömürgecileri korkutuyordu.

Ali Rıza Koşar'ın katledilmesi kararını veren toplum mühendisleri, neyi hedeflediklerini çok iyi biliyorlardı. Elazığ pilot bölge ilan edilmişti. Halk arasındaki çelişkilere oynanılacaktı. Bunun için de, halk tarafından sevilen sayılan biri kurban edilecekti. Karar kılıcılar, Ali Rıza Koşar'dan karar kıldılar. Tetikçilerine işi gördürdüler. Olayı fırsat bilen sivil faşistler, varolan Alevi-Sünni çelişkisine oynadılar. Olayı Alevilere yükleyip, Sünni kesimi yanlarına çekmeye çalıştılar. Bunu da başardılar.

Ali Rıza Koşar'a kurşun sıkanın Ali Akgün olduğu söylendı. Fakat Ali Akgün ben değilim dedi. Kuşkusuz O da olay yerineydi. Büyük ihtimale o sıkmamış olabilir. Sonra ki anlatımlara göre ortaya çıkan gerçek şu ki; Ali Rıza Koşar’in Dersimli Haydar’ın silahından çıkan kurşun ile katledildiğidir. Bu neyi değiştirir? Onlar, olmasaydı, bir başkası olurdu. Sorun, onlara bu emri verendi. Onların üstünde Dursun Karataş vardı. Onun da üstleri vardı. Onlar, devletin kendisiydi. Dursun Karataş, sadece ara bir halkaydı. Tıpkı Abdullah Öcalan gibi bulunmuş, eğitilmiş, kendisine örgüt kurdurtulmuş, önü açılmış, halk çocuklarının birer birer ve toplu olarak yok edilmesinin aktörü olmuştu. Sayısız insanın ölümüne imza attığı gibi, kendi yol arkadaşlarını da birer birer ortadan kaldırtmıştı.

Türk egemenlik sisteminin “solcu”su Dursun Karataş önderliğinde Dev-Sol/DHKP-C, komplo ve provokasyon örgütü olarak kuruldu ve varlığını kan dökerek sürdürdü. Zamanın gelmesi gecikmedi. Şimdi onun ismi, Ergenekon terör örgütü ile birlikte anılmaktadır.

Bu ve benzeri cinayetlerle bir taraftan yurtseverler, devrimciler katledilirken, yaratacakları örgütlerin önü alınırkan, diğer yandan sistemin kurduğu ve her alanda desteklediği “solcu” ve “Kürdçü” örgütlenmelerin önü açılma hedefleniyordu. Bunun en bariz bir örneği KAWA Hareketine yönelik gerçekleştirilen Qamişlo katliamıdır. Ergenekon yargılamalarında dava savcısının hazırladığı iddianamede “Qamişlo katliamı ile PKK’nin önü açılmıştı” diye tarihe not düşüyordu. Bu planlar sadece izaha çalıştığım olaylarla sınırlı kalmadı. Sürece yayılarak devam ettirildi. Her yol ve yönteme baş vuruldu. Değişik kılıklarla sahne aldılar.

Bunun mimarlarından biri, Türk egemenlik sisteminin derin “solcu”su Doğu Perinçek'ti. Aynı Perinçek, ikiz kardeşi Abdullah Öcalan'ı, danışıklı bir dövüş ile geniş kitlelere taşıyordu. Pilot Necati Kaya ve daha sonra Türk egemenlik sisteminin Ergenekon denilen özel bir örgütlenmesinin koruması altına alınan Abdullah Öcalan, Doğu Perinçek tarafından Kürdlere “önder” olarak sunuluyordu.

Doğu Perinçek ve Abdullah Öcalan, 1970'lerde kamuoyu önünde birbirlerine karşılarmış gibi bir izlenimin içinde oldularsa da, aslında Türk egemenlik sisteminin Kürd milli hareketini tasfiye etmek için, oluşturduğu aynı ekibin elemanlarıydılar. Daha sonra, özellikle 1980'lerin sonlarında bunun ipuçlarını verdiler. Perinçek, daha önceleri; “terörist, bölücü” olarak kamuoyu nezdinde teşhir etmeye çalıştığı Öcalan'ı, kendisiyle yaptığı röportajlarla, Türk kamuoyuna sevdirmenin büyük çabasını verdi.

Onu; “iki milliyeten halkın kurtarıcısı” olarak sundu. Kitleleri ona yönlendirmeye çalıştığı gibi mevcut diğer Kürd siyasal örgütlerini Öcalan'ın denetimine almanın çabasına girişti. Bunun bir örneği de, KAWA Hareketi’ne getirdiği öneriydi. Perinçek, 1991 yılında bir seminer vermek için, Paris'e gelmişti. Seminere, dinleyici olarak KAWA'dan insanlar da katılmış ve Perinçek, kendileriyle özel görüşmek istediğini iletmişti. Onlar, bu konudaki talebe; “olur” demiş ve sonrasında da görüşmüşlerdi.

Görüşmede, Perinçek; “Sizinle konuşmak istediğim mesele; PKK-KAWA ilişkisidir. Bizler Türk solu olarak, daha da güçlenmeniz için birleşmenizi istiyoruz. Size önerim, gelin PKK'ye katılın. Bu, hayırlı bir iştir ve her iki halkın da çıkarınadır,” demişti.

Kawacılar; “Bizim böyle bir düşüncemiz yok. PKK'ye katılma diye bir durumu düşünmek bile saçma,” diyerek Perinçek’i yanıtlamışlardı.

Perinçek'in bu önerisi, kendiliğinden bir öneri olmayıp Abdullah Öcalan ve sonuç olarak, Türk egemenlik sisteminin korkusunun bir sonucuydu.

KAWA Hareketi, 1990 yılında aldığı bir kararla, ülkeye dönüş yapmıştı. Avrupa ve Kürdistan’ın kuzeyinden birçok kadro, Kürdistan'ın doğu ve güney parçasına geçmiş ve örgütlü bir çalışma temposu tuturmuştu. 1991 güneydeki serhıldana katılmaları, çok yararlı işler yapmaları ve tüm alanlarda bunun yarattığı etki ve yankı, Türk egemenlik sistemini korkutmuştu.

Bunun önünü almak için; “solcu” ve “Kürtçü”sünü harekete geçirmişti. Her ne pahasına olursa olsun, KAWA Hareketinin önünü kesmeyi planlıyorlardı. Bir taraftan fiziki olarak yönelme, diğerinde de ajan sokma, yanı sıra PKK'ye katılımını sağlama çabalarını da eksiltmeden sürdürdüler. Perinçek'in getirdiği teklif, Kawacılar tarafından red edilince; Abdullah Öcalan, bu kez Celal Talabani'yi devreye koydu. Talabani vasıtasıyla; “Arkadaşlara selam söyle. Kendilerini devrimci görüyorum. Kendimize yakın görüyor ve konuşmak istiyorum. Beni ziyaret ederlerse devrimin yararına olur,” demişti.

Talabani, birkaç kez; Abdullah Öcalan'ın bu mesajını Kawacılara getirdi. Her defasında da kabul görülmedi. Bunun üzerine, 1992 yılında “çözümlemeler” adını verdiği paçavrasında; “Kawacılar görüldüğü yerde yakalanmalı, sorgulanmalı ve beraberinde infaz uygulanmalıdır…” diyor ve bu talimatı tetikçilerine iletiyordu. Bu belirlemesiyle birlikte, bir başka planı daha devreye koyuyordu. Bu her iki taktiğini de sürekli gündemde tuttu.

1992 yılında, DEP milletvekilerinden oluşan bir heyet, Hewler'e gelmişti. Güneyli güçlerle temaslarının yanı sıra, Abdullah Öcalan'ın kendilerine verdiği görev gereği; PKK ile KAWA Hareketi arasında aracı kılınmışlardı. Bu aracılığı da, YNK üzerinden yürüttüler. Aradaki elçilerin çabası sonucu, Hewler'de bir otel binasında görüşme sağlandı.

PKK adına, Tekin Kızılay ve yanında, hiç konuşmayan ve sürekli dinlemeye çekilen birisi bulunuyordu. KAWA Hareketi adına, Mehmet Müfit ve ben gitmiştik.

Her iki temsilci örgütlerinin yaklaşımını dile getirdiler. Tekin Kızılay; “Yakında Kürd Ulusal Cephesi çalışması başlayacak. İlk etapta sizinle görüşmek istedik. Serok Apo, sizinle görüşmek istiyor. Kendisini ziyaret ederseniz iyi olur,” dedi.

Mehmet Müfit; “Kürd Ulusal Cephesi çalışması olumlu ama bu nasıl olacak? Siz tüm Kürd milli hareketlerini Türk Genelkurmay’ın uzantısı olarak ilan ediyorsunuz. Bu konuda özeleştiri yapın. Kamuoyuna sunun, samimiyetinize inanalım. Bu olmadığı sürece Abdullah Öcalan ile görüşmemiz mümkün değildir,” dedi.

Bu görüşmeler tazeliğini korurken; Abdullah Öcalan, KAWA kadrolarına karşı tetikçilerini harekete geçirmişti bile. Azad ismindeki Güney’li biri; bilgi toplamak için, Dola Şewri'deki KAWA Hareketinin askeri kampına gönderilmişti. Kawacılar, bunun farkındaydı ve ona göre de tedbirlerini almışlardı. Günlerden bir gün; aynı kişi, yanında sakallı biri ile gelmiş ve misafir odasına alınmışlardı. Dışarıda da gereken tedbirler alınmıştı. Sakallı, ikide bir tuvalet ihtiyacını bahane ederek dışarıya gidip geliyor ve alınan tedbirleri de görüyordu.

Sohbet esnasında güneyli, bana belimdeki silahı işaret ederek; “Silaha merakım var. Silahına bakabilir miyim?” deyince, ben; “Merak edilecek bir şey yok. Bildiğin gibi tabanca. Kusura bakma, adetim değildir, silahımı kimseye vermem,” demiştim.

Güneyli, sürekli konuşuyor ve yanında getirdiği sakallı ise, suskunluğunu sürdürüyordu. Bu durum, dikkatimden kaçmadı. Onu konuşmaya çekmek için, ona doğru bakarak sık sık soru sordum. Fakat çok uğraşmama rağmen sakallıyı konuşturamadım. Her sorulan soruya; o, ya başını sallıyor, ya da güneyli devreye girerek savuşturuyordu. Bir anormalliğin olduğu aşikardı, ama tutuklayıp işkence edecek halimiz de yoktu..!

Akşam yemeği masaya konulduğunda, sakallı; “Namaz vakti. Buyrun başlayın, ben size kavuşurum,” dedi. Arkamıza geçip, namaz vaziyetini aldı. Gerçekten inanarak mı bunu yaptı, yoksa başka bir niyeti mi vardı, bunu anlamak mümkün değildi o an. Fakat ne olur ne olmaz hesabıyla yerimden kalkarak, öksürükle dışarı çıktım. Kimseye herhangi bir şey çaktırmadan, iki silahlı arkadaşıma durumu anlattım. “İçeri girin ve hiçbir şey yokmuş gibi bir kenarda bekleyin, sakallıyı gözetleyin. En ufak bir yanlış yapması durumunda, afetmeyin..!” dedim.

Önce iki silahlı ve akabinde, kısa bir müddet sonra içeri girdim. Sakallı’yı görebileceği bir yere oturdum. Düşünülen olumsuz durum doğmadı, ama kuşkularımdan da haksız değildim. Yemekten hemen sonra; “işimiz var,” diyerek, kamptan ivedilikle ayrıldılar. Peşmergelerimiz, anayola kadar eşlik etti onlara. Yola vardıklarında, PKK’li küçük Mahir'in de aralarında olduğu, beş kişinin bir taksi ile hızla geçtiğini gördüler. Bu da, bir tesadüf müydü acaba, diye düşünmeden de edemedim.

Güneyli Azad, daha sonraları da peşimizdeydi. Aso Zagrosi, bir grup peşmerge ile görev gereği Süleymaniye'ye gitmişti. Aynı otobüse, güneyli Azad ta biner ve Aso, pek yüz vermese de; o, yalakalık eder ve yüzsüzce sorularını sorar durur. Gerçi hiçbir sorunun cevabını alamaz, ama Süleymaniye'de Aso nereye gidiyor ise, o da uzaktan takip eder. Aso; bu durumu farkettiğinden, tedbirli davranır.

Bunlar olup biterken; Duhok'ta, Kawacılara ait arabanın altına bomba konarak, havaya uçurma girişiminde bulunulur. Araba makarın önünde ve bomba zaman ayarlıdır. Bomba patlamadan, tesadüf bu ya; arabayla çarşıya gidilir ve araba hareket ettikten beş dakika sonra bomba patlar ve yer yerinden oynar. Mevsim yazdı. Akşam üzeriydi, karanlık basmıştı. İçerisi sıcak olduğundan; dama çıkıp volta atıyordum. Bombanın patlamasıyla, refleks olarak kendimi yüzükoyun yere attım, mermiyi silahıma sürdüm.

Patlamadan sonra kısa bir süreliğine, ortalığı bir sessizlik kapladı. Yüzükoyun sürüne sürüne merdivene varıp, aşağı indim. Makarda olanlar, bahçeye çıkarak siper almışlardı. Bir müddet sonra makarın olduğu sokak; ana-baba gününe dönmüştü. Herkes, evinin önüne çıkmış ve olayı konuşuyordu.

Sonrasında, Duhok emniyetinden bir ekip makara gelmiş, gereken bilgiyi alarak gerisin geri gitmişti. Araştırmalar neticesinde herhangi bir delil bulunulamadı, ama Emniyetin görüşü, PKK'lilerin yaptığı yönündeydi. Çünkü, daha önceleri yakaladıkları bir PKK'linin üzerinde, KAWA Hareketine ait makarın değişik cephelerinden çekilmiş resimler bulunmuştu. Ve bu konuda da uyarılmıştık. Anlaşılan Türk egemenlik sisteminin yapamadığını, Abdullah Öcalan’ın örgütü yapmaya çalışıyordu.

PKK ile Hewler’de görüşmemizden sonra bir baktık PSK'nin lideri Kemal Burkay, Türkiye KDP'nin lideri Hemreş Reşo, Rızgari'nin liderlerinden Ruşen Aslan, KUK lideri Dara Bekaa’da Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmişler. Protokoller imzalanmış. Kürd Ulusal Cephesi’nin kurulacağı yönünde dünya kamuoyuna açıklamalar yapılmıştı. Akabinde tüm Kürd örgütlerine çağrı yapıldı. Ben kişi olarak bunun yürümeyeceği anlayışındaydım. Her ne kadar dışarıya karşı örgüt düşüncesini savunsam da örgüt içinde katılmamızın gereği yok diyordum. Fakat MK çoğunluğu tersi düşüncedeydi. Sonuçta cephe çalışmalarına katılındı. Kısa bir süre sonra bir el araya girdi. Sözde ilan edilecekten iş sessizliğe sevkedildi. Böyle bir çalışma oldu mu, olmadı mı kimse tartışmadı bile. Abdullah Öcalan bir kez daha Kürd örgütleriyle oynamıştı. Kürd ötgütleri bunun nedenini anlamak istemiyordu. Türk devletinin Abdullah Öcalan’a biçtiği misyonu anlamıyordu. Kürd millet potansiyelini tasfiye etmek için görevlendirildiğini kabullenemiyorlardı. Ona farklı misyon biçiyor, onu Kürd cephesinde görüyorlardı. Oysa, O, Türk devletinin bir projesiydi ve Kürd milli hareketini tasfiye etmek üzere görevli biriydi. Bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Kürd/Kürdistan’ı insan ve coğrafyasıyla yaktı, yıktı. Sonra efendileri çık gel deyince “çıktığı Ankara’ya geri dönüş,“ yaptı. Dönüşünden bugülere de devlete “hizmet etmek“ için kendi deyimiyle “çok büyük çalıştı.“

ABD, Abdullah Öcalan’ı boşuna Türk devletine teslim etmedi. İsteseydi gümbürtüye getirebilirdi. Kürdlerin tepkisinden dolayı bunu yapmadı. Fakat Orta Doğu’da uyguladığı projeden dolayı ayaklarına dolanacağını bildiği için de alıp sahiplerine teslim etti. Alın ne hayrınız varsa görün dercesine. PKK’lilere de şu mesajı verdiler. ABD Büyükelçisi'nin, “Abdullah Öcalan, saygı görmeye değer bir şahsiyet değildir,“ dedi. Fakat görünen odur ki; PKK bunu anlamak istemiyor. Bunu ne kadar sürdürecekleri bilinmiyor ama onu mutlaka aşacakları da kesindir. Bu kitap yazıldığı süreçte bunun emareleri ortaya çıkmıştı bile.

İnancım odur ki; Kürd PKK’si Türk PKK’sini alt edecektir. Bu kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Çünkü Türk PKK’sinin başı Abdullah Öcalan’ın sokağa salınmasıyla birlikte sömürgeci devletlerin elinin altında KUKM’ne karşı kullanılan bir hareket oldu. Başta TC devleti tarafından KUKM’ne karşı kullanmak için kurullan bir örgütlenme oldu. Daha sonra Orta Doğu’ya açılmasıyla Kürdistan’i egemenliğinde bulunduran diğer üç devletin de KUKM’ne karşı kullandığı bir güç haline dönüştü.

Dört sömürgeci devletin Abdullah Öcalan sistemini, KUKM’ne karşı kullanması PKK’nin varediliş nedeni oldu. Zaman zaman dört sömürgeci devlet, PKK’yi birbirlerine karşı kullansalar da esas olarak Kürd milletine karşı kullanmak ortak yaklaşımları oldu. PKK de bu konuda üstüne düşeni fazlasıyla yaptı.

Abdullah Öcalan sistemi, mücadele tarihi buyuncu daima sömürgeci devletler hakkında olumlu bir hava estirdi. KUKM’ni veren Kürdistanlı politik güçler hakkında en olumsuz sıfatlar kullanırken, bir o kadar da sömürgeci devletler hakkında da olumlu sıfatlar kullandı. Abdullah Öcalan’ın başında olduğu Türk PKK’si, Kürdistanlı yurtsever politik güçlerden kendisini daima uzak tuttu. Onlara karşı daima düşmanca bir yaklaşımın ve yaptırımın sahibi oldu. Buna karşın sömürgeci devletlere olumluluklar yükledi ve onlarla her düzeyde ilişki geliştirdi. Onların gücünü arkalayarak KUKM’ni veren Kürdistan yurtsever harekete karşı savaştı.

Sömürgeci devletler hakkında söyledikleri Türk PKK’sini tanımak için yeterli derecede açık ve nettir. Sömürgeci yönetimlerle girdiği ilişkiler gereği bu devletlerin egemenliğindeki Kürd halkını mevcut yönetimleri desteklemeye yöneltme görevini üstlendi. Kürdistan halkının kendi haklarını almak için örgütlenmesi ve mücadele etmesini değil; Irak, İran ve Suriye devlet yönetimlerini desteklemeye yöneltti. Bunu “emperyalizme ve siyonizme karşı,” adı altında yaptı. Bunun en bariz örnegi Türk PKK’si-Suriye ilişkileri sonucu yapılanlardır. Türk PKK’si, Suriye muharabatıyla el birliği içinde bu parçadaki Kürdlerin tüm dinamiklerini yok etmeye çalıştı. Bu kunuda büyük bir tahribat yarattı.

Türk PKK’si, Suriye yönetimine o kadar güven verdi ki, Suriye yönetimi, kendi denetimindeki Kürdlere siyasi komiser tayin etti. Kendilerine bir görev verildi. Ne pahasına olursa olsun Kürdlerin varolan yurtsever dinamikleri yok edilmeliydi. Bu iş için kendilerine her yönteme başvurma hakkı tanındı. Daha evvel TC devleti tarafından kendilerine kavratılan yöntemleri Suriye muharabatından ögrendiği yöntemlerle birleştirerek Kürd milli dinamiklerine yönelerek büyük tahrifatta yol açtı.

Türk PKK’si, Kürdistan’ı sömürgelestiren devletlerle girdigi ilişkiler sonucu kendilerine üslendirilen görevini çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Türk, Arap ve Acem milliyetçiliğinin bir maşası olup çıkmıştır. Kürd millet dinamiklerini bu güçlerin çıkarına uygun olarak tüketmeye çalışmıştır. Sömürgeci devletlerin İsrail ile varolan çıkar çatışmasında Kürdleri İsrail’e karşı kullanmıştır. Kürdistan halkının hiç te görevi olmayan “siyonizme karşı,” adı altında Arap Türk ve Acem gericiliğinin yanında yer alınmıştır. Türk PKK’si veya “Apocu” harekete üstlendirilen bu rol, onlarda Kürdistan halkına üstlendirmeye çalışmışlardır. Bu konumuyla Türk PKK’si, Irak, İran ve Suriye devletlerinin İsrail’e karşı mücadelede yedek bir güç konumuna düşmüştür.

Bu yaklaşım Kürd millet çıkarlarına değildir. İsrail’e karşı mücadele etmek Kürdlerin işi değildir. İsrail-Arap, İsrail-İran, İsrail-Türkler arasındaki savaşta Kürdlere dayatılan Türk, Arap ve İran gericilerini destekleme görevi Kürd millet çıkarlarına değildir. Eğer bu güçler arasında bir tercih yapma zorunluluğu varsa, Kürdlerin tercihi İsrail’i desteklemekten yana olmalıdır. Kürd millet çıkarları bunu gerektirir. Bu iş te Kürd PKK’sinin omuzlarındadır. Başaracaklarına inancımı koruyorum.

Abdullah Öcalan sistemi başından beri TC devleti ile danışıklı olarak Kürdlere karşı savaştı. Kimi bunu dile getirdi, kimi de “komplo teorileri“ne yordu. Yaşanan süreçte Kürd/Kürdistan insan ve coğrafyasıyla büyük bir tahrifata uğratıldı. Bunlar sanki basit birer gelişmenin sonucu olarak sunuldu. Hatta sordukları basit sorularla sanki çok derinlikli teoriler sunuyorlar havasına girildi.

TC devleti tarafından Abdullah Öcalan’ın sahaya sürülmesiyle olan biten açık ve nettir. Ortaya çıkan belge ve anlatımlar kimsenin inkar edemiyeceği kadar inkara gelmez. TC devleti, Öcalan'ı eğitti. Kendisine bir sistem kurdurttu. Maddi ve manevi olarak yardım etti. Plazlandırdı, Kürd milletinin kökünü kazımak için sokağa salındı. Çok yol aldığı ortadadır. Yaşanan süreçte kazanımlar ve kayıplar olsa da Kürdistan tabiatı ve insanıyla büyük tahribatlara uğrasa da, yanı sıra Kürd milli potansiyeli de açığa çıktı. Olumlu olan budur. Bu, büyük bir kazanımdır. Bu potansiyelin kendi önderliğine kavuşacağına inanıyorum. Bu nedenle de bu durum desteklenmelidir. Türk egemenlik sistemi Kürd milli potansiyelini tasfiye etmek için Abdullah Öcalan’a bir örgüt kurdu. Büyük tahribatlara yol açtı ama Kürd milli potansiyelini bitiremedi. Çünkü her ne kadar Abdullah Öcalan ve ekibi kendilerine üslendirilen rolü oynasalarda PKK içinde yurtsever bir kadro yapılanması ve onların örgütlediği geniş yurtsever bir kitle vardı. Öcalan ekibi ve devletle beraber her ne kadar bunların önünü almaya çalıştıysada büsbütün olarak bunları tasfiye edemedi. Bugünde bu iki ekibin mücadelesi sürmektedir.

Abdullah Öcalan sisteminin kalkış noktaları belliydi; “Ajanlaşmış yapı ve bireylere karşı şiddetle yönelme,“ yaklaşımı amentüleri olmuştur. Sayısını unutuğumuz sayısız Kürd aydın, siyasetçi ve halktan insan öldürüldü. Kazara sahiplenemeyecekler olduğunda da “heval kurşuna adres sorulmaz,“ denilerek yurtseverlerle dalga geçildi. Bu teori ve pratikle arkalarında harap edilmiş bir ülke ve halk bıraktılar. Bu, bir plan çerçevesinde gerçekleştirildi.

Abdullah Öcalan sistemiyle onbinlerce Kürd yurtseveri imha edildi. Kürdistan'da meçhule yazılan sayısız cinayet işlendi. Tamamı Kürd yurtseveriydi. Bir amaç için bu cinayetler işleniliyordu. Cinayetleri ister devletin resmi güçleri, ister Hizbullah, ister ismi başka olan bir örgüt işlesin, amaç halkı Apocu sisteme yönlendirmekti. Arkasından da onları yok ettirmekti. Bunun en bariz örneği; 1992 yılında Türk ordusunun sınır ötesi operasyonu ile 4000-5000 arasında Kürd gencinin öldürülmesidir. Devletin ve Apocu sistemin ortak bir operasyonu idi. Türk ordusu saldırıya geçince sahadaki PKK komutanları çekilmeyi önerirken, Abdullah Öcalan, cephe savaşı verin emrini vermişti. Güç dengelerine bakılırsa verilecek cephe savaşının sonucu korkunç bir katliama sebebiyet vermiştir. Abdullah Öcalan, sonradan her ne kadar bu emri vermedim dediyse de, kayıpların hesabını kadrolardan, komutanlardan sorduysa da; kayıpların tek sorumlusu kendisiydi.

Düşünebiliyor musunuz? Bu kadroları seçip atayan Abdullah Öcalan'dır. Eylem emrini veren de, kendisidir. Olumluluklar olduğu zaman onun hanesine yazılır. Olumsuzluklar ise diğerlerinin. İş bununla da, bitmez. Gelişen olumsuzluğa neden olarak gösterilenler “hainlikle” suçlanır ve infaz edilir. Apocu sistemin Merkez kadrolarının ezici çoğunluğu bu yol ile infaz edilmiştir. Kimse bu niye böyle oluyor diye sormamıştır. Soranlar da, cevap alamadıkları gibi bunu hayatlarıyla ödemişlerdir. Bunun bir başka örneği “Hendek Savaşları”nda baş gösterdi. Binlerce insan diri diri hendeklere gömüldü.

Yalçın Küçük'ün iddiasına göre bu program 1969 yılında kodlanmıştır. “Kürd Kemalist Hareketi“ (Partiya Kurdun Kemalist) yani PKK kurulmuştur. Başına Abdullah Öcalan getirtilmiştir. Kendisine kurdurtulan sisteme binlerce Kürd yurtseveri katılmıştır. Kimi hala farkında değildir. Farkında olanlar şu veya bu şekilde bınkevir (Tas altı) edilmiştir. Bu, bir Kürdkıran hareketidir. Bu programın sonucu katledilen Kürdlerin sayısı yüzbine ulaşmıştır.

TC devleti tarafından sokağa salınan, desteklenen, palazlandırılarak Kürd halkının kökünü kazımakla memur kılınan Abdullah Öcalan'ın kurduğu sistem içinde teker teker veya grup halinde Kürd aydın, siyasetçi ve halktan insanları yok edilmesi operasyonudur. “Özgürlük hareketi“ denilen Abdullah Öcalan sisteminde iç infazlar sonucu kendi deyişleriyle, 15 bin Kürd genci öldürüldü. Sahi dünyanın neresinde kendine özgürlük hareketi diyen bir örgütün kendi içinde 15 bin insan katlettiğini? Dünyada bunun bir örneği var mıdır? Abdullah Öcalan sistemi durup durupken ortaya çıkmadı. Dünya süper güçlerin, Türk egemenlik sistemin ortaklaşa Kürd milli hareketini boğmak için bir projesi olarak planlandı.

Kürd milleti kendini korumak ve geleceğe taşımak için varoluşundan beri mücadele ediyor. Bu uğurda ağır bedellerde ödedi. Bugüne kadar kendilerini korudu ama ülkelerini işgalden kurtaramadılar. Gasp edilen egemenliğini elde edemediler. Bunun için bugünde mücadeleye devam etmektedirler. Bugüne kadar Kürdistan’ı işgal eden devletlerle savaştılar. Kürdler işgalcilerine karşı mücadele ederken doğu ve batılı tiranları işgalcilerin yanı başında gördüler. Bu nedenle Kürdler kaybettiler. Kuşkusuz Kürdler tek başına tüm dünya egemen güçleri yenemezdi. Dünya egemen güçlerin bu Kürd düşmanlığının nedenleri üzerinde çok düşündüm. Niye dünyanın tüm tiranları Kürdlere karşı işgalcileri destekliyor diye. Kendimi bile bu konuda ikna edecek esas bir neden bulamadım.

Bu konuda akla yatkın bir veri bulan Kürd var mı bilmiyorum. Fakat Kürd siyasetçi ve aydınları birçok neden sayıyorlar. Kuşkusuz sayılanlar birer neden ama bunlar esasa ilişkin değildir. Ki; saydıkları herkesin bildikleri. Sayılan nedenlerden biri Hıristiyan dünyasının Selahaddin-i Eyyubi’nin torunlarından aldığı intikam olduğu şeklindedir. Kuşkusuz Hıristiyan dünyasının böylesi bir politikası olabilir. Fakat Kürdlere saldıran sadece Hıristiyan dünyası değil ki. İslam dünyasıda düşmanlık etmiş, etmektedir. Bunlardan öte Hıristiyanlık ve islam olmadanda Kürdlere yönelik yok etme politikası vardır. Deyim yerindeyse doğu ve batı tiranların hemen hepsi.

Sayılan ikinci neden; Kürdlerin işgal ettiği coğrafyanın stratejik öneme haiz olması, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklara sahip oluşudur. Bu bir etken olsa da bu konuma sahip sayısız millet ve ülke var. Hiçbiri Kürdler kadar kimsenin ortak hedef tahtası olmamıştır. Kendi milli devletlerini kurmaları için mücadeleleri Kürdler gibi engellenmemiştir. Demek ki; bu sayılan nedenler esas değildir. Peki esas olan nedir denilirse benimde bulmaya çalıştığım budur.

Bildiğim kadarıyla Kürdlerin şu an vatan eylediği coğrafyada tarihten beri yaşadıklarıdır. Medeniyetin tohumlarının bu coğrafyada atıldığıdır. Fakat yaratılan değerin büsbütünü çalınmıştır. Alınıp götürülmüştür. Bazıları açıklansa da çoğu mahzenlerde kasalarda hala saklanmaktadır. Bunun Kürdler ile boyutu nedir bilmiyoruz. Devletimiz, kurumlarımız olsaydı, kendi tarihimizi ortaya çıkarabilseydik belki yüzyıllardır süren Kürd soykırımları dahil Kürdlere yönelik tüm trajedilerinin nedenlerini de öğrenmiş olurduk. Bu özelikle engellenmektedir. Bağımsız bir Kürdistan’ın bugüne kadar kurulamaması Kürd siyasal hareketlerin zaaflarından kaynaklansada esas nedeni bu değildir. Esas neden doğu ve batılı güçlü devletlerin istememelerinden kaynaklanmaktadır. Kürd milleti bağımsız olmak için çok mücadele etti. Fakat zafere ulaşamadı.Her mücadele ettiklerinde, mücadelenin her safhasında dünya egemen güçleri, yerel sömürgecilerimiz ve iç ihanet tarafından biçildiler. Bunun en bariz iki örneği yakın tarihimizde yaşandı. İlki Kürdistan’ın doğusunda İran-PDK’nin tasfiye edilmesi operasyonudur. NATO’nun bir operasyonudur. 1967-1968 tarihinde İran’ın desteği ve Barzanilerin tetikçilik yapmasıyla İran-PDK’nin yüzlerce önder, kadro ve taraftarlarının katledilmesidir.

İkincisi, yine bir NATO operasyonu olup Saitler ve arkadaşlarının katledilmesidir. Burada da Barzaniler yine tetikçi olarak kullanılmıştır. Saitlerin bir komplo sonucu katledilmesiyle Kürdistan’ın kuzeyinde doğan boşluğu NATO ve Türk devletinin ortak bir projesiyle Abdullah Öcalan sahaya indirildi. Onun şahsınsa “Apoculuk” yaratıldı. Öcalan’ın kendi değimiyle, “Paraysa para, kadınsa kadın, entekletüel birikimse o” kendisine sunuldu. Kürd kitlelerini etkilemek için kendisine yol verildi. Bağımsız Kürdistan’ın kurulması ve bunun silahlı mücadele ile olacağı tezi kendisine savunduruldu. Silaha baş vuruldu. Vurdukça kitleleşti. Ne kadar Kürd milli potansiyeli varsa onu etrafında örgütledi. Diğer siyasi güçler adım adım tasfiye edilirken Apoculuk bir korku imparatorluğu olarak doğdu. Kürdler üstünde hakimiyet kurulunca artık bağımsızlık rafa kandırılabilirdi. Bunun teorisi yapıldı. Kürdistan’ın bağımsızlığı yerine Türk devletinin demokratikleştirilmesi tezi monte edildi. “Ortak vatan,” “Ortak yaşam,” ve “Türkiyeleşme” politikasını egemen kılma süreci başladı. Bu politikalarla Kürd milli bilincinde büyük kırılmalara neden oldu. Kürd milli mücadelesine büyük zararlar verildi.

Fakat bu politika tutmuyor. Halk nezdinde karşılığı yoktur. PKK çevrelerinde büyük hoşnutsuzluklara yol açmış bulunmaktadır. Kuşkusuz bir örgütlülüğe dönüşmese de Türk PKK’si ile Kürd PKK’sinin kıyasıya bir mücadelesi sürmektedir. Bir kanat Abdullah Öcalan’ın başını çektiği Türkileşmeyi savunmakta, diğeri ise bağımsız bir Kürdistan’ı savunan kanattır. Bu kanat bir örgütlülüğe dönüşmese de kitleler içinde bunun yoğun propagandasını etmektedirler. Bu mücadelede kim mi kazanacak? Zorlu olsa da bu mücadelenin kazananı bağımsızlığı savunanlar olacaktır. Kürdlerin zafere gitmesi bu kanatın başarısına bağlıdır.

Burada şunun altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum. Kürd milli mücadelesini denetim altına alınması için sömürgecilerimiz kendi adlarına sahte Kürdçülere yol verdiler. Bunların başında Barzanicilik ve Apoculuk gelmektedir. Bu ikisi Kürd milli mücadelesi önünde engeldirler. Bunlar tasfiye edilmeden Kürd milli hareketin önü açılamaz.

***


Siverek kongresinden sonra Malatya, Adıyaman, Maraş, Antep bölge komitesi üyesi olarak Malatya'ya yerleştim. Malatya'da, epey bir kitle kazanıldı. Kürd örgütleri içinde, sadece KAWA Hareketi’nin gözle görülür bir çalışması ve gücü vardı, diğerleri bir türlü dikiş tuturamamıştı.

Malatya'da şehir merkezinde gezmenin olanakları yoktu. Mahalleler paylaşılmış, devrimciler belli alana sıkıştırılmıştı.

KAWA Hareketi, bunu yıkmak için, azimli bir çaba harcadı. Çarşı merkezinde bir taraftarlarına ait kırtasiye dükanının bir bölümünde devrimci yayınların alınıp okunabilmesi olanakları yarattı. Malatya koşullarında bu büyük bir eylemdi. Dükkan birkaç kez saldırıya uğradı. Buna rağmen faaliyetine devam etti. Bir ihtiyaca yanıt oldu.

Sonrasında toplu olarak çarşıda gezme kararını aldılar. Bu kararın yararları yanı sıra, zararları da oldu. Kadro ve sempatizanlarının açığa çıkmasına yol açtı. Bundan vazgeçildi. Fakat bu iki olay Malatya'da devrimcilerin kendilerine güvenini artırdı.

O günlerde devlet destekli sivil faşistlerin, devrimci-demokratlara yönelik silahlı saldırıları en üst düzeye çıkmıştı. Bunu geriletmenin yolu, karşılık vermekten geçerdi. Faşistlere yönelindi ve önemli eylemler gerçekleştirildi. Faşistler arasında korku, halk ve devrimciler arasında güven yaratıldı. Devletin sivil ve askeri güçleri, artık şunu iyi anlamışlardı ki, saldırıları karşılıksız kalmayacaktı. Bu eylemleriyle KAWA Hareketi Malatya'da devrimciler tarafından ciddiye alınan örgütlerden biri haline geldi.

Kitleyle iletişim sağlamak için bir kitle derneğinin açılması kararı alındı ve gerçekleştirildi; “Malatya Tütün Ekicileri Derneği” isminde bir dernek kuruldu. Bir hayli faydası görüldü. Örgüt ile ilişki kurmak isteyenlerin baş vurdukları bir adres olmuştu. Bu dernek vasıtasıyla, önemli bir çalışmaya imza atılarak kitleye ulaşılıyordu.

Örgütün kitlesi karışıktı. Malatya özelinde onların dışındaki örgütlerin tamamının kadro ve taraftar kitlesi Alevilerden oluşuyordu. KAWA Hareketi, bu geleneği kırdı. Türkiye sol örgütleri, başka politikalarının yanı sıra; bu politikasıyla, Malatya'da kötü bir rol oynamış ve Sünni halk kesimleri, toptancı bir anlayışla karşı-devrimci ilan edilmiş ve faşistlerin kucağına itilmişti. Onlara göre; Sünnilerden, devrimci çıkmazdı. Alevi halkın gerici duygularına hitap ediyorlardı. Bu politikalarıyla Alevileri kazanıyorlardı, ama Aleviler ile Sünniler arasında var olan düşmanlık ve çelişkileri de derinleştiriyorlardı. Bu, çok tehlikeli bir durumdu.

KAWA Hareketi, bu tehlikenin KUKM açısında yarattığı olumsuzluğu, daha işin başında tespit etti. Bu durumu tersine çevirmek için elinden gelen her çabayı sarfetti. Sünni kesimden önemli kadrolar yetiştirdi ve geniş bir kitleye ulaştı. Türkiye sol örgütleri, bu durum karşısında şaşırıp kalmıştı. Düşmanca bir tutum takındılar. Hatta kitlesini onlara karşı düşmanca bir temelde eğitip konumlandırdılar. Milliyetçi olduklarını, karşı-devrime hizmet ettiklerini, kanıt olarak ta Sünnilerden oluşmasını göstermeye çalıştılar. Bu propaganda, döndü dolaştı onları vurdu. Çünkü örgüt içindeki Sünni kökenli kadro ve taraftarlar militan bir mücade vererek, kendileri hakkında yaratılan bu karşı-devrimci propagandayı yerlebir etti.

KAWA Hareketi, Malatya'da, Türkiye sol örgütleriyle bir türlü sıcak bir ilişki kurma ortamını bulamadı. Bu, onlardan kaynaklanan bir durum değildi. Türkiye sol örgütlerinin sosyal-sömürgeci karekterinden ileri geliyordu.

***

Yaşanılan dönem; örgütlü, tartışmalı, gergin ve kavgalıydı. Deyim yerindeyse karmakarışıktı. Gün yoktu ki, tartışmasız geçsin. Bir taraftan alabildiğine farklılıklar tartışılıyor, diğerinde de bölünmeler boy veriyordu gün be gün. KAWA cephesinde ve gündeminde, tam bir kaos yaşanıyordu o günlerde. Hele şu; “üç dünya teorisi” denen müsibet, tam da bir bomba gibi düşmüştü gündeme ve yankısını bulmuştu örgütün bağrında. Nasibini alan alana. Dünyanın gündemin de; kutuplaşan güçler arasında, keskin ayrışmalara ve tartışmalara yol açmıştı. Yaşanan siyasi manzara buydu.

KAWA Hareketi de, bu müsibet teoriyi kapısında bulmuştu. O dönemler Kürdistan'daydım. Bağlı olduğum MK üyesi Ali Şahindal, bu konuda kaçak oynuyordu. Oyalama taktiği uyguluyordu. Tüm zorlamamıza rağmen örgütün bu konudaki tutumunu, hangi bölgelerin, hangi kadroların kabul ve red ettiğini öğrenemiyorduk. İstanbul'a gitmekten başka çarem kalmamıştı.

Malatya il komitesini topladım. Örgütün bu konudaki tutumunu öğrenmek için, İstanbul'a gitmem gerektiğini söyledim. Bir gün sonra otobüse bindim ve ertesi gün, Topkapı Otobüs Garı’nda indim. Bir münübüse bindim ve Gedikpaşa’da inerek, yayın evinin kapısına yöneldim. Görmek istediğim Ahmet Zeki Okçuoğlu, Mahmut Fırat ve diğer birkaç arkadaşımla orada karşılaştım. Kısa bir konuşmadan sonra, örgütün; parçalanmayla yüzyüze olduğu gerçeğini daha bariz olarak gördüm.

İşlerin yolunda gitmediğini zaten biliyordum. Örgütün kuruluşundan beri, İstanbul ile Ankara grupları arasındaki çekişme zaten vardı. Bu iki grup, gerçek bir birliği yaratmanın ötesinde, kişisel çekememezliklerine kılıf uydurarak, süreci kitlemişlerdi.

O dönem, Çin ile Arnavutluk arasında baş gösteren ayrılık, dünya komünist hareketine de yansımıştı. Saflar; Çin ve Arnavutluk yanlısı olarak belirleniyordu. Çin; “üç dünya teorisi” denilen bir teoriyi ortaya atmıştı.

Bu teori, KAWA Hareketi içinde yoğun olarak tartışıldı. Teoriyi savunanlar ve rededenler şeklinde ayrıştı. Aslında işin gerçeği; İstanbul ile Ankara gruplarının ayrışımasıydı. Tabandaki ayrışma ise; önder kadrolar nerde yer aldıysa ondan yana şekillendi. Kürdistan'nın kuzeyinin güney şehirleri; “üç dünya teorisi”ni savunanlardan yana tavır alırken, kuzeydeki şehirlerde ise; “üç dünya teorisi”ni rededenler olarak netleşti. Aslında bu bile bir tezata işaret ediyordu. “Üç Dünya Teorisi”ni kabul eden taraftar kitleye bakıldığında bu kitlenin daha millici olduğu halde bu konuma düşmesi tezatın kendisiydi.

İstanbul’da bulunan tüm arkadaşlarımla görüştüm, tartıştım. Örgütün, kaçınılmaz bölünmesinin yakın olduğu bir vakaydı. Bu konuda alınması gereken tedbirleri tartıştık ve kendi aramızda görev bölümüne gittik. Kürdistan’a zaman yitirmeden tekrardan dönmeliydim. Bölgelerdeki arkadaşları uyaracak ve herhangi bir ayrışma halinde, izlenmesi gereken tavır neyse, onu iletecektim. Merkezden gelen kişilere karşı, tedbirli olacaklardı. Bölge malzemeleri, Merkez Komitesi’nin istemesi halinde verilmiyecekti. O dönem KAWA Hareketi, merkezi olarak bölgelere herhangi bir yardımda bulunmamıştı. Bölgeler, kendi imkanlarıyla bir şeyler elde etmişti.

O dönem, örgütün Merkez Komitesi’nin çoğunluğu; “üç dünya teorisi”ni savunuyordu. Bu büyük bir engeldi. Bunu nasıl aşacağımız meselesi büyük bir sorun olarak karşımızda duruyordu. Tüm ilişkilerde, doğal olarak egemen olan onlardı. Buna dayanarak, istedikleri bölge ve insanla görüşebiliyorlardı.

Bizim için bunun koşulları yoktu. Örgüt tüzüğüne göre, paralel ilişki kurmak örgütsel suçtu. Örgütü bölme suçu, karşı-devrimci olmakla eşdeğerdi. Bir bölen damgasını yememek, karşı tarafın eline bu kozu vermemek için çok dikkatli olmak zorundaydık. Bu konuyu detaylı olarak tartıştık. Bizimle birlikte tavır alabilecekleri, güven duyabilecekleri arkadaşlarımız ile uygun yer ve zamanda buluşma kararını aldık. Hangi arkadaş kimi ikna edebiliyorsa onunla ilişkiye geçecekti. Ben ve birkaç kadro, zaten bölgelerde sorumluyduk. Bu böl-gelerde, sorun zaten yaşanmazdı. Buna rağmen zaman kaybetmeden tedbir açısından bölgelere dönülmesi zorunlu hale gelmişti.

En büyük mesele güneydeki şehirlerdi. Oralarla nasıl ilişki kurulacağı meselesinde bir imkan yakalanamıyordu. Güneydeki kadroların hemen hemen hepsi; “üç dünya teorisi”ni savunuyorlardı. Bunu aşmanın çareleri tartışıldı. Güneydeki şehirler de seminerler vermeyi, Merkez Komitesi’ne kabullendirme yoluna gidilmesi sonucuna varıldı. Bu, öneri şeklinde kendilerine iletildi. Teorik olarak evet dediler, Fakat pratikte bunu boşa çıkarmak için binbir gerekçe ileri sürdüler. Öneri boşa çıkarıldı.

Sorumlu olduğum bölge ve ulaşabildiğim güvenilir arkadaşlara red edenlerin tavrını ileterek, tekrar İstanbul'a döndüm. İlişki ağım içinde olan Malatya, Adıyaman, Maraş ve Adana, istisnalar dışında tamamıyla “üç dünya teorisi”ne karşı tavır almıştı. Dersim'de de haberim vardı. Onlar da “üç dünya teorisi”ni red ediyorlardı. Bu olumlu bir durumdu.

Fakat bölgelerin istemleri vardı. Bunları, bu ortamda gidermenin imkanları yoktu. Bu durum birçok olumsuzluğa yol açabilirdi. Genel hatlarıyla bölgeler, daha fazla kadro ve silahlı mücadelenin yükseltilmesini istiyordu. Bunun için de, askeri malzeme gerekiyordu. Bir yayın organına acilen ihtiyaç olduğuna dikkat çekiliyordu. Tüm bunların da, bir an önce gerçekleşmesi isteniyordu. Mevcut merkezle bunlar zaten yapılamazdı. Örgüt içinde gruplaşmalar kesinleşmekle birlikte, henüz resmiyete börünmemişti. Bu koşullarda, bölgelerin ihtiyaçlarına yanıt verilemezdi. Bölünme gerçekleşse bile, istenilenlerin yerine getirilmesi zaman alacaktı.

Bu bilgilerle İstanbul’a iner inmez soluğu yayın evinde aldım. Gelişmelerin hiç te iyi olmadığını öğrendim. Merkez Komiteye yapmış olduğumuz bölgelerde “üç dünya teorisi”ne ilişkin seminer verme önerisi rededilmişti. Bununla da kalınmamış bazı bölgelerde malzemelere el koyma girişiminde bulunulmuştu. Üstelik sorun detaylı olarak tartışılıp, örgütün resmi görüşü haline gelmeden, “üç dünya teorisi” ruhuna uygun MK imzalı bir bildiri yayınlanmıştı. Kendilerinin etkisi dışındaki bölge sorumlularını değiştirme girişiminde de bulunulmuştu.

Bunun bizler açısından kabul edilecek bir tarafı yoktu. Gerçi bunun önlemini almıştık. Bölgelere haber verilmiş, nasıl bir tavır konulması gerektiği iletilmişti. Aldığımız bu tedbirlerden ötürü merkezin, malzemelere el koyma girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Bölgelere gönderilen bildiri dağıtılmamıştı. “Üç Dünya Teorisi”ni reddeden bölge sorumluları, merkezin onları görevden alma girişimlerini tanımıyacaklarını da söylemişlerdi.

Gerçi bunlar, örgüt tüzüğüne aykırıydı. Merkezin eline koz verilmişti. Fakat merkezin yaptıkları daha vahim bir durumdu. Örgütün görüşleriyle taban tabana zıt görüşlerin örgüt içinde tartışılmadan, sonuçlandırılmadan, yapılacak bir kongre ile resmiyet kazandırılmadan, merkez komite imzasıyla kamuoyuna yansıtılması da suçtu. Bu tür girişimler örgütün artık bölünmesinin kaçınılmaz olduğunun işaretleriydi.

Merkez Komite üyeleri kaçakları oynuyordu. Randevularına gelmiyorlardı. Aslında onlar işi çoktan bittirmişlerdi. Uzatmalar oynanılıyordu. Kimse “bir bölen” olmak istemiyordu.

Biz, örgütün parçalanmasını istemiyorduk. Bunun KUKM’ne bir yararının olduğuna inanmıyorduk. Fakat Kürdistan devriminin reddini öngören “üç dünya teorisi”ni de savunamazdık. Bu, KUKM’nin inkarı anlamına gelirdi. İntihar etmek gibi bir şeydi. Bunu yapamazdık.

Ortaya çıkan resme bakılırsa; KAWA’nın bölüneceği, artık kaçınılmaz hale gelmişti. Bu süreçte izlenmesi ve bölünme kesinleştikten sonra yapılması gerekenler enine boyuna tartışıldı. İzlenmesi gereken yol, aşağı yukarı açığa çıkmıştı. Yapılması gereken belliydi. “Üç Dünya Teorisi”ni reddeden kadroların katılacağı merkezi bir toplantının hazırlığının yapılmasıydı. Bölünme pek gecikmedi.

Bölünmede bir olumsuzluk yaşanmadı. “Üç dünya teorisi”ni kabul ve red edenler arasında hoşgörü çerçevesinde tartışılarak ayrışma sağlandı. Bu olumlu bir olguydu. Her iki tarafın önder ve kadrolarının bu konuda gösterdikleri tolerans yerindeydi.

Fakat bu bölünme ile KAWA Hareketi önemli oranda güç kaybetti. KUKM’nin öncüsü olma şansı varken bu şansını yittirdi.

İkinci Kırılma: Merkez-Muhalefet bölünmesi


KAWA Hareketi’nin “üç dünya teorisi”ni red ve kabul edenler temelinden ayrılmasıyla birlikte redçilerin önderliğini yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Mahmut Fırat ayrılacaklarını söyleyip Kawacılarla ilişkilerini kestiler. Bu durum retçi kanat için büyük bir darbeydi. Geri kalanlar bir örgütü çekip çevirecek kapaside değillerdi. Buna ne teorik-pratik, ne deney-tecrübeye sahipti, ne de karizmatik bir özelikleri vardı. Hepsi genç ve tecrübesizdiler. Dahası ön plana çıkmış kadrolar birbirlerini tanımıyordu. Ortak bir çalışma zemini yakalamak çok zor olacaktı.

KAWA Hareketi’nin “üç dünya teorisi”ni kabul ve red temelinde bölünmesinden sonra redçi kanat, İstanbul'da ileri kadrolarının katıldığı bir toplantı yaptı. Bu toplantıyı kimisi ileri kadro toplantısı, kimisi konferans, kimisi de kongre olarak tanımlar. Doğrusu konferanstır. Çünkü, seçici bir rolü olmadı. Her ne kadar bu bölünmede, redçi kanatta yer alan iki merkez komite üyesinin görevlerini sürdürmesine karar verildiyse de, yeni bir merkez seçilmedi. Bu nedenle konferans demek daha mantıklıdır.

Ayrışmanın tam olarak yaşandığı da söylenemezdi. Birçok kadro net değildi ve konumları ortadaydı. Teorik tartışmalar sürüyordu ve sürekli saf değiştirenler oluyordu. Bu nedenle yeni bir merkezin seçimi meselesi ileride yapılması öngörülen kongreye bırakıldı. Ayrışma tam olarak yaşandıktan sonra kongrenin bir an önce toplanması sonucuna varıldı.

Kongreye kadar, MK üyesi Alişer Gürgöz ve Mehmet Polat, redçi kanadı yönetecekti. Fakat bu ikili de birbirleriyle geçinemiyordu. Aralarında sağlıklı bir diyalog bir türlü oluşmuyordu. Bu da, doğal olarak büyük bir sıkıntı yaratıyordu. Ayrışma sürecinin uzayacağı da beklenilidu. Bunu gözönünde bulunduran merkezdekiler, Merkez Komite'yi genişletme sonucuna varırlar. Bu nedenle, yanlarına iki arkadaşın daha alınmasına karar verirler. İki isim üzerinde anlaşırlar; bunlardan biri Hasan Asgar Gürgöz, diğeri Hasan H. Yıldırım. Yani ben.

Bizi çağırıp konuştular. Güvene dayalı sıcak bir hava yoktu. Rahat olmayan bir atmosferde, kişi de rahat değildir. Anlatılanlar zorakidir, güvene dayalı olmadı mı dostane ilişki; ruhunda yaralı, moralde de çöküntülüsün. Böylesi bir ortamda diyalog başlamış ve resmi bir havada da son bulacağa benziyordu. Oysa her yeni şeye heyecan gerekir, şevk ve azimle sarılmayı gerektirir. Başarmak, bitmeyen bir enerjide sebattır. O olmadan başarı da olmaz.

İki kardeşten biri ki; küçüğüydü ve örgütün de merkezi komite üyesiydi, Bana dönerek; “Yoldaş” dedi. “Seni ve Hasan Asgar'ı, Merkez Komiteye almayı uygun gördük.”

Buna iki nedenden dolayı karşı çıktım.

“Benden daha birikimli ve tecrübeli arkadaş dururken benim MK'ye alınmam doğru değildir. Bu gurupta en tecrübeli, en birikimli, aklıselim, soğuk kanlı düşünen biri varsa ki, vardır ve o da, Davut Kurun'dur. Benim yerime onu alın,” dedim.

Alişer ve Hasan Asgar Gürgöz kardeşler, buna karşı çıktılar.

Alişer: ”Dediklerinden haklı olabilirsin, ama biz, o arkadaşın İstanbul’da kalması, senin de Kürdistan’da bulunman daha yararlı olur, diye düşündük.”

Olsun! O arkadaşın İstanbul'da kalması gerekiyorsa yine kalsın. Fakat bu onun Merkez Komiteye alınmasını engellemiyor. Ben ister MK’ye alınayım veya alınmayayım zaten Kürdistan'da kalmayı düşünüyorum, dedimse de, onların dinlediği yoktu. Bakın arkadaşlar, bizim gibi örgütlenmelerde, komiteler tek sayılı rakamlardan teşkil edilir. Karar alabilmek için bu şarttır. Şu an dört kişiyiz. Davut Kurun’uda alalım ve bu iş bitsin, dedim.

İki kardeş, bunu bilmelerine rağmen, onların hesabı faklıydı. Örgütü ele geçirme, babalarının çiftliği gibi at oynatmayı daha başından beri kafalarına koymuşlardı. Tüm hesapları da buna endeksliydi. Davut Kurun'u devre dışı bırakırlarsa bunu başaracaklarını sanıyorlardı.

Tartışmalar sürdükçe sürdü ve iki kardeşin niyet ve tavırlarında herhangi bir değişiklik olmasa da; örgüt içindeki ağırlığımı bildiklerinden evet demek zorunda kaldılar. Uzun süren tartışmalar sonucu Davut Kurun da MK'ye alındı. Fakat iki kardeşin niyet ve hesaplarına bakıldığında bu grubun da uzun süreli birlikte çalışamıyacağı sonucu ortaya çıkıyordu. Daha sonra; beşli Merkez Komitesinin ilk toplantısı yapılarak, görev bölümüne gidildi.

Davut Kurun, İstanbul sorumluluğunun yanı sıra yayın faaliyetinden de sorumlu kılındı. Mehmet Polat, İstanbul'da kalacak ve yayınevine bakacaktı. Alişer Ankara, Van, Hakkari, Hasan Asgar Gürgöz Diyarbakır, Urfa ve Mardin sorumluluğu alacaktı. Ben de, Adana, Antep, Adıyaman, Maraş, Malatya, Elazığ, Bingöl, Erzincan, Erzurum ve Kars sorumluluğunu alacaktım.

Sorumluluk alanımda; örgüte, yukarıdan aşağıya yeniden bir çeki düzen vermek benim için zor değildi. Bu konuda epey tecrübem vardı. Bu alanda bir sorun doğmazdı. Fakat sorun başka boyuttaydı. Daha önce bazı bölgeleri gezmiş, bölgelerin istem ve ihtiyaçlarını örgüte iletmiştim. Şu an bu istem ve ihtiyaçların daha da artığından emindim. Örgütün bunları karşılaması zordu. Beni zor günler bekliyordu.

Cemil Gündoğan; yazdığı kitabında bir takım belirlemelerde bulunur. Her ne kadar yazdığı sözkonusu kitabında; “sonradan merkez komitesi üyeliğine atanan üyeler, asıl merkez komite üyeleri tarafından tekrar merkez komitesi üyeliklerinden çıkarıldılar,” dese de, bu doğru değildir. Cemil, birçok şeyi tersten sunduğu gibi, bunu da tersten sunmuştur. Bununla neyi amaçlamaya çalıştığı ise onun kişiliği ile ilgili bir sorundur. Öyle bir olay yaşanmadı, ama Gürgöz kardeşlerin bildiğini okudukları doğrudur. Oluşan MK uyumlu çalışmasa da KAWA Hareketi’ni 2. Kongre’ye kadar yönetti.

***


İstanbul Selimiye kışlasından çıkarılan silahların, Kava dergisi yazıişleri müdürü Mehmet Müfit’in evinde yakalanmasıyla, yayınevi sahibi ve aynı zamanda MK üyesi güneyli muhtar olarak bilinen Mehmet Polat, aranır duruma düştü. Sonrasında; Alişer ve Hasan Asgar Gürgöz kardeşler, onu Diyarbakır'a çağırarak öldürmek istemişlerdi. Gürgöz kardeşlerin bu çirkin planları açığa çıkınca, örgüt büsbütün bir çıkmaza girdi. Olayın duyulmasıyla örgüt içinde bir çalkantı yaşandı. Güvensizlik giderek derinleşti.

Mehmet Polat, Adana'ya yerleşerek kendisini bir eve hapsetti. O günden sonra örgüte faydasından ziyade hep zararı dokundu. Devlet tarafından aranır durumuna düşmesi ve Gürgöz kardeşler tarafından öldürülme durumu ortaya çıkınca paniğe kapıldı. Ölüm korkusu tüm iç dünyasını kapladı ve bu, öyle bir duruma geldi ki; her zaman ve herkes tarafından öldürüleceği korkusu büyüdükçe büyüdü. Örgüt faaliyetinden elini ayağını çekti. Bölünme öncesi ve aşamasında, kötü bir rol oynadı.

Metin Gök'ün ölümüne sebebiyet verdiği iddiasının yaygınlık kazanmasıyla, daha da paniğe kapıldı. Her ne kadar direk verdiği bir ölüm emri olmasa da, Merkezcilerin hakkında yarattığı olumsuz hava, çevresindekilerin Merkezcilere karşı, kin ve nefretini büyüttü.

Metin Gök'ün ölümü üzerine başlatılan soruşturma kapsamında, hakkındaki iddialardan dolayı ifadesine başvuruldu. Bunun üzerine, daha çok paniğe kapıldı ve bu kez de, kendisini öldüreceğim propagandasını yaptı. Korkudan Kahta'daki hemşerilerine sığındı ve buna birkaç kişiyi de ikna etti.

Daha sonra Malatya'da yapılan kongreye de katıldı. Saçma sapan iddialarını orada da tekrarladı ve ciddiye alınmadı. Kürdistan'ın doğusuna gitmesi gerekirken, Kongre'nin bitimiyle, Suriye'ye çıktı. Orada, örgütün önder kadroları hakkında sürekli olumsuz propagandalarda bulundu. Suriye'de, örgütün ismini kullanarak kurduğu ilişkiler vasıtasıyla, Avrupa'ya çıktı. O günden sonra da örgütle ilişkisi hiç olmadı, kesildi.

***

Yeni atamalarla Merkez Komite, kendi aralarında iş bölümüne gitmişlerdi, Fakat Gürgöz kardeşler, çalışma alanlarına gitmiyordu. Ankara'da, yan gelip yattılar. Okullarına devam ettiler. Kendilerini profesyonelleştirmediler. Oysa Kürdistan'da kadro sıkıntısı yaşanmaktaydı o dönem. Bu durum, Merkez Komite toplantılarında da dile getirilerek eleştiriliyordu. Eleştiriye de gelmiyorlardı. Gürgöz kardeşler; örgütü, babalarının çifliği olarak görmek istiyordu, zora gelmiyorlardı. Çiftlik ağaları rolünü oynuyorlardı. Herkes çalışmalı, ama onlar değil ve onlara, hesap verilmeli gibi ucube bir düşüncenin sahibiydiler.

Adamların işi gücü kendilerine potansiyel rakip olarak gördükleri kadrolar hakkında, dedikodu yapmaktı. Onların dedikodularından en çok Davut Kurun nasibini aldı. Davut'u yıpratmak için ellerinden geleni esirgemediler. KAWA Hareketinin geleceğinin önderi gözü ile bakılan Adil Turan’ı döverek örgütten uzaklaştırdılar. Mehmet Polat'ı etkisizleştirdiler. Fatin Kanat’a işkence ederek bunalıma soktular. Osman Gergerli gibi sayısız kadroyu bunalıma sokarak oturmalarına yol açtılar.

Kürdistan'da, mücadele giderek yükseliyor ve KAWA Hareketi, nicel olarak alabildiğine gelişiyordu. Fakat buna bir nitellik kazandırılamıyordu. İdeolojik, örgütsel ve askeri yapısı, sahip olduğu kitlesel yapı ile bir uyumsuzluk arzediyordu. Merkez, bunlara cevap veremiyordu. Vermesi de mümkün değildi. Ne kapasite olarak buna uygundu, ne de bunun için, iradi bir çabası vardı. Her şey oluruna bırakılmış ve bu durum, bölgelerde çalışan kadro ve kitlesi üzerinde çok olumsuz etki yapıyordu. Bu, kendisini dayatınca, bunu aşmanın yolu olarak, kongreye gidildi.

Kongreye gidilirken, Gürgöz kardeşlerin önerdiği kişiler dışında, kimsenin kongreye gelmesi istenmiyordu. İki kardeş, bu konuda dayatıcıydı. Buna karşı çıkılmasına rağmen onlar, Nuh deyip peygamber demiyordu. Diğerlerinin bu konuda dayatıcı olmaları halinde ise örgütün bölünmesi kaçınılmaz hale geliyordu. Bu da, iyiye işaret değildi elbette. Kendilerine karşı çıkmayanları kongreye taşıdılar ve Kongreye katılması gereken kadrolar ise devre dışı bırakıldı. Özellikle güney şehirlerinden ve Kars bölgesinden tek bir kadro bile Kongreye çağrılmamıştı. Bir emrivaki ile kongreye gidilmiş ve bu durum, bir bölünmenin de sinyallerini verilmeye başlanmıştı.

Kongreye çağrılı olanların birkaçı dışında, hemen hemen hepsi Dersimliydi. Bu durum sert tartışmalara yol açsa da, yapılacak başka bir şey yoktu. Ya kongreyi terk etmek gerekirdi ki bu; onların işine gelirdi, ya da bu emrivakiyi kabullenmek gerekiyordu. Emrivakiye boyun eğildi. Bir ara tartışmalar sertleşince Alişer Gürgöz toplantıyı terk etti.

Toplantı Dersim'in bir köyü olan Tomayig'te başladı. Körkez köyünde bitti. Kongre, katılımcılarla yapıldı ve Dersim ekibi, Merkez Komiteyi ele geçirdi. Alişer Görgöz, Cemil Gündoğan ve Kemal Artuç Merkez Komiteye seçildiler. Hemşehrilik ve kafa kol ilişkisi karşısında kaybeden KAWA Hareketi oldu.

***


Konuyu anlaşılır kılmak için bu üçlünün bazı kişilik özeliklerini belirtmek istiyorum.

Alişer, bir gün Diyarbakır’a gider. O meşhur kürsülü kahvelerinden birine oturur. Yanında Dıyarbakırlı iki genç Kawacı vardır ve ona refakat etmektedir. Gençler; “liderimiz gelmiş, fırsat bu fırsat bize bir şeyler anlatır” diyerek heyecanlanırlar. Çaylar söylenir ve o ana kadar, Alişer'in ağzını bıçak açmaz. Aniden sesi yükselir; “bana bir çay daha söyleyin,” der. Çaylar bir daha söylenir ve o, yine iç dünyasına dalar. Gençler, boşuboşuna adamın bir iki laf etmesini beklerler. O, bir daha konuşur. Dediği, “bir çay daha söyleyin”dir. Gençlerin bu manzaradan çıkardığı sonuç; “Bizim lider, amma da büyük adamdır ha!” olur.

Bir gün de, onunla birlikte Metin Gök'ün evindeydik. Bir ara alt katta oturan öğrenci arkadaşların yanına indim. Orada, Kars sorumlusu Cemalettin Tunç ile karşılaştım. Hoşbeşten sonra, Alişer'in de yukarıda olduğunu söyledim. Birlikte yukarı çıktık.

Cemalettin; “Selam Alişer!’ dedi. Alişer; “Selam!’ dedi ama, başını kaldırmadı ve umursamaz bir tavır takındı. Suskunluk başladı ve Alişer, elindeki kitabı okumaya devam etti. Cemalettin ile sohbet etsek te; Cemalettin, Alişer'in bu sessizliğinden rahatsız oldu.

“Dergo, kusura bakma, ben aşağı iniyorum,” dedi ve indi.

O gittikten sonra, ben; “Alişer, yaptığını beğendin mi şimdi?’ dedim.

Alişer, kitaptan başını kaldırmadan; “Ne yaptım ki?’ dedi.

“Sorun ne yaptığın değil, ne yapmadığındır.”

Alişer; “Ne yapmam gerekiyordu ki?’ dedi, yeniden.

“Arkadaşı ne zamandan beri görmemişsin?’ dedim.

Alişer; “6 aydan beridir,” dedi yanıtında.

“Peki, bir şeyler söyleyemez miydin?’ dediğimde, O; “Ne söylemem gerekiyordu ki!?” dedi.

Ve ben oldukça gergin bir tarzda; “Bir şey bilmiyorsan bile, en aşağı Kars'ta havalar nasıl diye sorabilirdin,” dedim demesine ama; Alişer, cevap vermediği gibi, yine kitabın derinliklerine dalmıştı. Ben de bu durumdan rahatsızlık duydum ve aşağı indim. İşte bizim kendine sevdalı liderimiz, böylesine biriydi. Bu olumsuzluklarına rağmen Alişer’de önderlik özelikleri vardı. Kendini devrime verseydi bu rolü oynayabilirdi. Fakat O, bunu değil, Ankara’da kalarak okul okumayı tercih etti. Bu da onu siyasi olarak boşa çıkardı.

***


Büyük biraderi Hasan Asgar, hoş sohbetli biriydi. Bu konuda Alişer'e benzemezdi. Ama, sadece bu konuda. Diğer konular da, bir elmanın yarısı gibiydiler. Deyim yerindeyse, tam bir hasta kişilik karekter sahipleriydi. Burunlarından kıl aldırmıyan tiplerdi. Bireysellikleri etrafa saçılmaktaydı. Kişisel çıkarları için satmayacakları hiçbir değer yargısı olmayan kişiliklerdi... Alişer, 12 Eylül 1980 askeri darbe sonrası; Avrupa'ya çıktı, kısa bir çabadan sonra mücadeleyi bıraktı. Hasan yakalandı. 15 sene yatıktan sonra tahliye oldu ve yurtdışına çıktı. Şu an İsviçre’de mültecidir ama KAWA Hareketi ile ilişkisi yoktur.

***

Kemal Artuç Ermeni kökenliydi. Bastırılmış bir kişiliği vardı. Esas meziyeti, yalancılığıydı. 5 derece gözlük takardı. Bu nedenle de kendisine; “doktor” denilirdi. Muş Devlet Üretme Çiftliği soygun olayına katılmıştı. Olayda ihmali olduğu düşünülüyordu. Bu durumun soruşturulması için tutuklu olan arkadaşlarla konuşulması gerekiyordu. Yeni seçilen Merkez Komite bunu dert etmiyordu. Bu beni rahatsız ediyordu. Kimse ilgilenmeyince tutuklu arkadaşlarla konuşmaya karar verdim. Avukat Hüseyin Yıldırım ile konuştum. Arkadaşları ziyaret etmek istiyorum dedim. Avukat, “Cezaevinde görüşemezsin. Ancak akraba bağı olanlar görüşebilir. Ama yakında Bahoz Şavata’nın mahkemesi var. Seni salona sokarım. Belki konuşma ortamı doğabilir” dedi.

Bende olur dedim. Avukat beni “arkadaşımdır” diyerek mahkeme salonuna sokabildi. Bahoz Şavata’yı getirdiler. Yerine oturunca yanına yaklaştım. Başındaki subay sertçe “konuşma yasak” dedi, aramıza girdi ve beni uzaklaştırdı.

Bir müddet sonra Bedri Yolcu, Malatya kapalı cezaevine getirildi. Ziyaretine gittim. Bedri çok kızdı. “Senin burada ne işin var. Biz ve buralar kontrol altında. Bir daha gelme” dedi. Artık olan olmuştu. Görüşme süresi sınırlı. Sorumu sordum. Kemal Artuç’un, “Arkadaşların arabası önde gidiyordu. Biz Bingöl yol ayırımına geldiğimizde kimse yoktu. Yalnız kum torbaları ve çam kırıkları vardı. Arkadaşlara ne oldu bilmiyorum” diyor. Sen ne diyorsun diye sordum.

Bedri Yolcu, “Biliyorsun gitmeden önce konuşmuştuk. Kemal’lin bindiği araba önde gitmesi gerekiyordu. Silahların içinde olduğu araba ise onu takip edecekti. Bir olumsuzluk halinde bizi uyaracaktı. Fakat biz yola çıktıktan sonra Bahoz Şavata gaza basıp diğer arabayı geçti. Hüseyin müdahale etmedi, sesiz kaldı. Ben kendisini uyardım ama beni dinlemedi. Bu konuda Kemal’in bir suçu yoktur. Suç bizimkinin.

Bildiğin gibi gidip polis barikatına tosladık. Çatışma çıktı. Bahoz Şavata kaçmayı başardı. Hüseyin Şen yaralandı. Polis onunla ilgilendi. Beni polis arabasına koydular. O sırada eyvah Kemal onlar da yakalanacaklar diye düşünürken onların arabası da yanaştı. Durmak istediler ama polis onları durdurmadı, geç dedi. Onlar da geçip gittiler. Bende ohhh arkadaşlar kurtuldu hiç olmasa ve derin bir nefes aldım” dedi.

Evet planlamada Kemal Artuç’un bir suçu olmadığı ortaya çıktı. Fakat Kemal olayı niye doğrusunu anlatmadı sorusu gümdemde tutuldu. Oysa doğruyu anlatabilirdi. Niye işi yalana bindirdi anlaşılacak bir durum değildir. Bunu 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası yakalanıp Adana Kapalı cezaevinde karşılaştığımızda kendisine sordum. Cevap vermedi. Sesiz kaldı.

Bu durum açığa çıkarılmadan Gürgöz kardeşlerin çabasıyla Kemal Artuç Merkez Komite'ye seçtirildi. O günden sonra da, onların kuklalığında kusur etmedi. Gürgöz kardeşler tarafından çok kötü kullanıldı. Onların ayakçı propagandacısı olup çıktı. O, bu çirkin görevi ifşa ettikçe, hareket içinde varolan kredisini de tüketti.

Muhalefet kanadı, ona şüpheli bakıyordu. Muş Devlet Üretme Çiftliği soygununa katılanların onun hakkında poliste verdiği ifadelere rağmen, polisin onu yakalamıyordu. Bu nedenle Muhalefet kanadının ona güveni kalmamıştı. Ayrılıktan sonra da, merkez kanat tarafından; şüphelidir diye göz hapsine alındı ve başına da, Merkez Komite üyesi Kambur lakaplı Kemal Gültekin diktirildi. Daha sonra; yakalandı, yargılandı, müebet hapse mahkum edildi. İçeride yaptırımlara uydu. Adana kapalı cezaevinde idarenin hazırladığı; “bundan sonra devrimcilik yapmayacağıma dair söz veriyorum,” yazılı metni imzaladı. 15 yıl yatıktan sonra serbest kaldı. Bir süreliğine hareketle birlikte çalıştı. Sonra Avrupa'ya çıktı. Örgütle ilişkisini kesti.

***


MK görev bölümüyle birlikte bazı pratik kararlar da aldılar. Örgüt parasızlık çekiyordu. Paraya ve silaha acil ihtiyaç vardı. Dersim, Elazığ, Erzincan, Bingöl ve Muş bölge komitesinin bir bilgi notu vardı.

Muş Devlet Üretme Çiftliği’nin silah deposunda, epeyce silahın olduğu yazılmış ve bunlara el koymanın da mümkün olduğu eklenmişti. Durum; daha önce bölge komitesinde tartışılmış, tüm hazır-lıklar da yapılmıştı. İki eylemcinin hazır olduğu, iki eylemciye daha ihtiyaç duyduklarını, merkezin evet demesi ve kendilerine iki eylemci göndermeleri halinde, eylemi yapabilecekleri bilgisi de eklenmişti. Merkez Komite, bunu değerlendirdi ve yapılmasında karar kıldı. Diğer iki eylemci Bedri Yolcu ve Bahoz Şavata ve eylem tarihi 21 Mart 1979 öncesi olarak belirlendi.

Bu karar alırken Davut Kurun’da MK üyesiydi. Hiç te karşı çıkmadı ama 40 sene sonra yazdığı anılar kitabında “benim haberim yoktu” demektedir.

“KAWA dergisinin yazı işleri sorumluluğunu üstlenen Hüseyin Şen’e, Dersim, Elazığ, Bingöl, Erzincan bölge komite sorumluluğunu vermek, aklın kabul edeceği bir olay değildi ve benim bundan haberim yok idi. Üstelik Hüseyin Şen cezaevinden yeni çıkmıştı ve benim yakın akrabamdı. Bana bu konuda bilgi verilmemiş olması, anlaşılır gibi değildi. Üstelik Muş’ta, Devlet Üretme Çiftliği’nde silah alma eylemine göndermek ise kasıt değilse aptalıktır. Bu işe karışanlara karşı, ister kasıt, ister acemi deyin, ne olursa olsun büyük bir güvensizlik duymaya başladım.”

Şimdi buna ne demek gerekiyor? Bir şey demem gerekmiyor. O süreci birebir yaşayan arkadaşları bırakıyorum. Ki, Üç Dünyacılarla ayrışmamızdan sonra MK yeniden oluşturulurken yukarıda izah ettiğim gibi Davut Kurun’da MK’ye alındı. Bunu tüm KAWA çevresi bilir. 40 sene sonra kalkıyor “ben o dönem MK üyesi değil, İstanbul sorumlusuydum” diyor. Taman MK arasında görev bölümü yapılırken ona basın ve İstanbul sorumluluğu verildi ama MK üyesiydide. Muş Devlet Üretme Çiftliği soygun önerisi Hüseyin Şen’inde içinde yer aldığı bölge komitesinindi. Ve iki kişi hazır dedikleri kendisi ve ötekisi Kemal Artuç’tu. Bunlar biliniyordu. Diğer iki kişiyide ben ayarlarım, bunlar Bahoz Şavata ve Bedri yolcu olacak dedim. Bunlar MK’de karar altına alındı ve bu kararda Davut Kurun’unda onayı var. Şimdi kalkıyor “benim haberim yoktu” diyerek “bu işe karışanlara karşı, ister kasıt, ister acemi deyin, ne olursa olsun büyük bir güvensizlik duymaya başladım” diyerek insanları töhmet altında bırakması etik midir?

Olayın yanlışlığı elbette bugün tartışılabilir. Büyük bir hata yapıldığıda ortadadır. Ama bu hata birilerine fatura edilemez. Edilecekse bu kararı alanların tümü olmalıdır. Yanı sıra MK oluşturulurken yukarıda izah ettiğim şehitlerde MK adına sorumlu kılındım. İlişkiye geçtiğimde Hüseyin Şen söz konusu bölgenin komitesi üyesiydi. Bu komite henüz Üç Dünyacılarla ayrışmadan önce Davut Kurun’un aynı komitede görev aldığı dönem oluşturulmuştu. Davut’un bilmemesi mümkün mü?

Malatya’da Bedri Yolcu ve Bahoz Şavata’yı alarak Dersim’e gittim. Kemal Artuç ile görüştük. Eylemin yapılış konusu tartışıldı. Muş sorumlusuna uğrayacaklardır. Muş sorumlusu; kendilerine, silah deposunu gösterip evine çekilecek, Bedri ve Şavata piyasadan çalışan bir taksiye binerek, şehirin dışına çıkaracak, şöfürü bağlayarak taksiye el koyacaktır. Sonrasında, Kemal Artuç, Hüseyin Şen ve ismini açıklayamayacağım başka bir arkadaşla buluşulacaklardır.

Akabinde, depodaki silahlara el konularak, el koydukları taksiye taşınacaktır. Dersim’den götürdükleri taksiyi ismini yazmadığım arkadaş kullanacak ve Kemal Artuç ile önde gidecek ve bir sonrakine klavuzluk edecektir. Tehlike anında, arkadaki uyarılacak, aynı akşam Dersim’e gelinecektir. Plan budur ve uygundur denildi. Hep söylene gelmiştir ki; evdeki hesap, çarşıya uymaz!..

El konulan taksinin şofürü bağlanmış, bırakıldığı Muş köprüsünün altında, habire çırpınmaktadır. Oradan geçen adamın biri tarafından fark edilerek, elleri ve ayaklarını çözer. İlk uğrak yeri şoförün, polis karakolu olur. Jandarma ile polis teşkilatı, her tarafa haber salar, gerekli noktalara pusu kurularak, beklemeye geçilir. Bingöl girişinde, Hüseyin Şen, Bedri Yolcu ve Bahoz Şavata’nın içinde bulunduğu taksi, yaylım ateşine tutulur. Anında, eylemciler de silahlarına sarılarak, karşılık verirler vermesine de... Hüseyin Şen, ağır yaralanır. Bedri Yolcu, onu sırtlayıp, çemberden kurtarmaya çalışır, çalışır ama, talih yaver gitmez. Hüseyin'in sesi yükselir; “Bırak beni, kaç Bedo, kaç ve kurtul..!” der. Bedri Yolcu, bunu yedirmez gururuna ve; “Olmaz can dostum, olmaz yoldaşım. Ne töre kaldırır, ne de yoldaşlık kabul eder bunu. Kurtulacaksak birlikte, yakalanılacaksak da birlikte olmalıdır bu,” der.

Bahoz Şavata; hafif yaralı, polis ve jandarma çemberini yararak kaçmayı başarır. Ulaştığı bir köyde bir samanlığa saklanır. Samanlık Köy muhtarınınmış. Sabah hayvanlara yem vermek için samanlığa inen köy muhtarı Bahoz Şavata ile gözgöze gelir. Sonra jandarmaya haber göndererek onu yaklatır.

Bu gelişmelerden habersiz olarak Xusur köyünde, kendilerini bekliyordum. Yalnız başına Kemal Artuç çıkageldi, yanında yoldaşları yoktu.

“Arkadaşlar nerede?”diye sordum.

Kemal Artuç; “Bilmiyorum,” dedi.

“Nasıl yani! Arkadaşların akıbetinden bihaber misin?”

Kemal Artuç; “Arkadaşların içinde olduğu araba önde gidiyordu. Biz arkalarında seyrediyorduk. Aramızda epey mesafe vardı. Bingöl yol ayırımına geldiğimizde, arkadaşların içindeki araba taranmış halde yol kenarındaydı. Cam kırıkları vardı. Yola, kum torbaları ile barikat kurdukları anlaşılıyordu. Sanırım çatışma çıkmış. Olay nasıl sonuçlandı, arkadaşlar kaçtı mı, yakalandı mı, yaralı mı, ölümü bilmiyorum. Fakat olay yerinde kimse yoktu,” dedi.

Kemal Artuç'un anlatımları, aydınlatmıyordu beklentilerimi. Yapılacak bir şey de yoktu. Çaresiz beklenilecekti. Ama beklenilmezki, söz konusu akibet olursa. Ki; o akibet, çığlık çığlık ve imdaat, ey hawar dercesine ise... Merkez Komite üyeleri o sıra Dersim’deydi. Haber salınarak Xusur köyünde toplanıldı. Toplantı başladı ama, hepsi moralman çöküntü içindeydi. Toplantı fazla uzatılmadı, sadece eylemin gidişatı üzerinde duruldu. Bu konuda pek fazla bilgimiz de yoktu. Bildiğimiz sadece Kemal Artuç’un anlattıklarıydı. Onun anlattıkları da, beklentileri karşılamaktan uzaktı. Konunun anlaşılır kılınması için, arkadaşların akibetinin belirlenmesiyle olacaktı. Beklemekten başka çare yoktu.

Devletin KAWA’ya yönelmesi de bekleniliyordu. Yakalandılar mı, yakalandılarsa, konuşup konuşmayacakları bilinmiyordu. Onlarla ilişki kuruluncaya kadar, tedbirli davranılması ve bildikleri ilişkilerin dondurulması gerekiyordu. Bedri ve Şavata Malatya KAWA İl Komitesi üyeleriydi.

Hüseyin Şen, Kava dergisi yazi işleri müdürlüğünü üstlenmişti Aynı zamanda; Dersim, Elazığ, Erzincan, Bingöl, Muş bölge komite üyesidi.


KAWA Merkez Komitesi, affedilmez bir hata yapmıştı. Hüseyin Şen eylemi öncesi, Kava yayınevi sorumlu müdürü Mehmet Müfit’in yakalama olayından ders çıkarmamıştı. Aynı hatayı, bir kez daha yapmıştı. Hüseyin Şen'in bu eyleme katılmasını engelememekle, örgütü büyük bir rizokayla karşı karşıya bırakmıştı.

İşin esası budur. Davut Kurun yazdığı anı kitabında bir bütünselik içinde tüm olayları çarptığı gibi bu olayıda çarpıtmıştır. “Olaydan haberim yoktur” demektedir. Kendini temize çıkarmaktadır. İnsanın hayatı yalan üzerine kuruldumu her çirkefliği, her iftirayı siyaset edinir. Davut Kurun’nun yaptığı da budur. Ne demek haberim yoktu? Kendisi Merkez Komite üyesi değil miydi? Olay MK toplantısında konuşulmadı mı? Kimin katılacağı tartışılmadı mı? Eylemciler Muş’a yolcu edilirken Davut Kurun’da Dersim’de değil miydi? Niye engellemedi? Bu gelişmeler sadece Davut Kurun’un bilgisi dahilinde olmadıki. O sırada tüm MK üyeleri gibi, Davut Kurun da Dersim’deydi. Bu realiteyi sen hasıraltı et, kalk yıllar sonra; “Muş’ta, Devlet Üretme Çiftliği’nde silah alma eylemine göndermek (Hüseyin Şen için demektedir) ise kasıt değilse aptallıktır. Bu işe karışanlara karşı, ister kasıt ister acemi deyin, ne olursa olsun büyük bir güvensizlik duymaya başladım!” diye yazmaktadır.

Burada soru şudur: Davut Kurun MK üyesi. Olay MK’de tartışılıyor. Karşı çıkmıyor. Yıllar sonra kalkıyor, “haberim yoktu” demektedir. Peki sormazlar mı, sen Yalova Kaymakamı mıydın? Anlatımlarına bakılırsa o rolü kendisine yakıştırmış. Uygundur dedim geçtim.

Bu süreçte KAWA Hareketi, 2. Kongre hazırlıklarını yapıyordu. Merkez Komite ve ileri kadroların çoğunluğu Dersim'deydi. Olay kongrede de tartışıldı ama, sağlıklı bir sonuca varılamadı. Hüseyin Şen işkencede katledilmiş, Bahoz Şavata ve Bedri Yolcu tutuklanmıştı. Olayın açığa çıkması için içerde olanlarla konuşulması gerekiyordu. Kongre'de bu yönlü bir kararda çıkmıştı. Fakat Merkez komiteye seçilen Alişer Gürgöz, Cemil Gündoğan ve Kemal Artuç olayı hasıraltı etmek için bu konu da hiçbir girişimleri olmadı. Kendileri defalarca uyarılmasına rağmen oralı olmadılar. Bunun üzerine içerdeki iki arkadaşla konuşup olayı açığa kavuşturmak için harekete geçtim.

Başka da bir seçenek kalmadığından, iş başa düşmüştü. Kararı-mı verdim, bir fırsat bulur bulmaz, bu sorunu açığa çıkarmak için, içerdeki arkadaşlarla konuşacaktım. Bedri ve Şavata’nın mahkemesi açılmış, dava devam ediyordu. Malatya'dan Dersim'e giderek, Av. Hüseyin Yıldırım ile görüştüm.

“Hüseyin ağabey, arkadaşlarla görüşebilir miyim?”

Avukat; “cezaevinde mümkün değil. Akrabaları dışında görüş yasağı var. Mahkeme salonunda belki konuşabilirsiniz. O da başlarındaki subayın tavrına bağlı,” diyerek yanıtladı.

“Peki, mahkeme salonuna girmem mümkün mü? Bunun için, ne yapmam gerekiyor?” diyerek sordum.

Avukat; “iki gün sonra mahkemeleri var. Birlikte Elazığ'a gidelim. Bir girişimde bulunalım. Orada bazı tanıdıklarım var. Sanırım seni mahkeme salonuna alabilirim,” dedi.

Bir sonraki gün Av. Hüseyin Yıldırım ile birlikte Elazığ'a gittik. Sürekli kaldığı, Kristal Palas otelinde geceledik. Otel katibi tanıdık olduğundan, kimliğimi kara deftere kaydetmedi. Fakat bu, çok önemli değildi sonuçta ve bir sonraki gün, duruşma salonuna gidecektim. Orada, kimlik bildirme mecburiyeti vardı. Gün ışımış ve biz de, Sıkıyönetim Mahkemesinin yolunu tuttuk. Avukatın çabaları sonucu mahkeme salonuna girme izni alındı. Kısa bir süre sonra Bahoz Şavata tek başına mahkemeye getirildi. Mahkeme salonuna girdik. Ben Şavata'nın arkasında oturdum. Daha nasılsın demeden başındaki subay araya girerek “konuşmak yasak,” deyip bizi konuşturmadı. Aldığım rizikoya rağmen eli boş Malatya'ya döndüm. Kaldı ki; konumum gereği, öylesine bir rizikoya atılmam af edilecek bir tavır değildi. Bir hataydı yaptığım ve ileride ikinci bir hata daha yapacaktım.

Bedri Yolcu'nun, Malatya kapalı cezaevine sevki çıkınca, onu ziyaret edecek ve kendisinden de sert bir eleştiri alacaktım. Fakat Bedri'den olayın Kemal Artuç'un anlattığı gibi gelişmediğini öğrendim.

Ben; “Bedri, olay nasıl gelişti? Kemal Artuç'un bindiği araba önde gidecek ve herhangi bir olumsuzlukta, sizi haberdar edecekti. Fakat olay böyle gelişmiyor. Kemal Artuç arkada kalıyor ve siz önden seyir ediyorsunuz. Niye?

Ayrıca olayın gelişimini Kemal Artuç'a sorduğumuzda, O; 'biz olay yerine geldiğimizde, arkadaşların içinde olduğu araba taranmış halde duruyordu. Yola, kum torbalarıyla barikat kurulmuştu. Etrafta, cam kırıkları vardı. Olay yerinde kimse yoktu. Arkadaşların akibetini bilmiyorum,'’ demişti bizlere.

Bu anlatımları dinlediğinde, Bedri; “anlattığının bir kısmı doğru, bir kısmı doğru değil. Yola kum torbaları ile barikat kurmaları, arabanın taranması, cam kırıklarının olduğu doğru da, Kemal Artuç'un içinde olduğu araba olay yerine geldiğinde, biz henüz olay yerindeydik. Beni polis otosuna almışlardı. Hüseyin yaralı olduğu için, onunla ilgileniyorlardı ve gelip-giden tüm arabalara yol veriliyordu. Oturduğum yerden bunları görebiliyordum ve sürekli gözüm Kemal Artuç'un da içinde olduğu arabayı aradı durdu. Onların da yakalanacaklarından endişeliydim ve öyle olmadı. Bir müddet sonra içinde olduğu araba, hızını keserek yaklaştı, durmak istedi ve polis, geç işareti yapınca da araba durmadığı gibi, olay yerinden süratli bir tarzda uzaklaşarak gözden kayboldu ve ben de içimden bir oh çektim. Onların kurtulduğuna çok sevinmiştim. Yakalanmamızda onun bir suçu yok. Evet plana göre onun bindiği araba önde gitmesi gerekiyordu. Biz onları takip etmemiz gerekiyordu. Bir süre sonra bizimki buna uymadı. Son sürat yaparak onları geçti, bildiğin gibi kurulan barikata tosladık,” dedi. “Bizimki” dediği Bahoz Şavata idi.

***


Cemil Gündoğan’a gelince, kaprisli, kendine sevdalı, ben merkezci ve kariyerist biriydi. Kitap kurdu ve ezberci idi. Tartışmalarda okuduğu kitaplardan aktardığı alıntıları sayfalarıyla söylemeyi marifet bilir, bir türlü kendisi olmayı beceremezdi. Her okuduğu kitap veya makaleden etkilenir, bu nedenle hiçbir zaman KAWA Hareketi ilkelerine inanmazdı. Örgüt içinde kaldığı dönemlerde ve hatta Merkez Komite üyesi olduğu dönem bile, KAWA düşüncelerine inanmadı. Her ne kadar dışarıya karşı KAWA ilkelerini savunsa da, kendisi inanmazdı. Yıllar sonra yazdığı kitabında da, bunu zaten itiraf etti.

Bu tavrıyla ona büyük paye veren Kawacılara, lades diyordu. Aslında O, KAWA Hareketi içinde tipik bir Türkiyeci solcu idi. Kürdistan'ın sömürge olduğuna, bağımsız örgütlemeye, silahlı mücadeleye inanmıyordu. Cezaevine girdikten sonra da, Halil Berktay'ın yazdığı bir makaleyi okuduktan sonra, sovyet sosyal-emperyalizmi tezinin yanlışlığına hükmetti ve fiilen örgüt ile ilişkilerine son verdi.

Cemil Gündoğan, yazdığı kitabında; “Kişi olarak KAWA Hareketi’nin bir mensubu ve hatta yöneticilerinden biri olmakla birlikte, benim bu örgütün belirli ideolojik-teorik belirlemeleriyle, deyim yerindeyse, sorunlu bir ilişkim vardı. Bunların önde gelenlerinden biri; 'Sosyal- emperyalizm' diye adlandırdığımız teoriyle ilgiliydi. Örgütün bazı düşünce ve önermelerine katılmıyordum, bazılarıyla ilgili ciddi kuşkular taşıyordum, bazılarını da pratik olarak doğru buluyor, ancak teorik ifadelerinin yetersiz olduğunu düşünüyordum. Bu ideolojik ve pratik anlaşmazlıklar ve farklılıklar nedeniyle, arkadaşlarım, zaman ve duruma bağlı olarak beni bazen Troçkist olmakla, bazen revizyonizme prim vermekle, bazen liberallikle eleştiriyorlardı. Gerçek durum böyle...

Kawa olarak biz, tıpkı Kürt Muhalefetine mensup diğer parti ve örgütler gibi, Kürdistan işçi sınıfının, Türkiye işçi sınıfından bağımsız örgütlenmesi gerektiğini savunuyorduk ve buna kısaca; 'Bağımsız Örgütlenme' diyorduk. Ancak ben kişi olarak bu düşüncemizi, Marksizmin terimleri içinde kanıtlıyamadığımızı düşünüyordum. Bana göre, örgütlenme bahsinde pratikte yaptığımız şey, yani Türk solundan ayrı olarak örgütlenmemiz doğruydu. Fakat bu tutumumuzun Marksizme uygunluğunu teorik planda izah etmede yetersiz kalıyorduk...” diye yazacaktı. Fakat daha önceleri Muhalefet kanat kadrolarının bu yönlü eleştirilerini ise “hizpçilik” olarak adlandırıyordu. Her halükar da her zaman o haklı oluyordu(!)

Cemil'in, KAWA Hareketi ile daima kan uyuşmazlığı olmuştur. KAWA ilkelerini hiçbir zaman içine sindirememiştir. İlkelerinin savunucusu Muhalefet kadrolarına karşı, daima düşmanlık beslemiştir. Bunu, yazdığı kitabında da defalarca altını çizerek belirtmiştir. Cemil, yukarıda bahsi geçen ilkeleri değil, bir bütün olarak KAWA Hareketi’nin kuruluş gerekçesi olan tüm ilkelere karşıydı. Silahlı mücadeleye de inanmıyordu. Türk egemenlik sistemi ve işbirlikçilerine karşı silahlı yönelmeyi; “PKK'nin silahlı eylemlerine öykünme,” olarak değerlendiriyordu. Bu eleştirinin ayakları da havadaydı.

KAWA Hareketinin, kimseye öykünme diye bir derdi yoktu. Dersim isyanından sonra, Türk egemenlik sistemine silahlı yönelim onuru, KAWA Hareketi’ne aittir. KAWA Hareketi’nin prestij kazanması ve kısa sürede kitleleşmesinin bir nedeni de hiç şüphesiz budur. Ne zaman ki, merkez kanadın sağcı önderleri, örgütü ele geçirdi ve silahlı mü-cadeleyi rafa kaldırdı, KAWA Hareketi her geçen gün kan kaybetmeye başladı.

Cemil, gövde olarak KAWA Hareketi saflarındaydı, ama kafa olarak başka diyarlarda dolaşıyordu. Kendisi, yıllar sonra; “KAWA Hareketi ilkelerine inanmasam da; savunuyordum, bu bireyi, hiç düzeyine indirgiyordu,” diyecektir. Anlaşılan o ki, kendisini KAWA Hareketi saflarında; “bir hiç” olarak görürken, bulunduğu konum gereği, örgütü hiçleştiriyordu. Zaten Muhalefet kanadının eleştirileri de bu eksendeydi. Bu, o dönem “hizipçilik” olarak tanımlansa ve örgütün bölünmesine yol açsa da, yıllar sonra Cemil'in kendisi, yazdıklarıyla kendini boşa çıkaracak ve Muhalefetin eleştirilerine haklılık kazandıracaktı ve kazandır da.

Merkez-Muhalefet ayrışmasında Cemil’in durduğu yer itibarıyla, KAWA’nın bittirilmesinde çok kötü bir örnek ve yıkımsal bir rol oynadı. Kürdistan devrimi için yola çıkan bir örgütü, teori ve pratiği ile boşa çıkarmak büyük bir suçtur. Cemil, teori ve pratiği ile bu suçun alâsını işledi. Nedeni, onun iflah olmaz bir kariyerist olmasıydı. Öyle değilse eğer, bir insanın teori ve pratiğine inanmadığı bir örgütün saflarında işi ne!? Hele de MK'nde. Örgütten ayrılma hakkını kullanabir ve demokratik zeminden hareketle, köşesine çekilebilir veya teorik-pratik olarak kendisine yakın bulduğu bir örgütte yer alabilirdi. Şu veya bu nedenle ayrılan, sayısızca insan örneği vardı örgütün saflarında. Ayrılanların hepsi, KAWA Hareketi dostları olarak kaldılar. Ama Cemil Gündoğan, buna uygun davranmadı.

Sonuna kadar, ayak oyunları ile örgüt içinde bu konumunu sürdürdü. Ne zaman ki, KAWA Hareketi’ne kendi sapık düşüncelerini egemen kılmaya gücünün yetmeyeceğini anladı ve işte o zaman ayrılığını koydu. Cemil, her ne kadar fiziki olarak KAWA Hareketi saflarında görünse de, ruhen içten içe ona bir düşmanlık besledi. KAWA Hareketi ile bağını kopardıktan sonra da bunu sürdürdü. Yazdığı kitabında dile getirdiği şu satırlarda bunu görmek mümkün.

“KAWA ilk çıkışında; 'Maocu' bir hareketti. Yani dönemin Sovyetler Birliği'ni, sosyal-emperyalist olmakla eleştiren Çin Komünist Partisi ve Arnavutluk Emek Partisi gibi muhaliflerin tezlerini paylaşıyordu. O dönemde bu akım, dünya ölçeğinde; 'Maocu' olarak nitelendiriliyordu. Kawacılar, her ne kadar kendilerine 'Maocu' demiyorlardıysa da (onlar kendilerini 'Marksist-Leninist', 'proleter devrimci', 'sosyalist' gibi sıfatlarla tanımlıyorlardı.) Kawa'yı nitelerken, ben de uluslararası kabul görmüş bu terimi kullanacağım,” diyor Cemil… Bu, dünyanın sonu değil, ama Cemil'in KAWA Hareketi düşmanlığının vardığı seviyeyi ele vermeye yeter ve artar bile.

KAWA Hareketi, hiçbir zaman “Maocu” olmadı. Ve hiçbir zaman da kendini “Maocu” olarak adlandırmadı. Bazı arkadaşlarımızda bir dönem Mao’yu savunduklarıda sır değildir. Savunduğu kimi düşünceleri, “Maocular”ın savundukları ile örtüşüyorduysa da bu, onların “Maocu” olmasını göstermezdi. KAWA Hareketi düşmanları ve KAWA ilkeleri ve bu ilkelerin tutarlı savunucularına karşı karın sancısı olan Cemil ve benzerleri tarafından hep bu sıfatla anıldı. Cemil'in bu tutumu bile, onun ne kadar Kawacılık yaptığına da işarettir. Örgütün ilkelerine inanmıyor ve ilkelerine inanmadığı bu örgütün Merkez Komite üyeliğine kadar geliyor, binbir dolap çevirebiliyordu.

Kendisinde KAWA Hareketi düşmanlığı öylesine derindir ki; çevirdiği dolaplar yüzünden, Bedri Yolcu katledildi. Devletin yetiştirdiği bir ajanı, KAWA Hareketi’ne taşıyanlardan biri oldu. Kuşkusuz Cemil, onun ajan olduğunu bilmiyordu. Bilerek bir ajanı örgüte taşıdı diye bir düşünce sahibi değilim ama taşıdığı insan Türk egemenlik sisteminin yetiştirdiği ve KAWA Hareketi’ne yerleştirmeye çalıştığı bir ajandı. İşte Cemil bu ajanı KAWA Hareketi Merkez Komitesine almasını önerdi. Bedri Yolcu gibi devrimci bir insanın katledilmesine yol açtı. Bu olup bitenleri hiç olmamış sayarak; “Bedri Yolcu, 1990 yılında, trajik biçimde kendi yoldaşları tarafından öldürüldü,” diyecek kadar, KAWA Hareketine karşı kinini kustu. Bunu yapan bir insan, KAWA Hareketini “Maocu” veya başka bir sıfatla da adlandırabilir. O, öyle sıfatlandırdığı için de, öyle olmaz. Sorun Kawacıların kendilerini nasıl adlandırdıklarıdır. Herkesin de, buna saygı duyması gerekir. Etik olan da budur. Ama o; “haklıydık” deyip, piyasada caka satıyor. Pes doğrusu!

2. Kongre’de Merkez Komite'ye seçilenler; ne eksik ne fazla, tamıtamına böyleydiler.

Yeni seçilen Merkez Komite, KAWA Hareketinin hiçbir sorununa cevap olmadığı gibi, örgütü çalışmaz duruma getirdiler. Merkez Komite, realite gereği örgüt içinde uzlaşmacı ve toparlayıcı olması gerekirken, potansiyel rakip olarak gördükleri hakkında, dedikodu kazanını işlettiler. Örgütün birikimli, fedakar, çalışkan kadrolarını yıpratmak için, ellerinden geleni yaptılar. Bunu, yazdıkları bir makelede de, yazıp çizdiler.

Kendilerini “komünüst,” muhataplarını; “küçük burjuva” olarak kamuoyu önünde isabetsiz bir tartışmaya sürüklediler. Bununla da kalmadılar, kendileri için “tehlikeli” buldukları kadroları “sürgün” ettiler. Bu da yetmedi, silahlı mücadeleyi dayatan bölgelerde silahlara el koydular, silahsızlandırdılar. Gelen olumlu eleştirilere kulaklarını kapattılar. Eleştiri yapanları, “hizipçilik” yapmakla suçladılar ve bu durum, bölgelerde tepkiyle karşılandı. Öyle bir durum yarattılar ki, bölgeler merkezin insiyatifini kabul etmez duruma geldi. Merkeze karşı gelişen Muhalefet, giderek genişledi ve Merkezin bir-çok bölge ile ilişkileri fiili olarak kesildi.

Çare, kongreye gitmekti.

Merkez buna yanaşmıyordu. Oturdukları koltuğu çok sevmişlerdi. Ellerinin altında kayıp gitmesinden korkuyorlardı. Bölgelerin dayatması sonucu, kongreye gitme kararı alındı. Ama Muhalefet’in bir şartı vardı; tüm bölgeler delege olarak kendilerini kongrede temsil etmeliydi. Bu öneri, merkez tarafından kabul edilmiyordu. Onlar, bir önceki kongrede yaptıklarını yapmak istiyorlardı. Fakat bunun Muhalefet tarafından kabuledilir bir yanı yoktu. Bir kez hata yapılmıştı ve ikinci kez aynı hataya düşülmeyecekti. İşin realitesi bu iken cezaevinde kaçıp Avrupa’ya geldikten sonra KAWA dergilerini inceledim. Bir de ne göreyim? Muhalefet kanattan yer alıpta 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası örgütten habersiz Avrupa’ya çıkanlar bunun tam tersi bir anlatımla dile getirmişlerdi. Sanki Muhalefet kanadı bir önceki delegelerle kongre olmalı gibi akla mantığa sığmayan iddiada bulunmuşlardı. Bu doğru değildi. Muhalefet tüm bölgelerin delegelerinin katılımını savunuyordu. Merkezdekiler ise bunun aksine bir önceki delegeler ile yapılmasında diretiyordu. İşin gerçeği buydu.

Merkezdekiler, kendilerine bağlı olan kadroları kongreye taşımayı, diğerlerini devredışı bırakmayı düşünüyorlardı. Bu kabul edilemezdi. Bu konuda anlaşmak üzere, Dersim'nin Xusur köyünde günlerce süren bir tartışma yaşandı. Merkez, kongreyi önceki kongre delege yapısıyla yapmak istiyordu. Muhalefet temsilcileri ise, tüm bölgelerin temsilini istiyorlardı. Bu konuda bir anlaşma sağlanamıyordu. Merkez şunu çok iyi biliyordu ki, tüm bölgelerden gelecek delegeler, onların iktidarına son verecekti. Bu nedenle, böylesi bir delege yapısıyla kongre yapmak istemiyorlardı.

Birçok konuda olduğu gibi, bu konuda, 12 Eylül 1980 sonrası Avrupa'da Muhalefetin önderliğini yapanlar; “MK ile, ... kimlerin konferansa katılması gerektiği konusunda da bir görüş birliğine varılamadı. 3. Konferansa katılanların gelmesi teklifi, 'merkez' kanat tarafından kabul edilmedi” belirlemesi var. Aslında bu doğru değildir, bunun tersi doğrudur.

Kava dergisinde konunun tartışıldığı; “Geçmişin Değerlendirilmesi” makalesi incelendiğinde, bu vahim hatanın işlendiği görülecektir. İşlenen hata sadece bununla sınırlı değildir. Yanlış bir yaklaşımla Muhalefet kadrolarının takındıkları olumlu yaklaşımı boşa çıkaran bir değerlendirmede bulunulmuştur.

Şu biliniyor; Her iki taraf ta kalan insanlar yaşıyor. Buna rağmen niye böylesine bir tutum takınıldığı elbete sebebsiz değildir. Ona da geleceğim. Tarafların bir konsensüs sağlama çabalarının sürdüğü bir süreçte; Merkez Komite, Muhalefet kanatta düşüncelerini yazılı hale getirin dedi. Bunun üzerine Muhalefet kanadı kendi düşüncelerini yazılı hale getirip Merkezdekilere sundu. Bunun üzerine Merkezdekiler, Hasan Askar Gürgöz vasıtasıyla Esmer Hoca'ya; “Git, arkadaşlarına söyle. Bu iş burada bitti. Onlar hizipçidir. Biz hizipçileri örgüten attık,” mesajını ilettiler.

O günden sonra yapılacak bir şey yoktu ve Merkez Komite kararını vermişti. Bu konuda, sözkonusu “Geçmişin Değerlendirilmesi” makalesinde yanlış sunulmuştur.

“Muhalefet, yapması gerekeni yapmadı, her şeye rağmen, örgütün birliğini sağlama ve devam ettirme eğilimini diğer gruptaki eğilimle birleştiremedi. Her iki grubun ayrılık eğilimlerine göğüs gerilemedi.”

Burada, nasıl sorusu önem kazanmaktadır. Bu düşünce sahibi veya sahiplerinin bilmediğimiz sihirli bir deyneği mi vardı? Adamlar, Merkez Komite'yi ele geçirdikten sonra; kendileri için potansiyel tehlike gördükleri birikimli, çalışkan ve fedakar kadrolara karşı başlatıkları haçlı seferleri bilinmiyor değildi. Dahası, yapılan tüm olumlu önerilere kulak asmıyorlardı. Öneriler, makul karşılanması gerekirken, yapılan her öneri; “hizipçilik” olarak isimlendiriliyordu. Ellerinde bulundurdukları Merkez'in avantajını da kullanarak, öneri sahiplerinin örgütle ilişkisini kesmek için, başvurmadıkları hiçbir yol ve yöntem bırakmıyorlardı. Hatta, işi şiddete bile vardırmışlardı. Buna rağmen Muhalefet önderleri, bir bölünmeden yana değildi. Onların tek isteği, örgütü bu olumsuz durumdan çıkaracak olan kongrenin bir an önce yapılmasıydı. Bu, makul bir öneriydi. Ama Merkez Komite, buna gelmiyor; “siz hizipçisiniz, sizi örgütten attık,” kararına varıyordu.

Merkezciler, “hizipçileri örgüten attık” dedikten sonra yollarını bizden ayırdılar. İlk toplantılarını Pak köyünde yaptılar. Biz Muhalefet olarak bunu doğru görmedik. Ayrılmayı doğru görmüyorduk. Bu nedenle çok arkadaşın karşı çıkmasına rağman, eğer oraya gidersen seni döverler ve hatta öldürürler demelerine rağmen Pak’ta yapılan Merkezcilerin toplantısına gittim. Kitle önünde ayrılmaya karşı çıktım. Muhalefetin önerilerini dile getirdim. Küfür ve hakaretlerine bile katlandım. Hatta sonradan kimileri tarafından orada öldürülmek istendiğimi öğrendim. Kimileri buna karşı çıkınca öldürülmekten kurtuldum. Peki başka ne yapılabilinirdi? Sırf birilerine yaranmak için örgütün izni olmadan Avrupa’ya kaçmış kimi Muhalefetteki kişilerin yıllar sonra; “Muhalefet, yapması gerekeni yapmadı, her şeye rağmen, örgütün birliğini sağlama ve devam ettirme eğilimini diğer gruptaki eğilimle birleştiremedi. Her iki grubun ayrılık eğilimlerine göğüs geremedi” mantığı bu kişlerin ruh halinin ifadesidir. Belki kendileri bunu göğüsleyemedi ama ben ve arkadaşlarım gereken duyarlılığı gösterdik. Tüm çabalarımıza rağmen sağcı, teslimiyetçi merkez kanat önderlerini ikna edemedik.

KAWA Hareketi, böylelikle Merkez ve Muhalefet olarak ikiye bölündü. Cemil Gündoğan, bölünme öncesi olup bitenleri doğru koymamıştır. Yalan söylemeyi marifet bilmiştir.

Şöyleki; “Merkez Komite, var olan ayrılıkların bir bölünmeyi gerektirmediğini, böyle bir şeyin sorunları sadece daha da ağırlaştıracağını savunduysa da, Muhalefet'in bunları duyacağı yoktu. Umut doluydular ve Merkez'e güvenmiyorlardı. Merkez'in, sinsi taktiklerle Muhalefete mensup kadroları tasfiye edeceğinden kuşkulanıyorlardı. Örgütteki bütün olumsuzlukların, yönetimdeki pasifizmden kaynaklandığını düşünüyorlar, mevcutların yerine merkez komitesine daha aktif ve silahlı mücadeleye önem veren kişiler gelirse sorunların çözüleceğine inanıyorlardı. Sürdürülen tartışmalar işe yaramadı ve Muhalefet, örgütün Merkezi'ni 'sağcılıkla', 'pasifizm'le, 'komploculuk'la vb. eleştirerek 1979'un son günlerinde yollarını ayırdı. Böylece KAWA Hareketi; 'Merkezciler' ve 'Muhalefet' adıyla bir kez daha bölünmüş oldu…”

Alıntıda doğrular ve yanlışlar bir arada. Doğrudur, Cemil'in de dile getirdiği gibi Muhalefet'in, Merkez'e o yönlü eleştirileri vardı. Olumsuzlukların aşılmasını da, kongreye gitmede buluyordu. Bu konu, taraflar arasında uzun uzun tartışıldı. Muhalefet, tüm bölgelerin tamsilini istiyordu. Bundan daha demokratik bir yaklaşım olur muydu?

Merkez ise, sonuçta bir önceki kongre'nin delege yapısıyla gitmek istiyordu. Üzerinde anlaşılmıyan buydu. Tartışmalar henüz sonuçlanmadan; Merkez, Hasan Askar Gürgöz vasıtasıyla Ermer Hoca'ya; “Git arkadaşlarına söyle. Bu iş burada bitmiştir. Siz hizipçisiniz. Hizipçileri örgütten attık,” dediği biliniyor. Bu insanlar hayattadır.

Burada soru şudur: Örgütü bölen kim? Dahası Merkez'in bu haberine rağmen Muhalefet temsilcileri, alanı terketmedi. Merkez'e insanlar gönderildi. “Yapmayın etmeyin, örgütü bölmeyin, bu işin sorumluluğu büyüktür,” deseler de, Cemil'in deyimiyle Merkez'in bunu “dinlediği yoktu”.

Merkez, bir hafta sonra Kocakoç (Pax) köyünde bir toplantı yaparak; “hizipçileri örgütten attık,” açıklamasında bulunuyordu. Bu toplantıya ben de, katıldım. Orada, Muhalefetin yaklaşımını dile getirdim. Bölünmeden yana olmadığımızı, ama bu Merkez ile de, bu işin olmayacağını söyledim. “Çare, Kongredir,” dedim. Kimin Kongre'ye yanaşmadığını, uzun uzun dile getirdim. Realite bu olmasına karşın, Cemil'in süreci teryüz etmesi onun kişisel özeliği sonucudur. Gerçekleri dile getirmek her babayiğidin harcı değildir. Bu da, sorumlu davranmakla alakalı bir durumdur. Kimilerinin mücadele tarihlerinde var olmayan da budur. Bu yaklaşım, insanları şunu demeye kadar götürür; “1976 yılında başlayan KAWA'nın öyküsü, 1981'de sonuçlanmış oldu. Askeri Cuntayla gelen operasyonlar sonucunda; KAWA, Kürt siyaset sahnesinde rol sahibi bir aktör olmaktan çıktı. Her ne kadar böyle bir rolü yeniden üstlenebilmek için, verilen çabalar hiç kesilmediyse de.”

İnsanlar, kendilerini merkez, dışındakilerini etrafına dönenler olarak algılamasın. İş buraya geldimi; “ben dedimse doğrudur,” söylemi kişinin amentüsü olur. Bu da, bireyin tarihi kendisiyle başlatma ve bittirme mantığına mahkum eder. Cemil, KAWA'daki gelişmeleri yanlış yorumluyor. KAWA'daki birçok gelişmeyi bilmemektedir. Bu nedenle mantığı zorlayarak, içinde yer alınmayan bir süreç doğru sorgulanamaz. 12 Eylül sonrası KAWA Hareketinin faaliyetlerine gözünü kapatmış bulunuyor. Var olan, ama onun görmek istemediği yok olmuyor ki. İnsanlar niye gerçekleri kendi subjektif niyetlerine kurban ederler, akıl kârı değildir.

Cemil, yazdığı kitabıyla KAWA Hareketini boşa çıkarma çabasını vermiştir. Fakat izah edilen süreçte, yaşayan yalnız Cemil'in kendisi değilki. Hiç kimsenin, tek başına KAWA tarihini yazmaya gücü yetmez. Yazsa bile tümünü ifade etmez. Yazdıkları kendi varyantı olur. Bu da, KAWA Hareketinin resmini vermez. KAWA Hareketinin resmi tarihi yazılmadı. Bu nedenle kişiler, ancak KAWA içinde kendi tarihlerini yazabilirler. Bu aynı zamanda, KAWA'nın kuruluşundan bu güne kadar yaşanan olumlu ve olumsuzluklar dahil, bireylerin oynadıkları rolün açığa çıkmasına da cevap vermiş olacaktır. O günden sonra da hiç kimse, tarihi kendisiyle başlatma ve bittirme gafletine düşmeyecektir.

Cemil'in kitabını okuyan aklı başında olan her Kawacı; hem irkilir, hem de güler. Bir olumluluktan eğer sözetmek gerekirse ki; o da, bu kitabın KAWA Hareketi içinde yer alan insanların, kendi tarihlerini yazma bağlamında zorlamaya iter. Bu konuda bir itilim sağlayabilir. Kitabı, bu yönüyle dikkate almak gerekir. Bununla birlikte; tarihe, olaylara, bireylere, sakat bir mantık ile yaklaşıldığı ise tartışma götürmez. Birey, kendisini; ‘biz,’ ‘bize,’ ‘biz de,’ ‘örgüt,’ gibi kavramlarla ifade etmeye başladığı andan itibaren, tehlike çanları çalıyor demektir. Cemil, kendini bu tür kavramlarla ifadelendirmeye çalışıyor ve bu, tehlikeli bir mantıktır. Çünkü, bu kavramlarla başlayan bir söylemin kendi içinde bir mantık diyaletiği vardır. Birey, kendini bu tür kavramlarla ifade etmeye başladıktan sonra, olaylara yaklaşmada ve sonuçlar çıkarmada, doğal olarak bu mantık silsilesi içinde kendini bir yerlere, kendi dışındaki herkesi de bir yere koymaya başlar. Doğal olarak bireyin rolünü, neticede toplumun bile rolünü önceleyen mantığı çağrıştırır. Bu mantık, insanlık tarihi boyunca; toplumu, bireyin kapris ve çıkarlarına kurban eden mantıktır. İnsanlık, bu mantıktan çok çekmiştir. Bunun üzerine ciltlerce kitap yazılmıştır. Ayrıca insanlığın mücadele tarihi, bir yerde bu mantığa karşı mücadele tarihidir.

KAWA Hareketinin Kırılma Süreçleri

Подняться наверх