Читать книгу Usta ile Margarita - - Страница 4
ОглавлениеMihail Bulgakov ve “Usta ile Margarita” üstüne
Kader, Mihail Afanasyeviç Bulgakov’la ilgili kâğıtlarımın, mektupların, yazıların, notlarımın kaybolmasını istedi. Oysa bunlardan bir kitap doğacaktı.
Hastalığın ölüme mahkûm ettiği Bulgakov’un hayatının son günlerinde topladığım biyografik bilgilerin yardımıyla, bu romana, yayımlanırken bir önsöz yazacaktım. Hem şakalaşıyor, hem not alıyorduk. Notlar, Bulgakov’un hayatının en az bilinen bölümüyle ilgiliydi.
“Gençliğimde çok çekingendim,” diyordu. “Hayatımın sonuna kadar da gideremediğim bu kusuru belli etmemeye çalışırdım. 1920’li yıllarda, lisede birlikte okuduğum Kievli bir yazara Moskova’da rastladım. Birbirimize pek yakın değildik; ama doğdukları kenti çok seven bütün Kievliler gibi birbirimizi çok sıcak karşıladık. ‘Sizi çok iyi hatırlıyorum Bulgakov!’ diye bağırdı. ‘Hep elebaşıydınız. Sizden büyüktüm ama bugün bile amansız sözleriniz aklımdan çıkmıyor. Latince öğretmeni Suboç’u hatırlıyor musunuz, sizden usanmıştı. Koca liseyi titretirdiniz. Şimdi sıra “Turbin’in Günleri” geldi. Daha o zaman ününüz yayılmıştı sizin.’”
Bulgakov, bunları anlatırken gülünç bir tavırla omuz silkerdi.
“Bana kalırsa kimseyi ürküttüğüm yoktu. Bağımsızlığımı koruyordum, o kadar. Ama gerçek olan, lise yönetiminin bana hoşgörülü davranmadığıydı. Nedendir bilmem, sakin bir çocuk olan benden, kim bilir neler planladığımı düşünerek kuşkulanırlardı. Üstlerimle, hayatım boyunca anlaşamadım.” (Burada içini çekti.) “Oysa, herkese örnek olmayı isteyen bir çocuktum…”
1916’da Kiev Üniversitesi’nde tıp öğrenimini bitirdi. Ardından Smolensk yöresinde Nikolskoye köyüne gitti. Aşağı yukarı bir buçuk yıl boyunca doktor olarak Zemstvo’da1 çalıştı. “Genç Bir Doktorun Mektupları” adlı öyküleri o çağın izlenimlerini taşır.
İşini ciddiye alıyordu. Hayatı boyunca tıp bilimine de, doktorlara da büyük saygı duymuştu. Ama henüz çok genç olduğundan ve gezmek, çok şey görmek isteğiyle yanıp tutuştuğu için yerinde duramıyordu. Yola çıktı. Nereye gittiği değil, her şeye boş verip yola düşmekti onun için önemli olan. Bütün değerlerin yok edildiği bir çağdı o çağ. Bulgakov genç sayılmazdı, aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı; az da olsa, bir doktorluk deneyimi edinmişti. İyi kötü kurulu bir düzeni de vardı. Öyleyse neydi yapmak istediği? Yazar olmaya ilişkin olağanüstü tutku onda nasıl gelişti, olgunlaştı? Yazarlığı iyice kafasına koymuştu. Durmadan yer değiştirmeye başladı. 1920’de Kafkasya’daydı.
Hayatının bu dönemini anlatırken ilk tiyatro yazarlığı denemelerinden gülerek söz ederdi. Siyasal eğilimli oyunlarından bazıları, Vladikafkas Tiyatrosu’nda oynanmıştı.
“Çarka kapıldım ve ondan kendimi hiç kurtaramadım.”
O çağlarda yazdığı oyunlar ortada yoktu, hiçbirini saklamamıştı, onlardan sanki yaratıcılık zevkini elinden büsbütün alacaklarmış gibi söz ederdi.
Tiflis’te Osip Emilyeviç Mandelştam’la tanıştı. Mandelştam, yoksulluk, bağımsızlık ve coşkun bir kayıtsızlık içinde yaşıyordu. Bulgakov’un hatırladığı, saygı duyduğu da onun bu kayıtsızlığıydı. O güne kadar Mandelştam’ın tek şiirini okumamıştı, ne “Taş”ı biliyordu ne “Tristin”i. İlk kez duyduğunda çok etkilendi.
Ama şairin dizelerini okurken tumturaklı bir sesle her sözün üstüne basışı hoşuna gitmedi. Güleceği geliyor, tedirgin oluyordu.
Vladikafkas’ta, Batum’da bölge gazetelerinde çalıştı, hiçbirinde kök salamadı. 1920’de Moskova’ya geldi. Gudok dergisindeki görev, onu Valentin Katayev, İlf ve Petrov2, Yuri Olyeşa gibi yazarlara yaklaştırdı. Ben, Mihail Afanasyeviç’i sonraları, 1930 yıllarına doğru tanıdım. Daha önce başından geçenleri de, anlattıklarından biliyorum.
Gerçekleri değiştirmekten korkuyorum. Belleğim ne denli gerçeğe sadık olursa olsun, notlarımı ve konuşma biçimini, ses tonunu (özellikle ilginç bir yanıydı bu) toparlayamıyor, bu nedenle genel bir anlatıma gidiyorum. Hem peşinen söyleyeyim: Bulgakov’un biyografisini yazmıyorum ben, eserleri üzerine bir deneme çiziktirdiğim de yok. Burada ortaya koyduklarım Bulgakov’un hayatı, dolayısıyla Sovyet edebiyatı, bu edebiyatın şaşırtıcı tarihinin trajik ve güzel anları üzerine düşüncelerdir.
Eserlerinde Bulgakov’u yöneten, hayatın kendi soluğundan başka bir şey değildi. O, hayata kayıtsız bir gözle değil, coşkuyla bakıyor, ona katılıyordu. Yazar olarak, içtenliğini bir gün bile yitirmedi. İçtenliği, ilkeden yoksunluk, uşaklık eğilimi, namussuzluk ve utanmazca bir ikiyüzlülükle karşılaştığında amansızlaşıyordu. Yalnız eserlerinde değil, hayatında da, başkalarıyla ilişkilerinde de şen ve alaycı biriydi. Öykü uydurup anlatma yeteneği büyüktü. Şakalarının hepsinde kendini daha dolaysız, daha doğrudan ifade etmeye yönelik bir istek sezilirdi. Bulgakov, Herzen’in şu sözlerini rahatlıkla benimseyebilirdi:
Kahrolsun eğretilemeler, üstü kapalı sözler. Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok!
Sözlerinde iyi niyetten başka şey yoktu; ne var ki hep tersinden kuşkulanıldı. Devrimden söz ediyor, devrimin dertlerini ve getirdiği sefaleti hissediyor, bir mizah yazarı olarak sarsılan hayatın tüyler ürpertici görünüşünü anlatıyor, gülünç ve iğrenç yanlarını dile getiriyordu. Ülkesinden kaçanların yaşadıkları trajik sapmaları, kötü sonları, kendi oğullarının derdi gibi anlamaya çalışarak iç savaştan ve Rus aydınlarından söz ediyor, ama ülkesinin ahlak gücüne ve geleceğine inanıyordu… Oysa herkes, Beyazları savunduğunu, onları yücelttiğini söylüyordu. O ise, ikiyüzlülükle savaşan yaratıcının yazgısından, iktidarın uşaklarına özgü kötülükten söz ediyordu. Yine Herzen’e göre bu ikiyüzlülük, “düşmanı her ne pahasına olursa olsun eleştirerek, olmazsa hafiyelik yaparak yıkma” amacını güdüyordu. Sovyet edebiyatına çamur sıçrattığı söyleniyordu. Nihayet, edebiyatın kafası işleyen memurları, Bulgakov’dan uzaklaşmakla kalmadılar, çevresinde soluk alıp vermesini zorlaştıran bir sıkıntı da yarattılar.
Bulgakov’u tiyatro kurtardı. Hayatı boyunca tiyatroyla ilişkilerini koparmamaya çalıştı. Oyunlarının oynanmadığı sıralar bile, yönetmen yardımcısı ya da oyuncu olarak başkalarının eserlerinin yaratılmasına yardım etti. (Moskova Sanat Tiyatrosu’nda, Dickens’ten alınan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı oyunda yargıç rolündeydi.)
Bir yandan da cıvıl cıvıl yazı işleri odaları, hazırlanmasına katılacağı, sayfa düzenine yardım edeceği, yazılarını okuyacağı, basımevi mürekkebinin kokusunu duyabileceği bir gazete düşlüyordu… Ama boşuna. Gençliğinde, gerek Gudok’ta çalışırken gerekse Niedra Yayınevi’nde görevliyken kısa bir süre böyle ortamlarda bulunmuştu. Tiyatroya duyduğu bütün bağlılığa karşın –prova yapılırken kararan salon, kulisten içeriye bir göz atmanın, bir oyunun ortaklaşa yaratılmasına katılmanın verdiği heyecan, ansızın dayanılmaz bir yoğunlukla çınlayan kendi sözlerinin halkın karşısında doğuşu– bütün bu güzel şeyler edebiyatın, acılarının, hayatının yerini tutamazdı…
Tiyatroya girişi patırtılı oldu. Alaycı öykülerine (“Yazgının Yumurtaları”, “Diavolia”) herkes kulak kabarttı. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunu “Turbin’in Günleri” sonu gelmez tartışmalara yol açtı. O sıralar daha tanımıyordum onu.
İlk kez 1926 yılında, “Liyubov Yarovaya” ve “Turbin’in Günleri” adlı oyunlar konusunda yapılan bir açıkoturum sırasında gördüm Bulgakov’u. O günlerde bu iki oyun sık sık karşılaştırılırdı. Açıkoturum, Meyerhold Tiyatrosu’ndaydı. Katılımcılardan biri olan eleştirmen O., Bulgakov’a amansızca saldırdı. Onun konuşmasından sonra sahnede, sinirli, heyecanlı, sarışın bir adam göründü. Kolunu eleştirmene doğru uzatıp, “Sonunda sizi gördüğüme çok sevindim!” diye bağırdı. “Sonunda gördüm sizi! Benim hakkımda rastgele söylenen her yalanı dinlemek zorunda mıyım? Bütün bu sözler, binlerce kişi tarafından tekrarlanıyor, ben susmak zorundayım, kendimi savunamıyorum! Bu, bir duruşma bile değil! Bana söz hakkı verilmiyor! Nedir peki ortada dönen? Benim seyircilerim var, yargıçlarım da onlar; siz değilsiniz. Oysa beni yargılıyorsunuz. Yazdıklarınız bütün ülkede okunuyor… Benim oyunumu ise Moskova’da bir tek tiyatroda görebilmek mümkün. Oyunumu görmeyenler sizin yazdığınız gibi düşünüyor. Sizse yalandan başka şey yazmıyorsunuz. Benim düşüncelerimi saptırıyor, yazılarımın anlamını değiştiriyorsunuz! Ama sizi sonunda gördüm; bir kereliğine de olsa neye benzediğinizi gördüm. Hiç olmazsa bunun için size teşekkür eder, sizi yerlere kadar eğilerek selamlarım. Sağ olun!”
Eliyle selam verdikten sonra, yine sinirli ve heyecanlı, yanakları al al, kayboldu. Salona büyük bir sessizlik çöktü. Hiç kimse alkışlamadı. Hiç kimse tepki göstermedi. Kimse, o tuhaf sessizliği bozmaya cesaret edemedi…
O gün bana, uzun kollu ve bacaklı, birden boy atmış genç çocuklar gibi hafif kambur, iriyarı bir adam gibi görünmüştü.
Bu açıkoturumdan ancak birkaç yıl sonra onunla tanıştım.
Bolşoya Pirogovska Sokağı’nda, bir kiralık dairede oturuyordu. Evi pek az ışık alıyordu, alçak pencereler kaldırıma bakıyordu. Küçük yemek odasından üç basamakla, beyaz ahşap rafları olan, ciltsiz kitaplar ve dergilerle dolu çalışma odasına çıkılıyordu. Kızıl tüylü köpeği Buton, içeride dolaşıyor, gelenleri kuyruğuyla selamlıyordu. Her çeşit insan, sohbet etmek için onun evine gelirdi. Sık sık Tiflisli bir genç kızla buluşurduk orada (bu eve ilk olarak onun için gelmiştim). Ortalık epey karışıktı; çoğunlukla bohem, bazen de yorucu ve teklifsiz bir hava eserdi içeride.
Bulgakov, kalabalık arttı mı çalışma odasına çekilir, ropdöşambrını giyer, kitaplarını karıştırmaya, yazılarını yazmaya koyulurdu. Kalın perdelerin ardından, yakından geçen tramvayların gürültüsü gelir, yemek odasından yükselen sesler duyulurdu. O sırada Molière adlı bir oyun ve bir roman üzerine çalışmaya başlamıştı. Sonradan Usta ile Margarita adıyla yayımlanacak olan romanının da ilk bölümlerini yazmıştı.
Çevresinde olup bitenlerden birden kopuyor, her şeye yabancılaşıyordu. Evine gelenlerin gerçek dostları değil, bir rastlantı sonucu orada bulunan kişiler olmasının da önemi yoktu. Hayatı çok hareketliydi, gözde yazarlardan biriydi artık. Basının saldırıları ününü artırıyor, ona yönelen ilgiyi kışkırtıyordu. Kafası bir yığın yenilikle doluydu. “Turbin’in Günleri”nin gördüğü ilgi giderek arttı. Oyun, içtenliği, kahramanların insancıl yanı ve duyguların derinliğiyle, seyircileri etkiliyordu. O zamanlar sık görülen şişirme oyunlardan çok farklıydı. Oyuna gösterilen ilginin nedeni yalnız bu da değildi. Moskovalı aydınlar devrim öncesindeki gibi Sanat Tiyatrosu’nu kendi tiyatroları sayıyorlardı. “Turbin’in Günleri”ni seyredenler arasında, kaderi oyun kahramanlarının kaderine benzeyen pek çok kişi vardı. Gösteri şaşkınlık yaratıyor, anıları canlandırıyor, seyirciyi çekiyordu. Herkes oyunu konuşuyor, görmek istiyor, defalarca seyrediyordu. Sanat Tiyatrosu’nun oyunlarının başarısı, oyunun çağdaş oluşuyla ve seyircinin siniri, nabzı, iç dünyasında yankılanmasıyla doğru orantılıydı. Tiyatronun geleneği, oyuncuların güncel olayların bilincinde olmalarını gerektirmekteydi (bu niteliğini yitirdiği gün Sanat Tiyatrosu da yok oldu). Henüz belleklerden silinmemiş olayları ele alan “Turbin’in Günleri”nin (“aracı kuşak” sayılan) yeni bir oyuncu kuşağını doğurması da tesadüf değildi. Şmelev, Dobronravov, Sokolova, Tarassova, Yaşin, Prudkin, Kudriavtsev, Stanitsin adları seyircileri fethetti. Yorumladıkları kişiler (Aleksey Turbin, Elena, Nikolka, Lariocik, Mişlayevski ve başkaları) oyunculuktaki başarılarıyla iç içe geçti. Sanki o kahramanlarla birlikte doğmuşlar, onlardan ayrılamıyorlardı.
“Turbin’in Günleri”nden sonra, Sanat Tiyatrosu’nun “Yarış”ı sahnelemeye hazırlandığı haberi basında yeniden amansız saldırılara yol açtı. O dönemin gazetelerinden birinde şu satırları okumak mümkündü:
Gelecek sayılarımızdan birinde, Bulgakov adlı bu tipik küçük burjuva ve gelip geçici yazarın tuttuğu yol hakkında bir makale yayımlayacağız. Ne yazık ki, “Turbin’in Günleri”nin ünlü yazarıyla yine ilgilenmek zorundayız. Sanat Tiyatrosu’nun geçmişiyle bağlarını koparmasını sevinçle karşılamıştık ama işte Bulgakov oraya döndü. “Yarış” mı? Hayır, bu oyunun oynanması söz konusu değildir.
Gorki’nin, oyunun “aforoz edildiği için başarı kazanacağını” söylemesine rağmen saldırılar başladı. 9 Ekim 1928 günü Sanat Tiyatrosu’nda, “Yarış” üzerine yapılan açıkoturumda Gorki, beyaz generallerin “iyi gösterilmesi” yönünde bir eğilim görmediğini açıkladı. “Bu çok güzel bir komedidir, tam üç kere okudum,” dedi. “Yarış”ın, ilk başta, tıpkı “Turbin’in Günleri” gibi yalnız Sanat Tiyatrosu’nda oynanmasına izin verildi. Ama kısa bir süre sonra, 1928 Eylülü’nde yasaklandı.
“Yarış”, yazarının ölümünden on yedi yıl sonra (1957) ilk kez Volgograd’ın Gorki Tiyatrosu’nda sahnelendi.
“Yarış” çok değişik bir oyundur. İçindeki sekiz ayrı düşle, sanki “Turbin’in Günleri”nin devamıdır. Ama psikolojik bir dram değildir; duvarın ötesinde, ülkelerinden uzakta kalmış kişiler hakkında acıklı bir güldürüdür. Düş görürcesine, halka karşı işlenen kanlı cinayetleri hatırlayan beyaz subaylar onurlarını yitirir, sefalete ve düşkünlüğe sürüklenirler. Yazar onları “davranışlarına göre” yargılar. Onlara karşı acımasız davranır, günümüzde bu düşlerin başka türlü yorumlanması olanaksızdır.
Yazar, oyunun ve niyetlerinin sakıncalı görülmediği dönemlere yetişemedi. “Yarış”ın bir daha ortaya çıkmamak üzere karanlığa gömüldüğünü sanıyordu.
1927 yılında Vartangov Tiyatrosu “Zoyka’nın Evi”ni oynadı. N.E.P.3 çağının Moskovası üzerine bir hiciv olan bu oyunla Bulgakov, yeniden eleştirmenlerin saldırısına uğradı. Oyunun hiciv yanı dikkate alınmıyor ve gerçeğin, taraflı bir bakış açısıyla, akıl almaz biçimde çarpıtıldığı söyleniyordu.
Karmeni Tiyatrosu’nun 1928’de oynadığı “Kızıl Ada”, Bulgakov’un fırtınalı tiyatro hayatını bitirdi. Oyun, sözde devrimci görüntüleri alaya alıyor, Bulgakov gerçeğin altını çizmek için çok yerde hicivden yararlanıyordu. Ama bu bir şaka olarak kalmıyor; yazar, yurttaş olarak kendi yerinin de altını çiziyordu.
“Zoyka’nın Evi” ile “Kızıl Ada”, tiyatronun repertuvarından çıkarıldı. Aynı şey “Turbin’in Günleri”nin de başına geldi ama oyun, üç yıl sonra yeniden gün ışığına çıktı.
P.S. Popov’a yazdığı bir mektupta Bulgakov şöyle diyordu: “1932 yılı Ocak ayının ikinci yarısında bilmediğim, derinine inmek niyetinde de olmadığım nedenlerle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği hükümeti, “Turbin’in Günleri”nin yeniden oynanması için Sanat Tiyatrosu’na emir verdi. Oyunun yazarı için bu, hayatının bir bölümünün kendisine iade edilmesi demektir. Başka sözüm yok.”
Sonradan Stalin’in, “Turbin’in Günleri” için, “Pek öyle korkulacak bir oyun değil, zararından çok yararı var,” dediğini öğrendik (bkz. 1949’da yayımlanan Stalin’in bütün eserlerinin ikinci cildi). “Turbin gibilerinin, davayı kaybettiklerini anladıktan sonra silah bırakmak zorunda kalmaları, Bolşeviklerin yenilmezliğini, onlara karşı bir şey yapılamayacağını gösterir,” diyordu Stalin. “‘Turbin’in Günleri’, Bolşevizmin sarsılmaz gücünün bir örneğidir.” Sonra da ekliyordu: “Tabii yazarın bu konuya bir katkısının olduğu söylenemez, ama ne önemi var.”
Böylece “Turbin’in Günleri” kurtulmuş oldu. Ama yalnızca tek bir oyundu kurtulan.
1929’da Bulgakov, kendini “Yobazların Oyunu” adlı (Molière’in hayatıyla ilgili) oyununa verdi. 1932’de onu Sanat Tiyatrosu’na teslim etti. 1934 yılına kadar ses çıkmadı. Oyun üzerinde tartışılıyor, yazara sahnelenmesi için çeşitli önerilerde bulunuluyordu. Sonunda, 1934 yılında provalara başlandı. Oyunu sahneye koymakla görevlendirilen N.M. Gorçakov, “Stanislavski’nin Sahneleme Dersleri” adlı kitabında, Bulgakov ile tiyatro arasında ilişkilerin kötü yanlarını göstermeye hiç çalışmadı; tersine, tiyatro yöneticilerinin, özellikle Stanislavski’nin, sahnelemenin ve oyuncu yönetiminin yazarın yorumuna uygun olması için çok dikkatli davrandıklarını, ince eleyip sık dokuduklarını belirtti. Ama Gorçakov, dolaylı yoldan Bulgakov’un acı durumunu ortaya koydu. Yazar, kendisine kabul ettirilmek istenen yoruma karşı çıkıyordu. Kızmaması için ona karşı çok saygılı ve dikkatli davranıldı. Bulgakov da ilişkileri bozmak istemiyordu; ama ne olursa olsun, iki taraf aynı dili konuşmuyordu. Temel anlaşmazlık, yazarın, yaratıcı ile iktidar arasındaki ilişkileri anlatan bir oyun yazmasından doğuyordu. Onun elinde Molière’in hayatı bir taslaktı, bu hayat üzerinde düşüncelerini dilediği gibi işliyordu. Tiyatro ise, Molière’i büyük bir tiyatrocu ve yaratıcı deha olarak göstermek niyetindeydi. “Molière’de, o büyük tiyatrocu ve eşsiz dâhinin parıl parıl parlayacağı sahneler görmek istiyoruz,” diyordu Stanislavski.
Sizin oyununuzda, kaba deyimimi hoş görün, Molière fazlaca boğuşuyor, bedeni fazlaca öne çıkıyor. Bu sahnelerin yanında, yaratıcılığını ortaya koyan başka sahneler de gerekli. Bir oyun, bir rol, bir hiciv, ne isterseniz…
Bulgakov, utana sıkıla, “Molière’in hiciv yazdığını hiç sanmıyorum,” dedi. “Bana kalırsa, gerek konu, gerekse oyunun trafiğiyle Molière’in dehasını hissettirmek oyunculara düşer.”
Herkesin durmadan görüş belirttiği ve oyunu bir sürü başka oyunla karşılaştırdığı bu tartışmalara son vermek isteyen Bulgakov, güçsüzlüğünü açığa vurarak şöyle dedi: “Beş yıldır oyunda sürekli değişiklik yapılıyor. Artık dayanamayacağım.” Gorçakov’a da mektup yazmaya karar verdi. Mektupta şöyle diyordu:
Molière’imi değiştirmeyi kesinlikle reddediyorum. Yapılması istenen düzeltmelerin, ana düşünceyi yok edip bana bambaşka bir oyun yazdırma niyetinden kaynaklandığını sezmekteyim.
İçinde bulunduğu durumda, böyle kararlı bir ifade kullanmak, yürek isterdi.
Provalardan çok önce, oyun, Repertuvar Komitesi tarafından kabul edildi. Sanat Tiyatrosu’ndan başka Leningrad Tiyatrosu da oyunu sahnelemek için Bulgakov’la anlaşma yaptı. Leningrad’da provalara bile başlanmıştı. Birden, tiyatro yöneticileri yazara, karar değiştirip oyundan vazgeçtiklerini bildirdiler.
Bu, Molière’e vurulan ilk darbeydi. Ortada hiçbir resmî neden yoktu. Tersine, Repertuvar Komitesi’nin onayı oyunun her yerde oynanabileceği anlamına gelirdi. Tiyatro da yazılı anlaşma imzalamış, yazara avans bile vermişti. “Yukarı”dan hiçbir baskı gelmemiş, basında da oyun hakkında hiçbir kötü yorum çıkmamıştı. Leningrad’ın bu kararı vermesinin nedenlerini kestirmek güç; ama sahnelenmesinden çok önce, oyunun çevresinde yavaş yavaş birtakım kuşkuların doğduğu, bir kötü niyet havasının estiği bir gerçek. Sanat Tiyatrosu’nun da oyunu sahneye koymakta çok ağır davranması, çelişkili yorumlara yol açıyordu. Provalar ve yukarıda sözünü ettiğim Gorçakov’la tartışmalar bu atmosfer içinde geçti. Yine Gorçakov’un anlattığına göre, Stanislavski, ara sıra sahneleme çalışmalarına da karışmaktaydı. Stanislavski, görüşünü ortaya koyduğunda kendi yorumuna sadık kalınması için diretiyor, Bulgakov’un içinde bulunduğu güç durumu anlamak istemiyordu. Bulgakov bu yüzden Stanislavski’ye kinlendi, kızdı ve onunla hep küskün kaldı.
Sonunda 15 Şubat 1936 günü oyunun galası yapıldı. Ama ancak yedi temsil verildi. 9 Mart 1936 günlü Pravda’da, “Dışı yaldız, içi yanlış” başlıklı yazı çıktı ve halktan ilgi görmesine karşın oyun afişten indirildi. Başka gazetelerin öldürücü eleştirileri de var elimde. Ama yazarın ustalığından söz eden Gorki’nin yazısını da saklıyorum. Gorki yazısında, “Bulgakov, hayatının son yıllarını yaşayan Molière’in eşsiz bir portresini çizmiş,” diyordu. “Kişisel sıkıntıları nedeniyle şöhretin ağırlığı altında ezilen Molière’in…”
Oyun, günümüze kadar bir daha sahneye konmadı. Yazarın ölümünden ancak yirmi iki yıl sonra okur, Bulgakov’un oyunlarını –“Turbin’in Günleri”, “Yarış”, “Son Günler”, Don Quijote (İskutsvo, 1962)– bir araya getiren kitapta, Molière’i, “Yobazların Oyunu” olarak eski adıyla okuyabildi.
9 Mart, Bulgakov için bir yas günü oldu. Beni görmeye gelmişti. Sakin görünüyordu, para sıkıntısı içindeydi, benden öğüt istiyordu. Molière’in afişten indirilmesi, onu parasal yönden de güç durumda bırakmıştı. Borçları vardı ve bu oyuna çok güveniyordu. Oysa oyun sahnelenmeyecekti.
Oyunun yaratıldığı bu zorlu süreçte ve birkaç gün süren temsiller sırasında, Bulgakov, Jurgaz Yayınları için Molière üzerine bir de kitap yazdı. O sıralar bu yayınevi “Ünlü Kişilerin Hayatı” adlı bir dizi yayımlıyordu. Dizinin çizgisine uymadığı gerekçesiyle roman da geri çevrildi. Yayınevinin danışmanı bazı bölümlerin altını çizmiş, yazara, kitaptaki anlatıcıyı kaldırmasını öğütlemişti. Ona göre bu adam ahlaksızdı. Kralcı eğilimleri vardı, yatak hikâyelerinden hoşlanıyor ve kuşkulu kaynaklardan yararlanıyordu. Danışman, “Onun yerine, ‘ciddi bir Sovyet tarihçisi’ koymak gerekir,” diyordu. Bulgakov, tarihçi olmadığını söyleyerek kitabı değiştirmeyi reddetti.
Oyunu gibi Bulgakov’un bu romanı da 1962 yılında gün ışığına çıktı. Sonradan Molodoya Gvardiya Yayınları’na geçen “Ünlü Kişilerin Hayatı” dizisinden yayımlandı hem de. Bu dizi son birkaç yıl içinde büyük önem kazanmıştı. Biyografik bilgilerin kullanılışıyla ötekilerden ayrılan, bir sürü ilginç kitap çıkıyordu artık aynı dizide. Bulgakov’un kitabı dizinin “çizgi”sine uygundu, ama yazar, kitabının basılışını göremedi.
1935 yılında Bulgakov’un çevresine büyük bir sessizlik çöktü. Öyle bir sessizlikti ki bu, insanda isyan isteği uyandırıyordu.
“Turbin’in Günleri”nin program sayfasından başka yerde adı geçmiyordu Bulgakov’un. Sanat Tiyatrosu’yla ilgili yazılarda da adına rastlanmıyor, ne broşürlerde ne elkitaplarında boy gösteriyor ne de kendisiyle yapılmış bir konuşma çıkıyordu. Elbirliğiyle hasıraltı edip onu unutturmaya çabalıyordu bazıları.
Sanki ölmüş, sanki hiç yaşamamıştı.
Unutuldu, adının üstüne bir çizgi çekildi.
Evi boşaldı, gelenlerin sayısı azaldı. Dostu denebilecek, dehasına hayran olduklarını söyleyen kişilerin birçoğu elini eteğini çekti. Telefonu neredeyse hiç çalmıyordu.
Bulgakov’un yalnızlığı en çok hissettiği dönemdi bu. Boğuşup duruyordu. İş hayatındaki felaket özel hayatındaki krizle aynı zamana denk geldi.
Ne yapacağını bilmez halde, beni görmeye geliyordu. Yanakları al al, konuşmaya başlıyor, ama çabucak sözü değiştirip daha önemsiz konulara atlıyordu. Gerçek bir konuşma yapamıyorduk. İşe yarar bir şey çıkmıyordu ağzından.
Kimsenin haberi olmadan, hayatına biri girmişti bile. Bu insan ona çok yakındı. Bulgakov da onu çok seviyordu. Ama bir arada yaşamaları olanaksızdı. Çok kişinin kederi söz konusuydu. Gizli saklı da olsa, buluşamıyorlardı. Sonra her yer karardı. Sanki dünya sonsuza dek kapkara kesilmişti. Ama susmak zorundaydı. En yakın dostuna bile sevdiğinin sözünü edemezdi.
Olanları anlatma hakkını kendimde bulamıyorum. Hepsi çok özel.
Bu olayla kuşku, umutsuzluk ve heyecan içindeki adam, uzlaşmaz kişiliğinin sağlamlığını ortaya koydu. Gerek yazar, gerekse insan olarak sarsılmaz karakterini gösterdi. Bay Prişvin, bir gün şöyle demişti: “Sakın, yazarın bütün ustalığı kişiliğinde olmasın? Bu konuda bir kitap yazılabilir.”
21 Ocak 1932 günü Bulgakov, P. S. Popov’a şu mektubu yazıyordu:
Ey sevgili dostum,
“Ne yemeli?” diye soruyorsun bana? Jambon belki ama kuru kuruya gitmez. Hava kararırken eski bir kanepenin üstünde, eski ve sadık eşyaların arasında yemeli jambonu. Köpek, sandalyenin yanında yere oturmalı, tramvayların sesi duyulmamalı. Şu anda saat sabahın altısı ve tramvayların gürültüyle depodan çıkışları geliyor kulağıma. Uğursuz viranem tepeden tırnağa sallanıyor.
En zoru yalnızlıktı.
Ama yazmayla ilgili sorunlarının da çözülmesi gerekiyordu. Bulgakov, ilkeler uyarınca eserleri geri çevrilen işsiz bir yazar durumundaydı. O zaman kesin bir yol seçti: Hükümete mektup yazdı. İçtenlikle kaleme alınmış, namuslu bir mektuptu bu. Yazar olarak düşünmeye ve her şeyi kendi gözüyle görmeye hakkı olduğunu belirtiyordu mektubunda. Bu yapılamazsa yazmanın hiçbir anlamı kalmazdı. Stalin, Bulgakov’a telefon etti, o günden sonra da telefonu durmadan çalmaya başladı. Tiyatrodan çağrıldı. Yönetmen yardımcısı ve edebî danışman olarak tiyatroya alındı.
Böylece kişisel sorunları çözülmüş oldu.
Bulgakov’un özel hayatı hakkında, ancak kendi sözlerini aktararak bilgi verebilirim. Usta ile Margarita romanının bu bölümünü otobiyografik bir itiraf saymamak gerek. Yine de buraya aldığım metinde, Bulgakov’un yaşadıkları uzaktan uzağa seziliyor sanki:
Karanlık bir sokağın köşesinde bir anda bitiveren bir katil gibi, aşk önümüze dikildi; ikimizi de bir vuruşta devirdi! Yıldırım da böyle çarpar adamı, hançer de böyle saplanır! Sonraları o, böyle olmadığını, çok uzun süredir, birbirimizi hiç tanımazken kendisinin başka bir erkekle yaşadığını ve birbirimizi hiç görmediğimiz halde ezelden beri seviştiğimizi söyledi…
… Evet, aşk yıldırım gibi çarptı bizi. Aynı gün, bir saat sonra, geçtiğimiz yolların hiçbirini görmeden Kremlin duvarlarının dibindeki rıhtımda buluştuğumuz an bunu anladım…
Sanki daha bir gün önce birbirimizden ayrılmışçasına, yıllardan beri tanışıyormuşuz gibi konuşuyorduk… Ertesi gün aynı yerde, Moskova Irmağı kıyısında buluşmaya karar verdik. Buluştuk da!.. Mayıs güneşi bizi ışığa boğuyordu. Ve kısa, çok kısa bir süre sonra bu kadın, gizlice karım oldu.
… İlişkimizi bilen yoktu. Size yemin ederim. Gerçi böyle şeyleri gizli tutmak imkânsızdır. Oysa ben bundan eminim. Kocası da habersizdi benden, aile dostları da. Zemin katını kullandığım eski evdekiler, bir kadının bana geldiğini biliyorlardı elbette ama adını bilmiyorlardı.
Bu aşk öyküsüyle çok ilgilenen İvan, “Peki, kim bu kadın?” diye sordu.
Ziyaretçi bunu hiçbir zaman söylemeyeceğini belirten bir işaret yaptı…
Her şey açığa çıkınca Bulgakov, Furmanov Geçidi’ndeki yeni bir eve taşındı. Gerek içten, gerekse dıştan, hayatı değişmişti. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Yeni evine ilk gittiğimde tetikteydim. Kendimi her şeyin çok güzel, hatta biraz da sahte olduğu yemek odasında buldum. Sağdaki kapıdan yatak ve çalışma odasına geçiliyordu. Soldaki bir başka kapı ise küçük Seriyoşa’nın odasına açılıyordu. Kitaplar koridora yerleştirilmişti, kitapları adına bu biraz acı geldi bana. Her şey tertemiz, pırıl pırıldı. İçine yeni yerleşilmiş, aslında daha kimsenin doğru dürüst oturmadığı bir ev gibiydi. Hizmetçi mutfaktan çıktı ve hemen evin hanımından kesin bir emir aldı. Sonra evin hanımı bana döndü, ciddi yüzünde dostça, konuksever bir ifade belirdi. Uzun süredir evlerine girip çıkan biriymişim gibi davrandı bana.
“Az sonra yemek yiyeceğiz,” dedi. “Mişa banyoda.”
Rahat görünmek istiyordu, ama onun da tetikte olduğunu fark ediyordum. Bulgakov’un, “önceki hayat”ından kalma “az sayıdaki dost”unu kaçırmamaya çalıştığını, bana da içtenlikle yakınlık göstermeye çabaladığını seziyordum. Eski dostların çoğunun kadını benimsemediğini, en azından bu konuda çok zor adım attıklarını biliyordum.
Özenli bir sadelikle giyinmişti. Çevresindeki her şey de özenliydi. Masanın üstünde yaldızlı balık desenli mavi tabaklar, yanlarında, aynı renk biri küçük biri büyük bardaklar. Meze ve kızarmış ekmek dolu dar bir tepsi. Üzülerek, “Benim küstah Bulgakov’um öldü, burjuvalaştı,” dedim kendi kendime.
Derken Bulgakov göründü. O eski, örgü başlığını kafasına geçirmişti. Altından çıplak bacaklarının göründüğü, kirli, mor ropdöşambrı sırtındaydı. Yatak odasına yönelirken eliyle bana bir işaret yaptı ve kapının ardında kayboldu. Bir saniye sonra yeniden göründü, göz kırparak, “Sen havaya gir, ben az sonra geliyorum,” dedi.
O tanıdık bildik Bulgakov’du ama aynı zamanda başka biri oluvermişti. Son aylarda dikkatimi çeken, beni kaygılandıran sinirliliği geçmişti. Birden her şey değişmiş, tehlikeler ve tehditler kaybolmuş, işler yoluna girivermişti.
Gerçekte ise, durum hiç de öyle değildi. Sonradan anladığım kadarıyla, yeni ve önemli bir yaşama nedeninin ortaya çıkmasıydı onu değiştiren. Artık bir evi vardı, bu ev onun kuşkuları ve umutlarıyla soluk alıyor, yaşıyordu. Burada her gün, her saat, harcanmış biri değil, çok önemli bir iş yapan, hiçbir iktidara bağlı olmayan, yeryüzündeki yeri ve yazarlık yeteneğinden kuşku duyulmayan biri olduğunu hissediyordu. Ülkesinde, ülkesinin edebiyatında hakkı olan yeri kimse elinden alamazdı.
Bunun nasıl gerçekleştiğini sık sık kendime sordum. Yalnız aşkın gücü değil, aynı zamanda hayatın gücü, sevince, kendini ifade etmeye duyulan susuzluktu bu şaşırtıcı “mutluluk yaratma” yeteneğini doğuran. Hem de, en güç koşullarda bile.
İnsanın güvenini yitirip tepetaklak yuvarlanmasının kolay olduğu kriz günlerinde, kendini üzüntünün kollarına bırakıp bir kurban olarak görmesinden, her şeyden büyük bir acıyla söz etmesinden daha kötüsü yoktur.
Bütün düşman güçlere meydan okurcasına, mutluluk doluydu evleri. Oysa Bulgakov’un borçları, belirsiz bir geleceği vardı. Evin hanımı gayretliydi, tatlı bir bilinçsizlik içindeydi. Ve hayat yıldırıcı olmaktan çıktı. Bulgakov biraz kendini düşünebildi, yaşayabildi, yaratıcılığının temel taşlarından olan muzip yanını koruyabildi. Mutluluk bazen ufacık şeylerle başlar… İnsan yeniden yazar olmanın güvenine (ve de kişisel bir mutluluğa) kavuşunca hayat devam eder.
Her şeye karşın yaşıyor, çabalıyordu. Yaratıcı güç onu terk etmiyordu.
On yıl boyunca, durmadan, büyük bir roman, sonunda beş yüz daktilo sayfası tutan Usta ile Margarita üzerinde çalıştı. Hayatının son gününe kadar, romanı yeniden okuyup üzerinde değişiklikler yapmaya devam etti. Ama bir tek gün bile yayımlanacağı konusunda umut beslemedi. Aynı zamanda da (ilk adı “Bir Ölünün Notları” olan) “Tiyatroluk Roman” üzerinde çalışıyordu. Tuhaf kişiler ve gözlemlerle dolu, neşeli, alaycı bir kitaptı bu. Bulgakov’un düzyazılarını daha yeni yeni yayımlamaya başladılar. “Tiyatroluk Roman” 1965 yılında, Novi Mir dergisinin sekizinci sayısında çıktı. Bulgakov, bir yandan tiyatro çalışmalarını da sürdürüyordu. 1931’de “Adem ile Havva” adlı bir güldürü yazdı. Onun ardından yine Molière’in bir konusu4 üzerinde çeşitlemeler sayılabilecek “Müsrif Bay Cordan”, 1932’de bitti. 1934 yılında “Mutluluk”, 1935’te ise İvan Vasilyeviç’i kaleme aldı. Kendisi hayattayken oyunlarının sahnelenmesi söz konusu olduğunda, ülkemizde sık görüldüğü gibi, yönetmenler, uçlar arasında gidip gelirlerdi; oyuna hayran olduklarını söyleyip Bulgakov’un peşini bırakmaz, sonra birden kayboluverirlerdi. Yazar, dosyası koltuğunun altında, yapayalnız kalırdı. Bütün oyunlarının başına aynı şey geldi. 1935 yılı sonunda Puşkin’in hayatıyla ilgili “Son Günler”i bitirdi. 1938’de Don Quijote tamamlandı. Bunların sahnelenme şansı var gibiydi. Yanılmıyorsam Puşkin, Vartangov Tiyatrosu’na önerilmişti önce. Oyun bir süre orada bekledi (tıpkı Don Quijote için de yapacağı gibi, Williams, dekor eskizlerine başlamıştı), sonra Sanat Tiyatrosu’na nakledildiği bildirildi. Bu çok iyi bir işaretti ama Sanat Tiyatrosu sahneleme işini ağırdan alıyordu; Puşkin, yazıldıktan sekiz, yazarının ölümünden de üç yıl sonra V. Stanitsin ve V. Toparkos tarafından seyirciye sunulabildi. Don Quijote daha çabuk çıktı ortaya. Leningrad’ın Puşkin Tiyatrosu 1941’de oyunu sahneye koydu (yönetmen Kojiç’ti); Moskova’nın Vartangov Tiyatrosu ise yine 1941’de Nisan ayında sahneledi (İ. Rappoport’un sahne düzeniyle). Yani yazarın ölümünden bir yıl sonra. Bulgakov, iki temsili de göremedi.
Neredeyse elli yaşına basacaktı ama hâlâ sağlam bir zeminde çalışmıyordu. Ayaklarının altındaki her şey sallanmaktaydı. Yeni giriştiği işlerin hepsinin karşısına gittikçe daha fazla engel çıkıyor, eserlerinin yayımlanması olanağı artmıyor, aksine azalıyordu. Ama o bütün bunlara eskiye göre daha rahat katlanıyor, hatta bundan içten içe gurur duyuyordu.
Hemingway, “Yaratıcının yaratmaktan başka kaygısı olmamalı,” der. Bulgakov yaratıcılık tutkusundan yoksun değildi.
Çevresinde gerçek bir sessizlik ağı örülen, “Turbin’in Günleri”nden başka bir tek oyunu bilinmeyen, 1920 yılından beri tek satırı yayımlanmayan bu yazar, yazarlık hayatının gözle görülür biçimde kesintiye uğramasına aldırmıyor; kendi düşüncesiyle, kendinden istediği ve beklediği şeylerle dolu bir dünyada yaratıcı olarak yaşamaya devam ediyordu. Oysa bugün, zamanında neredeyse varlığı unutulmuş olan Bulgakov, tiyatro ve edebiyat dünyasında gitgide artan bir ün ve nüfuza kavuşuyor.
Hayır, bir gün bile pes etmedi.
Dünyası, sonunda kendi dört duvarıyla sınırlandı; eserleri birbiri ardınca çalışma masasının gözlerine atıldı. Ama yazarlık hakkını, yüreğinde gerçekten yaşayan ve kafasından her tür uzlaşmayı uzaklaştıran şeyle yazma hakkını elde etmek için mücadelesini sürdürüyordu. Bu uğurda o çevrelerle ilişkilerini kesmiyor, senaryo, çeviri ve başkalarının yazdığı oyunların düzeltilmesi işlerini, mucizevi şekilde koparabiliyordu. Hesapları ve düşünceleri gerçekleşmezse başka hesaplar yapıyor, başka şeyler düşünüyordu…
“Anlaşılan, becerikli biriymiş Bulgakov!” Bana bu sözleri, yazar N.A. Zabolotski söyledi. Tiflis yakınlarında Saguramo’da komşuyduk. Orada Gürcü yazarlar için küçük bir dinlenme evi vardı. Savaş sonrası, 1946 yılıydı. İkimiz de maddi güçlükler içindeydik, Kafkasya’da istediğimizden çok kalmaya mecbur olduk. Haftada bir gün, hazırlamamız gereken sayfa sayısını tamamladığımızda (neyse ki Gürcü dostlarımız sayesinde işsiz kalmıyorduk) Gürcistan askerî yolu üzerinde, Mtzşet yakınındaki küçük bir otelin lokantasına gidiyor; fıçı kokan, tadı biraz buruk, roze şaraptan içiyor, doğduğum yerdeki ırmaklardan, kayın ağaçlarımızdan, yitirdiğimiz dostlardan üzüntüyle söz ediyorduk. Sonra ay ışığında, cümbüş yapıp içkiyi fazla kaçırmış zanaatkârlar gibi, yeniden dağımıza tırmanıyorduk.
Zabolotski, merakla, “Anlaşılan becerikli, işini bilen biriymiş Bulgakov!” dedi.
“Bana göre öyle.”
Biraz rahatlayarak içini çekti: “Hep böyledir zaten. Doğa her canlı varlığı, özellikle de insanı koruyacak bir yol bulur her zaman; üstelik insanın bazen ona efendilik taslamasına karşın. Kişiliğimiz beş yaşında oluşur, bundan eminim. Sonradan, kişiliğin üstüne zırh gelir. Savunacak bir şey olsun yeter. Hemen uyum yeteneği ve korunma içgüdüsü ortaya çıkar; herkes için aynı olmaz belki ama bizim için kaçınılmaz bir şey bu.”
“Bunu iyi bir şey mi sanıyorsunuz?”
“İyi de söz mü, mükemmel!” diye bağırdı sevinçle. Sanki kendi sorunlarının yarattığı durumu sonunda anlamıştı ve tanımlıyordu.
Bulgakov zaman zaman hızlanarak, atılımlar göstererek çalışırdı, sonra bir çeşit bitkinlik çökerdi üstüne. Tıpkı Kyklop' la ve öldürücü şişiyle boğuşan Molière gibi, rakibiyle baş başa kalırdı. Bir edebiyat şövalyesi olmayı düşlüyordu. Derken zihni yeniden uyarılırdı. Hayır, hiç uzun sürmezdi durulması, bir an gelir, ansızın ileri atılıverirdi.
Ama örnek bir çocuk olmak isterdi. Çocukluk izlenimleri belleğinde hep hazırdı: sabahları yakılan sobalar, keçe çizmelerini sürüyerek yürüyen kâhya, salonda anneyle babanın konukları, ancak bayram günleri yakılan, beyaz ışığı çocukların odasına kadar süzülen asetilen lambaları, tiyatroya gitmek için giyinen anne… Sağlamlık, rahatlık, aynı zamanda da yorgunluk duygusu veren bütün o anlar. Kievli bir profesör olan babasının evinde her şey ciddi ve sadeydi. Burjuva lüksünden de uçlara varan düşüncelerden de nefret eden, tipik bir devrim öncesi Rus aydınının evi… Bulgakov örnek bir çocuk olmayı istemişti.
Yitik çocukluğunun havasını bulmak için gösterdiği bütün çabalara karşın, onda, her şey ters sonuç veriyordu: babası gibi wint5 oynamak, dost ziyaretlerine gitmek… Bütün bunları çok kısa bir süre, başarıya ve belirli ölçüde bir parasal rahatlığa kavuştuğu yıllarda, hayatının başlarında yapabildi.
“Mahzun bir papazın kafası ve Aristophanes’in kalemi vardı onda…” P. Viazemski’nin Gogol’den söz ederken yazdıkları Bulgakov için de düşünülebilir.
Bulgakov’un özgün bir yazar oluşu, iftiraları destekliyordu. Olağanüstü gözlem yeteneği, gerçekçi düzyazının sınırlarını sık sık aşmaktaydı. Hayali, konusunun çevresinde bir iblis gibi dolanıyor, düşüncesi en beklenmedik biçimlere giriyordu. Her şey onda bir anda dev boyutlara erişiyor, günlük hayatın bütün ayrıntıları doğaüstü olaylara dönüşüveriyordu. Bu yanıyla, çok sevdiği Gogol gibiydi. Gogol geleneği iki yanlıdır, biri Palto adlı öykünün Gogol’ü, öbürü ise Burun adlı öykünün Gogol’ü. V. Kaverin, insanın Bulgakov’da her an, Gogol’ün Burun’unun ortaya çıkıvermesini beklediğini söylüyor…
Bu dünyada olup bitenler bazen ne kadar da saçma oluyor. İnsan şunu, bunu, bir başka olayı kabul edebilir elbette. Hatta en akla gelmeyeni bile… Hem sonra saçmalığın bulunmadığı bir yer var mı? Ne denirse densin bu tür olaylarla karşılaşılabilir. Seyrek de olsa karşılaşılabilir.
Usta ile Margarita’nın, özellikle Şeytan’ın elini kolunu sallayarak Moskova’da dolaştığı bölümlerini okurken insan, Burun’un sonsözünden alınan bu satırları hatırlıyor.
O sıralar Bulgakov gelişip olgunlaşmıştı. Benimsediği tavırdan onu caydırmak artık olanaksızdı. Evinin çevresinde hep fırtına kopuyordu ama içerisi neşe doluydu.
Şen bir evdi orası. Günümüzde olsa yine herkese açık olur, tartışmak ya da dinlemek için sürüyle insan oraya giderdi.
Bulgakov’un evinde, çay içmek için masanın çevresinde toplanıldığında genel konulardan söz edilemezdi. Ev sahibi, oracıkta bir oyun yaratır, hayatın ta kendisi olan bu oyunda, rolleri konuklarıyla paylaşırdı. Bulgakov’un böylesine dar bir dinleyici topluluğuna hitap etmesi ne yazık! “Tiyatroluk Roman” kişileri, böylesine büyük bir ustalıktan, yaratma yeteneğinden doğmuş olmalı.
Hiç kuşkusuz ona zor gelen tek şey, böylesine ateşli bir yaratıcılıkla yazdıklarının çevresinde oluşan sessizlikti. Yazarlık çalışmalarından sansasyon yaratmak için değil, ciddi olarak söz edilmesini isterdi. Ama sevdiği türden eleştirmen yoktu.
Bir keresinde bana gelip büyük bir sevinçle, “Sonunda bir şey çıktı işte,” dedi. “Bakın, burada…”
Pek çok yerini kırmızı ve mavi kalemle çizdiği, bir dergi yazısını gösteriyordu:
Geniş bir okuyucu kitlesi eserlerini okuyordu ama eleştirmenler ona karşı küstahça bir suskunluğu yeğliyorlardı. Ona, zamanla herkesin benimsediği, türlü nitelikler yakıştırılıyordu: Onun hakkında, ruhlarla ilişki kuruyor, gelecek çağları görüyor ya da sadece delinin biri, diyenler vardı. Ama kafası akıl almaz bir duruluktaydı, pratikti. Gelecekte eleştirmenlerin kendisi için söyleyeceklerini önceden kestirebiliyordu… İlk bakışta yöntemi zıtlıklarla dolu gibi görünürdü; görüntüleri, akıl almaz bir gülünçlük ve gerçekçi genelleme arasında gidip gelir, Şeytan’ı Berlin sokaklarında dolaştırırdı…
Bulgakov, kendinden geçerek kollarını kaldırdı. “İşte eleştiri diye buna derler. Sanki, daha yayımlamadığım romanı okumuş gibi. Değil mi? Sanatı bir çeşit savaş hünerine çevirmiş, gerçekte çirkin olan her şeyi hicivle öldürüyor.”
Bulgakov’un, metni pek az değiştirerek okuduğu bu yazı (“Edebiyat İncelemeleri dergisi”; yıl 1938, sayı: 5) P. Mirimski’ nin kendisiyle hiç ilgisi olmayan, “Hoffmann’ın Toplumsal Hayalciliği” başlıklı makalesiydi. Bulgakov, Mirimski’nin bu gözlemlerinde kendine değen bir şeyler hissetmiş, böylece bana, pek de gülünç bulmadığım bu şakayı yapmıştı.
Pek gurur duyduğu kendi eserleriyle değil, sipariş üzerine yazdıklarıyla geçiniyordu. Yine de, düşünceleriyle zevklerine ters gelen konuları hiç kabul etmezdi. Karnını doyurmak için edebiyat yapmak onu pek üzmüyor, bu konuda ondan beklenmediği kadar sabırlı davranıyordu. Bu işle uğraşırken de Ressam Favorski’nin iplik makaralarına etiket çizmesindeki gibi, büyük titizlik gösteriyordu. Operalar için sözler yazarken öylesine kendinden geçerdi ki hem bestecinin, hem de şarkıcılarla orkestranın yerini alırdı. Piyano çalar, şarkılar söyler, gelecek operasının uvertürünü çaldığını düşleyerek orkestrayı ustalıkla yönetirdi. Bütün bunlar onu çok eğlendiren şeylerdi.
“Tiyatroluk Roman”ında bir kibrit kutusu içinde kıpırdanıp konuşmaya başlayan gölgelerden söz ederken tiyatroya duyduğu büyük tutkuyu çok iyi tarif etmişti.
Oyunları, daha çalışma masasının üstünde yaşamaya başlardı.
Sinema çalışmaları da oldu. Mosfilm’e Gogol’ün Ölü Canlar’ını, Ukraynfilm’e ise Müfettiş’in uyarlamasını yaptı. Ölü Canlar’ı beyazperdeye uyarlarken eser üzerinde Sanat Tiyatrosu için düşündüklerini gerçekleştirmek istiyordu. Ama bunun olanaksızlığını hemen anladı. İşi sipariş edenin zevkine uymak zorunluydu. Bütün yapabileceği, Gogol’e fazla ihanet etmemeye çalışmaktı artık.
Sinema işinde çalışırken sık sık olduğu gibi, onunla tartışmak için gelen sinemacıları evinde ağırlardı. Hem Kiev, hem de Moskova’daki yönetmen, onunla yakın işbirliği içinde bulunmak istiyorlardı. Bulgakov, gürültülü iş koşullarına bir türlü alışamamıştı: O sessizliği severdi.
Kendini işine bütünüyle verebilmek için perdeleri kapar, mumları yakardı… Kalın defterlere, büyük harflerle, fazla bastırmadan yazardı… İşi bırakacağı âna kadar başkalarının onu rahatsız etmesine, omzunun üstünden bakmasına dayanamazdı. Yazı yazan pek çok kişi gibi, bu biçimde çalışmaya alışmıştı.
Bir düşünce doğmuş, yaratıcı güçle yeni yeni çalışmaya başlamışken içeri girdikleri, onu rahatsız ettikleri oluyordu… Onu kurtaran tek şey, bitip tükenmeyen şakacılığıydı. Üzerine aldığı iş yorucuydu, bütün bunlara karşın Bulgakov, iki yönetmenle yine de çok iyi ilişkiler içindeydi. Daha önce görüldüğü gibi, “prodüksiyon planı” konusundaki “ısrarlar” olmasa iki uyarlama da kolayca bitecekti.
Bu, “karın doyuran edebiyat"tan başka Bulgakov’un bir işi daha vardı. Sanat Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcılığı yapıyor ve bu sıfatla birtakım oyunlar sahneleme fırsatını buluyordu. 1936 yılında, edebî danışman olarak Bolşoy Tiyatrosu’na geçti. Bu değişikliğin nasıl olduğunu bilmiyorum. Sanat Tiyatrosu’ndaki durumunun pek rahat olamayacağını seziyordum. Yazar olarak oldukça hayal kırıklığına uğramıştı. Sanat Tiyatrosu’yla ilişkileri çalkantılıydı. İnsan ve sanatçı olarak pek çok sürtüşme yaşıyordu; ama yine de, bütün bunların dışında Sanat Tiyatrosu onun tiyatrosuydu; Bulgakov’la aralarında kan bağı vardı, diyebiliriz. Hayatının son günlerine kadar bu tiyatrodan çok kişiye minnet besledi. Her şey bir yana, o insanlar da Bulgakov’u kendi yazarları, içlerinden biri saydılar.
Tiyatroyu hiç bırakmadı ama “memur” olmaya bir türlü alışamamıştı. Ona göre yazar, mutlak bir bağımsız olmalıydı. “Memur” yazar, bir yerde dizginleri başkasına kaptırmış demekti.
1932 yılında, daha memurluk yaptığı sıralar Sanat Tiyatrosu’nun isteğiyle Gogol’ün Ölü Canlar’ı üzerinde çalışmaya koyuldu. P.S. Popov’a şunları yazıyordu:
Ölü Canlar!.. Dokuz gün sonra kırk bir yaşında olacağım. Korkunç bir şey. Yazarlık hayatımın sonunda, bana uyarlamalar yaptırıyorlar. Dehşet içinde, kitaplığımın raflarını gözden geçiriyorum: Turgenyev, Leskov, Brogauz-Efron… Yarın acaba hangisinin eserlerini uyarlamamı isteyecekler?
Pek aklı yatmadan işe koyuldu: “Ölü Canlar’ı uyarlamak olanaksızdır. Bu eseri iyi tanıyan bir adamın sözünü dinleyin.” Kendisine kötü bir oyun oynandığını, var olmayan bir oyunda rol verildiğini kabul ediyordu. Ama tiyatroya kısa süre önce girdiği için, hayır diyemezdi.
Önce Bulgakov çok değişik bir uyarlama yapmayı düşündü. Aslında, kendi başına anlamı olan, bağımsız bir oyun ortaya çıkarmak istiyordu. Olay, Roma’da geçecekti. Ama bu buluş tiyatronun hoşuna gitmedi. Tiyatronun görüşü fazlaca akademikti. Belki de tiyatro haklıydı: Ölü Canlar konusunda bu kadar rahat davranılmasını kabul edemezlerdi. Bulgakov sonunda Gogol’ün eserine çok yakın bir oyun yazdı; iyi oynanan, günümüzde de zaman zaman sahneye konan güzel bir seyirlik.
Bu başarı ve Gogol’e duyduğu büyük sevgi bile, Bulgakov’un yaptığı işten hoşnut kalmasını sağlayamazdı. Yine de, biraz gururlanarak, “Zanaatkâr gibi davranmak güç şey,” derdi. “İnsanın basit ve içten duygularını, hatta bazen bütün duygularını susturması gerekiyor…”
Bolşoy Tiyatrosu’nda bir konuk, opera sözlerinin edebî değerini artırma işinde çalışacak profesyonel, bağımsız bir yazardı. Müziği ve operayı sevdiğinden Bolşoy’da kaldığı sürede sıkılmadı. Hiç beklemediği bir sırada, yaldızlı koridorlarında geleneksel ve çağdaş tiyatro sanatını yansıtan bu dev kuruluşta görev aldığına hoşnuttu.
Siyah elbise, papyon kravatla Bolşoy’a gidip devrim öncesinin sahneleme anlayışıyla Aida’yı dinlemekten hoşlanırdı. Genellikle tek başına olur, canı sıkkın müzisyenlerle insanı duygulandırmayan ikinci sınıf oyuncuların rol aldığı bu eski seyirliği severdi. Bir konuşma sırasında sanat konusu açılırsa “tutucu” görünmekten hoşlanır, bununla çok eğlenirdi. “Üzerinde küçük meleklerin uçuştuğu ağır ağır kalkan perdeleri severim,” derdi. “Günümüzde perdesiz oynuyorlar.”
Meyerhold’un ne kulisi, ne perdesi ne de dekoru olan, seyircilerin oyunculara ve üç yandan çevreleyecekleri sahneye karışacağı bir tiyatro yaptırmayı düşünmesi karşısında şaşırmış, ürkmüştü. “Üzücü,” diyordu. “Tiyatronun bütün gizliliği yok olacak… Bense tiyatroya, eskiden taşrada olduğu gibi, perde aralarında çalacak bir orkestra sokmayı düşünüyordum…”
Oysa böyle konuşan adam, şaşılacak kadar geniş görüşlüydü. Yenilik taraftarıydı. Tiyatro için daha fazla çalışma fırsatı bulsaydı, biçim ve tür yönünden birbirinden değişik, sürüyle oyun yazabilirdi. Oyunlarını yeniden okuyun, göreceksiniz. Ya romancılığı…
Usta ile Margarita romanı karşıtlıklar üzerine kurulmuş, birbirine taban tabana zıt iki ayrı yönde yazılmıştır.
Tarihî bölümde, İsa’yı yargılamak üzere Kudüs’e gelen Pontius Pilatus’un serüveni anlatılır. Bütün olaylar; Golgota Tepesi’ne çıkış, İsa’nın çarmıha gerilişi belirgin, gerçekçi bir dille çizilmiştir. İkinci bölümde karşımıza 1920’li yılların Moskovası çıkar; bazı işaretler, aslında, çok daha sonra geçen olaylara da işaret eder. Çok rahatça ve kolayca, tıpkı bir öyküdeki gibi başlayan olaylar akıl almaz bir şeye dönüşür, neredeyse bir düş, mantığın kırıntısından yoksun bir kâbus halini alır. Okur, yazarın her istediğini yapmaya izinli olduğu “mantıkdışı”nın içindedir.
İki ayrı bölümde yürüyen yazar, birinden öbürüne, hem dilini hem hızını kesinlikle değiştirir; iki tarzın karşıtlığıyla oynadığı söylenebilir. Çok uzak ve hayalî olan, elle tutulur ve gerçek gibidir. Oysa alışkın olduğumuz gerçekler, trajik, efsanevi bir güldürüye dönüşüverir…
Bulgakov burada, tekniğini açıkça ortaya koyarak “perdesiz” oynamaktadır.
Bulgakov, alışılmış kalıplardan, sakız gibi gevelenen sözlerden, genellemelerden nefret ederdi. Bir gün bir entrika çeviriyormuşçasına kulağıma eğilip şöyle demişti:
“Sergey, düzyazıyı ortadan kaldırmak gerek.”
“Ne?”
“Bir kır görüntüsünü tarif eden bir şey okudum. Çayırların bal kokusu, Volga kıyısındaki uçsuz bucaksız topraklar, ağaçlarda patlayan o alışılmış tomurcuklar, bozkırlar… Hepsinden gına geldi… Bütün bunlar, uzun süredir edebiyat olmaktan çıktı, yapmacıklaştı…”
Düzyazısının anlaşılır, canlı, gerçekçi bir yanı vardı. Gerçekten çağdaş bir yazardı Bulgakov…
Kitaplığında XIX. yüzyıl Rus edebiyatından iyi örnekler yer alıyordu. Aralarında pek az yabancı yazar, buna karşılık çoğu unutulmuş, ama çağının edebî zevki ile törelerini yansıtan bir sürü ikinci sınıf Rus yazarı vardı.
Gogol’ü, Saltikov-Şçedrin’i, Suhovo-Kobilin’i iyi bilir, severdi. Çehov konusunda kayıtsızdı, ünlü yazar onu etkilemiyordu. Dramatik yönden esin kaynağının Çehov olduğu doğru değildir; bu konuda kimileri fazla düşünmeden birtakım yaklaştırmalar yapmışlardır… Bunun nedeni de Sanat Tiyatrosu ve “Turbin’in Günleri”nin havasıdır.
Ben, Rus tiyatro sanatında Bulgakov’un çok ayrı bir yeri olacağı inancındaydım.
Kuru kış günlerinde, özellikle güneş çıktığında Mihail Afanasyeviç bana gelirdi. Mansurov Geçidi’nde, onunkine yakın, ahşap bir evde otururdum. Bizim evden çıkınca, Ostojinka Sokağı’nı (şimdi Metrostyevskaya) geçince doğrudan Moskova Irmağı’na inilirdi. Bulgakov’un kayakları bende durur, gezintilerimiz de hep bizim evden başlardı. O, Amerikan boz ayısı postundan gri yeşil ağır paltosunu çıkarmaz, başlığını kulaklarına kadar indirir, altına da ünlü örgü başlığını giyerdi. Evin avlusunda kayakları ayağımıza takar, yola çıkardık. Metro hattını yapmaya başladıklarından Ostojinka Sokağı hendeklerle doluydu. Yer yer, yolun iki yanını birleştiren tahta köprüler yapılmıştı; buzlu ve kaygan tahta köprüleri geçer, karla kaplı ara sokaklardan yolumuza devam eder, kısa sürede nehre varırdık. O çağlarda Moskova Nehri kayakla geçilebiliyordu. Nehrin altındaki sıcak akıntılar yüzeyde sağlam bir buz kabuğunun oluşmasını önleyemezdi; gece yağan karın altında belli belirsiz seçilen izlerden giderek Vorobiyev Tepeleri’ne hemencecik varılırdı. Biz ya oralarda ya da Neskuçni Bahçesi’nde gezinirdik. Bunun için ortalığın kalabalık olmadığı, özellikle çocuklardan başkasının bulunmadığı hafta arası günleri yeğlerdik. Arada, bir sporcu hızla geçer, kırmızı kazağından başka şey görülmezdi.
“Belki de alışmam gerek artık,” derdi Bulgakov. “Ama bir türlü yapamıyorum. Bana yönelik her kuşkucu bakış beni korkutuyor, yazdığım her sözcüğün yarattığı kuşku ve iftira havası da öyle. Ama yine de bu yalnız bana özgü bir felaket değil, diyorum.”
Soluk almakta gittikçe zorlanan edebiyatımızdaki sorunlara getiriyordu sözü, dönüp dolaşıp.
Resmî edebiyat hayatından atılmıştı (1934 yılında yapılan Yazarlar Kongresi’ne konuk olarak bile çağrılmamıştı), oysa hayatını edebiyattan kazanıyordu. Kısa süre önce edebiyata yeni bir hava getiren pek çok yazarın çalışmasının, her türlü yaşam belirtisinin, tek bir iradenin baskısı ve sesiyle boğulduğunu düşünüyordu hep. Kimileri bir daha sesini yükseltmemecesine susmuştu, öbürleri de jübilelerde ya da uygun zamanlarda söylevler vermekle yetiniyorlardı.
Bu konunun onu çok düşündürdüğünü seziyordum. Katayev’in, Olyeşa’nın, İlf ve Petrov’un başarılarını dikkatle izliyordu. Hepsi de onunla yaşıttı, edebiyata birlikte atılmış, Gudok gazetesinde birlikte çalışmışlardı. Umut dolu, neşeli bir işbirliği olmuştu aralarında. Bu işbirliğiyle de dostlarıyla da çok övünür, içlerinden birinin falso yaptığına inandığında öfkeye kapılırdı.
“Çok şanslısınız,” derlerdi ona. “Safsınız, iç çekişmeler sizi rahatsız etmiyor, en önemlisi sağlığınız iyi. Gıpta edilecek bir durum.”
Bulgakov söylenenlere içtenlikle katılır, “Gerçekten sağlığım çok iyi,” derdi. “Bana hiçbir şey olmaz, haklısınız.”
Böyle diyordu ama, doktor olduğu için, ilk belirtiler daha kendini göstermeden hastalığın yaklaştığını anlamıştı. Bizim bir şeyden haberimiz yoktu, oysa Bulgakov hasta olduğunu biliyordu. Ben onu, hastalık hastası sayma eğilimindeydim. Eczanelere bayılırdı. Kropotkinskaya Caddesi'nde, sık sık gittiği bir eczane vardı. Birinci kata çıkar, taşra eczanelerininki gibi gıcırdayarak açılan kapıyı itip içeri girer, eski bir tanıdık gibi karşılanırdı. Bulgakov ağırdan alır, teker teker ilaç seçerdi. İlaç satın almak, gerçekten çok sevdiği bir işti.
Bir köpeğim vardı: bir base cinsi. Bulgakov’la çok dosttular. Köpek, çevresinde uçarcasına dolaşır durur, ona sırnaşırdı. Bulgakov da köpeği okşar, ellerini kulaklarının arkasında gezdirir, sonra da koşup ellerini yıkardı. Aynı sahne tekrarlanır, sonra Bulgakov gidip yeniden yıkardı ellerini.
Biraz takılırsam küçümseyerek bana bakar, “Hayatını tehdit eden görünmez düşmanlarını silahsız bırakmak için her insan biraz doktor olmalıdır,” derdi. “Polis şefi olsam pasaportları kaldırır, yerine idrar tahlilini zorunlu kılardım.”
Hastalandığımda bana gelmekten gerçekten büyük keyif alırdı. Elinde çantası içeri girer, ateşime bakar, göğsümü, sırtımı dinler, nabzımı yoklar, dilimi çıkarttırıp, “Aaa!” dedirtirdi. Sonra çantasından kupa çekme malzemelerini (kupa, ispirto, pamuk, vantuz, eter ve bir ispirto ocağı) çıkarırdı. Vantuzları yerleştirmekte usta değildi, canımı yaktığı da olur, “Hadi, hadi,” derdi beni susturmak için, “kusuruma bakma sen. Görüyor musun ama nasıl da güzel yapışıyorlar!”
Çok önemsiz konulardan söz ederken yüzünde esrarlı bir bakış belirdiğinde yeni bir şey yazmaya başladığını anlardım. Hemen söylemezdi bunu, sırası gelmeden sormak da boşunaydı.
Evdeyken giydiği eski bir kayak giysisini üzerine geçirip bazı akşamlar beni görmeye geldiği de olurdu. Kapıyı kapatır, “Ne var ne yok?” diye sorar, durmadan yanda kimse olup olmadığını merak ederek konuşmaya başlardı. Beklenmedik bir anda biri gelirse susar ya da dudaklarında dokuz numaralı gülümsemesi (kibar ve terbiyeli görünmek istediğinde takındığı ifadeye bu adı takmıştım) tek tük söze karışırdı. Benden ayrılırken de hakarete uğramışçasına, “Sağ ol, bu ne güzel sürpriz,” derdi. “Bu herif de kim yahu?”
Bir süre sonra yalnız sokağa çıkmak onu korkutur oldu. Artık tiyatroyla ilgili işlerle de, mali sorunlarla da, her şeyiyle Lena ilgilenmeye başlamıştı. Yazdıklarını ve üzerinde sürekli değişiklik yaptığı Usta ile Margarita’nın sayfalarını daktiloya geçiren de oydu.
Kara gözlük takmaya, evinden mümkün olduğu kadar seyrek çıkmaya başladı. Hastaydı ama kimse bunu henüz sezememişti. Yalnız pek keyifli olmadığı, birtakım sıkıntılar çektiği görülüyordu. Gitgide daha fazla kabuğuna çekiliyordu.
Kabuğuna çekilme, içine kapanma huyu hep vardı ama bu ölçüde değil. Daha önce hiç son yıllardaki gibi olmamıştı. Kendi kendisiyle baş başa kalması yüzünden soluk almakta güçlük çekiyordu. Önceleri dış dünyadan uzaklaşması, hayatının parçası olan bir çeşit oyundu. Kendisiyle ilgili bütün yazıları, eleştirileri özenle bir deftere yapıştırırdı. Koca bir cilt olmuştu bunlar, hem ne cilt. Küfürler, hakaretlerle doluydu içi. Bir tek iyi söz, bir tek yüreklendirici yazı yoktu defterinde. Hepsini de büyük bir özenle biriktirir, başkalarına gösterirdi. Ne günlük, ne de not defteri tutardı. Ama edebiyat tarihçisi P.S. Popov’a mektup yazarken yalnız dostluğu değil, biraz da kendini hesaba katar, mektuplarında edebiyat hayatının önemli olaylarından söz ederdi: “Söz verdiğim gibi, fazladan birkaç olay daha kaydediyorum sevgili Pavel Sergeyeviç, vs. vs.” Ne yazık ki, P.S. Popov’un arşivinden, sandığımdan çok daha az bilgi çıktı.
Bulgakov, yazarlığıyla ilgili her şeyi ciddiye alırdı. Kişiliğinin bu özelliği beni şaşırtmıyordu: Onu alçaltan bir şey değildi ki. Hemen her yazarda görülen çok doğal bir durumdu bu. O gizlemek zahmetine de katlanmıyor, kendisi için söylenenlere de önem veriyordu; daha doğrusu, bu noktada çok alıngandı. Düşmanlarını hayatı boyunca unutmadı. Edebiyat hayatına ilişkin her şey onu çok ilgilendirirdi.
Önceleri, bu konuda ona biraz takılırdım. Ama artık her şey kararmış, başkaları görmese bile, hastalık kapısını çoktan çalmıştı.
1939 sonbaharında, Lena’yla Leningrad’a gittiler. Hava değiştirmek, otelde yaşamak, işsiz güçsüz turistler gibi aylaklık etmek niyetindeydiler.
Bulgakov’a ilk kriz Leningrad’da geldi. Çabucak ilerleyen ve üremiye dönüşme eğilimi gösteren bir hipertansiyonun bütün belirtileri vardı onda. Leningrad’daki doktorlar hemen Moskova’ya dönmesini salık verdiler.
Bulgakov, Moskova’ya dönünce yattı, bir daha da kalkmadı.
Döndüklerinin ilk günü, yoklamak için evlerine uğradım. Beklediğimin tersine, çok sakindi. Önümüzdeki altı ay içinde başına gelecekleri bütün ayrıntılarıyla anlattı, hastalığın nasıl gelişeceğini söyledi. Ona inanmadım. Oysa her şey, tahmin ettiği gibi oldu. Aşağı yukarı her gün onu yokluyordum. Hayatının belirli olaylarını büyük bir açıklıkla yazıp saklamak için, ünlü yazarla konuşmaya gelmiş meraklı gazeteci oyunu oynamamızı önerdim.
“Beni kandırıyorsun,” dedi ama razı oldu.
Oyun onu çok eğlendirdi, soru yanıt biçimindeki konuşmalarımızın bazılarını sonradan not ettim. Bu notları yitirdiğimi daha önce de söylemiştim; ama her nasılsa bir sayfası elimde kalmış. İşte elimdeki sayfada yazılı olanlar:
O: Sorularınızla neden canımı sıktığınızı bir türlü anlayamıyorum sevgili yoldaş.
BEN: Bütün insanlık, yaşamınızın ayrıntılarıyla ilgileniyor.
O: Biliyorum, ama soylu kişiliğim beni, sizden olmadığımı söylemeye zorluyor.
BEN: Özel ilgi görmenizin nedeni belki de budur.
O: Söylediğiniz iğrenç bir şey dostum. Ben de “sizinkiler”denim, şaka ediyordum.
BEN: Özür dilerim, ne dediniz? Anlamadım.
O: Dün, edebiyat dünyasına girişim konusunda birtakım sorular sordunuz bana.
BEN: Doğru. Kulak kesildim, sizi dinliyorum.
O: İşte o sıra, kendi başıma çorap ördüm.
BEN : Nasıl?
O: Ah, gençlik gençlik! İlk eserimi sırtımda modası geçmiş bir elbiseyle, saygıdeğer bir yazıişleri odasına götürdüm. O sıra çok güç sayılan işi başarmış, bir elbise bulmuştum kendime. Bir de gülünç kravat takmıştım. Kendimi yazıişleri müdürünün karşısında bulunca gözlüğümü havaya fırlattım, büyük bir ustalık gösterip gözümle yakaladım sonra. Bir yerlerde kelebekgözlüğüm ve arkaya taranmış briyantinli saçlarımla çekilmiş bir fotoğrafım olmalı. Dış görünüşüm yazıişleri müdürünü etkiledi sanıyorum. Ama bu kadarıyla yetinmedim. Yelek cebimden, büyük bir dikkatle büyükbabamın saatini çıkardım, düğmesine bastım, aile yadigârı cepsaati, ulu Tanrı adına “Sion’da Şarkı Söyleyelim”i andıran bir hava çalmaya başladı. Çok sevdiğim, dış görünüşü beni titreten yazıişleri müdürüne bakarak, “Ne oldu?” diye sordum. “Ne olacak,” dedi, “yazdıklarınızı geri alın ve edebiyattan başka neyle isterseniz uğraşın delikanlı.” Ardından doğrularak görüşmenin sona erdiğini belirtti. Giderken telaşlı sekreterine şu sözleri söylediğini gayet iyi duydum: “Bizimkilerden değil.” Bu söz herhalde bana yöneltilmişti.
BEN: Demek bu olayın, yazıişleriyle sonraki bütün ilişkilerinizde kötü rol oynadığına inanıyorsunuz?
O: Sevgili dostum, bu olaya daha geniş bir anlam yüklemenizi öğütlerim. Kişiliğim söz konusu. Cepsaati ve kelebekgözlük, çekingenliğimle baş etmeme, bağımsızlığımı ortaya koymama yetmeyecek güçsüz silahlardı.
BEN: Biraz daha ileri gidelim. Sizi tiyatroya yönelten ne oldu?
O: Para ve ün tutkusu. Çocukluğumdan beri, seyirci tarafından sahneye çağrılmayı hayal ederdim. Düşümde darmadağınık saçlarla çevrili başım ve sendeleyen uzun siluetimle kendimi sahnenin ortasında görürdüm. Kendinden geçmiş seyircilerin dinmek bilmeyen haykırışlarıyla alkışları arasında bana çok şey borçlu olan yönetmen de boynuma atılırdı.
BEN: Kusura bakmayın, ama “Turbin’in Günleri” yeniden oynarken perde on altı kere kapanıp açıldı ve seyirci, “Yazarı isteriz!” diye bağırıp durdu. Ve siz, burnunuzun ucunu bile gösteremediniz.
O: Fransızların bir atasözü vardır, "Adama pantolonu, götsüz zamanında verirler," der. Kaba kaçtı ama kusura bakmayın. (Birden kuşkulu bir havaya büründü.) Sakın bir Fransız gazetesinin muhabiri olmayasınız?
BEN: Hayır.
O: (Etkileyici bir sesle) Ya da bir yabancı gazetenin?
BEN: Hayır, hayır. Bir Rus gazetesinin muhabiriyim.
O: Riga’daki, beyaz mültecilerin gazetesi olmasın sakın? (Elleri titremeye başlamıştı.)
BEN: Tanrı korusun! (Dehşete düştüğümü belirten bir işaretle) Veçernyaya Moskva gazetesindenim. O güzel, eşsiz Veçernyaya Moskva gazetesinden.
O: Aferin. Lena! Masaya votka koy da bu züppe, kafayı çeksin. Nasıl olsa gazetesinde, hakkımda tek satır olsun yazmasına olanak yok.
Başucundaki ilaçların sayısı gitgide artıyordu. Sık sık doktor geliyordu eve. Birkaçının birden geldiği de oluyor, koridorda ya da mutfakta fısıldaştıkları duyuluyordu. Ne diyeceklerini bilemeden Bulgakov’u bırakıp gidiyorlardı. Ama kendisi teşhisi koymuştu, ondan bir şey gizlenemezdi. Yüzünün çizgileri inceldi. Gençleşti. Gözlerinin rengi daha mavi, daha saf oldu. Hafif karışık saçlarıyla bir delikanlıya dönmüştü. Dünyaya şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu. Dostları Boris Erdman, Dmitriyev ve Williams sık sık onu görmeye geliyorlardı. Masayı yatağının yanına getiriyor, birlikte yiyip içiyorlardı; Bulgakov, elinde bir bardak su, bizimle kadeh tokuşturuyordu. Eskisi gibi içmemizde diretiyor, bizi mutlu etmek için de sarhoş olmuş gibi davranıyordu. Ama kısa süre sonra bu toplantılar da sona erdi; Bulgakov’a ağır gelmeye başlamıştı çünkü. Ancak beni çağırdığında kendisini görmeye gidiyordum.
Bir gün gözlerini yüzüme dikti. Öylesine başı ağrıyordu ki, gözlerini kısmak zorunda kalıyordu.
“Hayatta başarılı olmazsan öldükten sonra değerin anlaşılır, unutma,” dedi. “Yanılmıyorsam Nietzsche bu sözleri Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde söylemiş. Ne saçma bir yargı! Bazen, ölüm hayatın devamıymış gibi gelir bana. Nasıl bir şey olduğunu düşünemeyiz, ama yine de ölürüz… Dinsel anlamda bir öteki dünyanın sözünü etmiyorum, Tanrı korusun. Yine de, hayatımız başarılı geçmişse öldükten sonra ne olacağımızı merak ediyorum. Bu Nietzsche aptalın biri.” İçini çekti. “Bunlardan konuştuğuma göre gerçekten çok kötü durumda olmalıyım. Ben…”
Oysa yanılıyordu. Hayatta başarılı olmuştu o. En güç anlarda bile bunu düşündüm. Ama kendisine söylediğimde çok kızardı, en gücüne giden şeydi bu… Evet, başarılıydı hayatı.
Her şeye göğüs gerip yazmıştı, hem de özgürlüğüne gölge düşürmeden. Yazar, sanatçı ve yurttaş sesi, bir gün bile değişmemişti.
Ama bunu sürdürebilmek ona pahalıya mal olmuştu.
Şubat ayı boyunca onun evinde kaldım. Küçük Seriyoşa orada oturmuyordu artık, ben onun odasına yerleşmiştim. Pek büyük bir yardımım dokunmuyordu belki ama evde bulunmam Lena’nın biraz uyuyabilmesini sağlıyordu. Ben de o ara hastanın yanında bekleyip bir şey istediğinde konuşuyordum. Lena’ya yararlı olduğum inancındaydım. Hiç değişmemişti, hep aynıydı Lena.
Saçları taralı, sakin, gülümseyerek girerdi Bulgakov’un yanına. Arada bir aynaya bakmayı da unutmaz, bütün evi çekip çevirirdi. Ne şaşkınlık ne umutsuzluk gösterir, hiç yakınmazdı. Sabahları mutfakta kahvemizi içerdik. Çevremizde her şey güzel, rahat, yerli yerindeydi. Yalnız son günlerde Lena, mutfak masasına oturup ses çıkarmadan ağlar olmuştu. Ben onu rahatsız etmez, bir şey söylemezdim.
Seriyoşa’nın sedirine uzanmıştım, kitaplık gözümün önündeydi; alt raflarda “Tarih Habercisi” ciltleri vardı. Leskov’un, ruhunu kirletmemesi için her yazarın kurtulmak zorunda olduğu “sahte kendini beğenmişlik”ten söz eden yazısını bu dergide okumuştu, çok severdi. Eve büyük bir sessizlik çökmüştü.
Bulgakov yalnızdı, biz de onu rahatsız etmiyorduk.
Hayat, çevresinde kayıp gidiyor, ona dokunmuyordu. Kafasında tek düşünce vardı: Ne gece uyuyabiliyordu ne gündüz. Sözcükler, dokunulabilecek kadar yakında ortaya çıkıveriyorlardı; yapılacak tek şey, hemen kalkıp bir kâğıda onları not etmekti; ama kalkmak olanaksızdı. Her şey eriyor, unutuluyor, kayboluyordu. Sözcükler, romanındaki güzel büyücüler gibi Moskova üstünden geçiyordu. Gerçek hayat kehanete dönüşüyor, düşünce günlük yaşantıdan kopuyor, Bulgakov hayal gücüyle düşünceyi fırlatıp atıyor, zafere ulaşan kötülükle boğuşuyordu.
Usta ile Margarita romanı budur. Son gününe kadar bu romanı düşündü, bazı sayfalarının kendisine okunmasını istedi. Daktilo makinesinin başına oturan Lena, okurdu:
En yakın çarmıhtan saçma bir şarkının boğuk sesleri geliyordu. Orada çarmıha gerilen adam –Hestas– üçüncü saatin sonuna doğru güneş ve sinekler yüzünden aklını kaçırmıştı; şimdi de tatlı tatlı, üzümle ilgili bir şarkı mırıldanıyor, yine de arada bir, bez sarılı kafasını sallıyor, sinekler de tembel tembel yüzünden havalanıp bir an sonra yeniden konuyorlardı.
İkinci çarmıhtaki Dismas öteki ikisinden daha çok acı çekiyordu, çünkü karanlıklar zihnini kaplamamıştı. Hiç durmadan, düzenli olarak kafasını bir sağa bir sola sallıyor, başını kulağını omzuna değdirecek kadar yana yatırıyordu.
En şanslıları Yeşu’ydu. İlk saat içinde birkaç kez bayılmış, bir daha da kendine gelememişti. Başı göğsüne düşmüş, kafasındaki bez çözülmüştü. Her yanı sineklerle, atsinekleriyle kaplıydı; öyle ki yüzü kapkara ve kıvıl kıvıl bir maskenin altında görünmez olmuştu.
Lena susup baktı. Düşüncelere gömülmüş olan Bulgakov hareketsizdi. Sonra başını çevirip sordu:
“Dört-beş sayfa öncesini oku bana. Nasıldı? Güneş batacak…”
İşte. "Güneş batacak, ölüm yok ortada…"
“Bir satır sonrası…”
“Tanrım, neden bütün gazabın onun üstünde? Ona ölümü yolla.”
“Tamam,” dedi. “Biraz uyuyacağım Lena. Saat kaç?”
Sessiz, acılı günlerdi bunlar. Sözcükler, içinde ağır ağır ölüyorlardı.
Artık alışılmış dozda uyku ilacı da etkili olmuyordu. Uzun reçeteler yazılıyor, ama eczacılar ilaçları vermiyorlardı. “Bu dozda ilaç, ilaçlıktan çıkar, zehir olur,” diyorlardı. Eczaneye gidip durumu anlatmak zorunda kaldım. Uzun süredir dışarı çıkmamıştım, mart ayının nemli havası başımı döndürdü. Ortalık kararmıştı bile. Tahta perdelerle çevrelenmiş bir boş arsayı fenerler aydınlatıyordu. Eskiden burada bir kilise vardı, şimdi de Sovyetler Sarayı'nın yapımı başlamak üzereydi; günümüzde aynı yerde büyük bir yüzme havuzu bulunuyor (özellikle çok soğuk günlerde üzerinden hep buhar yükselir). Şantiye fenerlerinin aydınlığı dışında her şey karanlığa gömülüydü.
Hayat, ara sıra tuhaf yakınlaşmalara yol açıyor. O akşam –bugün gibi hatırlıyorum– metronun yakınında, tanıdığım bir yazara rastladım. Yorgun argın evine dönüyordu, nemli mart havası onu üşütmüştü. Tıraş olmamıştı, benzi sapsarıydı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, yakasını kaldırmıştı. Elinde koca bir evrak çantası vardı.
“Sizi gören cennetlik,” diye fısıldadı. “Nerelerdesiniz? Biliyor musunuz, şu sıralar dışarı çıkmak, biraz insan görmek gerek. Birtakım değişmeler var, gazetelerden öğrenemezsiniz bunları… Yarın Yazarlar Birliği’ne gelin. N.N.nin durumu görüşülecek. Amma iş ha!”
Kuşkulu görünüyordu; tanığı olduğum acı ölümün yanında, bu yazarın uğraştıklarının akıl almaz gereksizliği beni etkiledi.
Eczaneye girip sorumlu eczacıyı istedim; kılı kırk yaran müşterisi Bulgakov’u hatırlıyordu adam. Bana ilaçları verirken üzüntüyle başını salladı.
Buzlar eriyordu. Kar, pis sarı bir renk almıştı. Çepeçevre bulvarda tramvayların çan sesi duyuluyordu. Her şey birden bambaşka gözüktü bana.
Ölümünden on gün önce Fadayev, onu görmeye gitti. Bulgakovlara daha önce hiç uğramamıştı. Belki Yazarlar Birliği’nin bir üyesi olduğu için, ona yakınlık göstermek, yardımda bulunmak istiyordu. O güne dek, ancak başkalarından duymuştu Bulgakov’u. Amacım hiç de Fadayev’i yargılamak değil: Görevini yapıyordu o. Bütün akşamını bizimle geçirdi, allak bullak oldu.
Fadayev’in yazarlardan ve Birlik’ten söz edişini dinledi Bulgakov; Fadayev ise bir dosta anlatır gibi, güvenle konuşuyordu. İyi tanıdığı birinin adı geçince Fadayev’in sözünü kesen Bulgakov:
“Bakın,” dedi. “Alçağın biridir o!” Sonra yalvarırcasına ellerini kavuşturup devam etti: “Ama belki sizin dostlarınızdandır.” Parmağını salladı arkasından, “O zaman da sizi uyarmam gerek. Ona, aşağı yukarı her gün rastlıyorsunuz, ben ise kendisini hayatımda görmedim; ama çok iyi tanıyorum. Siz tanımıyorsunuz. Böyledir bu iş. Yüksek memurların başına sık sık gelir…”
Fadayev’e takılıyor, Edebiyat Bakanı olmasıyla alay ediyordu. Bulgakov edebiyatla ilgilenen üst düzey bir memurun portresini çizerken Fadayev, o kısa ince gülüşüyle basıyordu kahkahayı.
Sonra birden gülmesini kesip, “Ama bu söyledikleriniz korkunç şeyler,” diyordu. “Korkunç, çünkü gerçek. Bir yazarın her şeyi bağışlanabilir, kendi kendisine ihaneti hariç. O zaman ne yapmalı?” Bakışlarıyla Bulgakov’u sorguladı.
“Her şey karılarına bağlıdır Aleksandr Aleksandroviç. Kadınlardan çekinilmesi gereken tek bir durum var, aptal olmaları. Yazar, aptal bir kadına düşmüşse hapı yuttu demektir.”
“Bütün bunlar masal,” dedi Fadayev. “Başka?”
Ama Bulgakov başka şey söylemedi. Gözlerini kapadı. Yorgundu, yorgunluğunu gizleyemiyordu. Fadayev çıkmaya hazırlandı.
Kapının önünde bana sordu:
“Doktorlar, durumunun gerçekten umutsuz olduğunu mu söylüyorlar?”
“Evet.”
“İnanılacak gibi değil. Hayat dolu.”
“Ama böyle işte. Kendi de biliyor durumunu.”
“İnanmak o kadar güç ki.” Fadayev bir an düşündükten sonra birden, “Büyük bir anlaşmazlık oldu, anlıyor musunuz,” dedi. “Artık yapacak şey de yok.”
“Ne gibi bir anlaşmazlık?”
“Benim için anlaşmazlık, Bulgakov’u tanımamış olmamda. Onu tanımamaya hakkım yoktu… Hayır, hasta olduğuna inanamam. Gerek doktorların, gerekse kendisinin yanıldığına eminim. Kurtulacak ve sonra her şey başka türlü olacak.”
“Evet, eğer hayatı doktorlara, yazarlığı da sizin kendisini biraz daha iyi tanımanıza bağlı olsaydı başka türlü olurdu.”
“Öyle mi dersiniz?” Dalgın dalgın vedalaştı, çıktı gitti.
Daha sonra iki kere telefon etti. Bulgakov’un Yazarlar Birliği’nden para isteyip istemediğini, başka bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu.
“Artık ihtiyacı olduğunu sanmıyorum,” dedim.
“Artık ihtiyacı yok mu?” diye fısıldadı. Ahizede bir an daha soluğunu duydum, sonra telefonu kapadı.
Bulgakov’un borç alması gereksizdi. Artık ona hiçbir şeyin yararı yoktu. Bütün gövdesi zehirlenmişti. Her hareketinde kaslarına dayanılmaz ağrılar saplanıyordu. Kendini tutacak halde olmadığından haykırıyordu. Haykırışları bugün bile kulağımda yankılanır. Yatağının içinde onu çevirirdik; çok canı acırdı ama kendini tutar, üstelik tatlı bir sesle bize, “Çok iyi çeviriyorsunuz,” derdi. “Çok iyi…” Yatağının yanında bizden başka kimseyi istemiyordu.
Kör oldu.
Üzerine eğildiğimde parmaklarıyla yüzüme dokunuyor, kim olduğumu anlıyordu. Lena odaya girer girmez ayak seslerinden onu da tanırdı. Kalçasına doladığı bir bezin dışında çırılçıplak yatıyordu. Gövdesi kupkuruydu. Müthiş zayıflamıştı.
Dmitriyev ile Boris Erdman, son geceleri benimle birlikte küçük Seriyoşa’nın odasında geçirdiler. Sabah erkenden Lena’nın büyük oğlu geliyordu. Bulgakov, onun yüzüne dokunup gülümsüyordu. Hem siyah saçlı, kendini pek açığa vurmayan, büyük adam gibi duygularını gizlemeyi bilen bu çocuğu, hem de Lena’yı sevdiğinden okşuyordu onu. Lena’ya duyduğu büyük sevgiyi gösterebilmesi için son fırsattı belki bu.
10 Mart günü, öğleden sonra dörtte öldü. Neden bilmem, sanki bana hep sabaha karşı ölmüş gibi gelir.
Ertesi sabah –belki aynı gündü ama kafam karmakarışıktı, yine de ertesi sabahtı sanıyorum– telefon çaldı, Stalin’in Özel Kalem Müdürlüğü’nden arıyorlardı.
“Bulgakov Yoldaş’ın öldüğü doğru mu?”
“Evet, doğru.”
Telefon kapandı.
Gece Nikolay Erdman, Viçni Voloçok’tan geldi. Moskova’da yaşaması, başkente gelmesi yasaklanmıştı. İki saat bir şey söylemeden oturdu, sonra çıkıp gitti.
Apartman fermol kokuyordu. Merkulov, ölüm döşeğindeki Bulgakov’un maskını yapıyordu. Lena bu maskın bir kopyasını da bana verdi. Ama Moskova’dan ayrıldığımda onu bir depoya attılar, sonra da kayboldu.
Evine pek çok insan geldi. Aralarında yazarlar çok azdı. Ölüyü, yakılacağı yere götürürken Sanat Tiyatrosu’nun önünden geçtik. Tiyatronun bütün oyuncularıyla memurları kapının önünde bekliyorlardı. Sonra Bolşoy’un önünden geçtik, orada sütunların yanına büyük bir kalabalık yığılmıştı.
Ne kadar çok kişinin kendisini uğurlamaya geldiğini göremedi.
SERGEY YERMOLİNSKİ
1
. (Rus.) Rus Çarlığı’nda ve Ukrayna’da kırsal bölgelerdeki özyönetim organı. (Y.N.)
2
. Rus mizah yazarları İlya Arnoldoviç Faynzilberg (1897-1937) ve Yevgeni Petroviç Katayev’in (1903-1942) ortaklaşa yazdıkları eserlerde kullandıkları isim. (Y.N.)
3
. (Açılımı, Novaya Ekonomiçskaya Politik.) Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde uygulanan ekonomi politikası. (Y.N.)
4
.
Kibarlık Budalası
, olacak. (Y.N.)
5
. (Rus.) Bir Rus iskambil oyunu. (Y.N.)