Читать книгу Usta ile Margarita - - Страница 7

Оглавление

2

Pontius Pilatus

14 Nisan günü, gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında, süvariler gibi ayak sürüyerek yürüyen, kan kırmızı astarlı koca bir beyaz pelerine bürünmüş bir adam göründü… Bu adam Filistin Valisi Pontius Pilatus’tu. Vali’nin yeryüzünde her şeyden çok nefret ettiği, gülsuyu kokusuydu. Gün ışıdığından beri bu koku peşini bırakmamıştı; bu, kötü geçecek bir günün habercisiydi.

Vali’ye, bahçedeki palmiyeler, servi ağaçları da gül kokuyormuş gibi geliyor, sanki muhafız kıtası askerlerinden yükselen deri ve ter kokusuna da hafif bir gül kokusu karışıyordu.

Vali’yle birlikte Kudüs’e gelen XII. Yıldırım Lejyonu’nun birinci bölüğünün yerleştiği sarayın arka salonlarından hafif bir duman yükseliyor, üst taraçadan avluya doluyordu; bölüğün aşçı yamaklarının sabah kahvaltısını hazırladıklarını gösteren bu acı dumana, şekerli ve inatçı bir gül kokusu karışıyordu.

“Ey tanrılar, tanrılar! Beni böyle cezalandırmanız için ne yaptım size?.. Hiç kuşkum yok, hep o dayanılmaz, önüne geçilmez… Kafamın yarısına işkence eden yarım baş ağrısı… Bu acıya karşı ilaç bulunamadı, kurtuluş yok… Hiç olmazsa başımı oynatmamaya çalışacağım…”

Fıskiyenin yanına, mozaiklerin üstüne çoktan bir koltuk çekmişlerdi. Vali, hiç kimseye bakmadan oturdu; elini, omuz seviyesine kaldırdı. Kâtiplerden biri saygıyla eline bir parşömen sıkıştırdı. Yüzünü buruşturmaktan kendini alamayan Vali göz ucuyla yazıyı okudu, parşömeni kâtibe uzattıktan sonra, güçlükle konuştu:

“Celile’den gelen suçlu mu? Olay, eyalet valisine yansıtıldı mı?”

“Evet efendim,” diye karşılık verdi kâtip.

“Ne oldu?”

“Eyalet valisi karar vermekten vazgeçti, Sanedrin’in11 ölüm cezasının onaylanmasını size bıraktı.”

Vali’nin yanağı biraz titredi, sonra kısık bir sesle emretti:

“Sanığı buraya getirin.”

Derhal, bahçe merdivenlerini tırmanarak avluya giren iki lejyoner, yaklaşık yirmi yedi yaşındaki bir adamı ite kaka valinin koltuğunun karşısına getirdiler. Upuzun, eski, yıpranmış, yırtık bir mavi ceket vardı üstünde; beyaz takkesi alnını çevreleyen ensiz bezle başına tutturulmuştu, elleri arkasına bağlıydı. Sol gözü iyice şişmişti, ağzının yarılan kenarından sızan kan kurumuştu. Vali’ye kuşku ve merakla bakıyordu.

Bir süre susan Vali, tatlı bir sesle Aramca sordu:

“Demek halkı kışkırtıp Kudüs Tapınağı’nı yıktırmak isteyen sensin?”

Vali, bu sözleri söylerken, bir heykel kadar hareketsizdi; yalnızca dudakları hafifçe oynadı; çünkü başını kasıp kavuran cehennem acısının etkisiyle sendelemekten korkuyordu.

Elleri bağlı adam, bir adım ilerleyip konuştu:

“İyi adam, inan ki…”

Hâlâ kaskatı duran, sesini de pek az yükselten Vali, hemen onun sözünü kesti:

“Bana mı iyi adam diyorsun? Yanıldın. Kudüs’te herkes, benim yırtıcı bir canavar olduğumu söylüyor. Söyledikleri de çok doğru.”

Aynı tekdüze sesle ekledi:

“Yüzbaşı Farezehri’ni buraya çağırın.”

Birinci bölüğün komutanı, takma adıyla Farezehri, aslında Yüzbaşı Marcus, Vali’nin önünde çakıldığında sanki taraça büyük bir gölgeyle kaplandı. Farezehri, lejyonun en uzun boylu askerini bir baş geçiyordu. Omuzları öyle genişti ki, neredeyse yeni doğmakta olan güneşi örtüyordu.

Vali, Yüzbaşı’yla Latince konuştu:

“Suçlu, bana ‘iyi adam’ dedi. Kendisini hemen götürüp bana ne denmesi gerektiğini öğretin. Sakat bırakmamaya çalışın yalnız.”

Kıpırdamadan duran Vali’nin dışında herkes, bakışlarıyla, tutukluya peşinden gelmesini işaret eden Farezehri Marcus’u izledi. Gittiği her yerde, genellikle boyundan ötürü gözler takılırdı Farezehri’ne; onu ilk görenler, fazladan, Yüzbaşı’nın yüzünün insan yüzü olmaktan çıktığını da eklerlerdi; yıllar önce burnu, bir Germen’in gürzüyle ezilmişti.

Marcus’un ağır kısa çizmeleri mozaiklerin üstünde şakladı, elleri bağlı adam sessizce onun peşinden yürüdü. Avluya sessizlik çöktü, derin bir sessizlik; bahçedeki güvercinlerin kuğurdamasıyla çeşme fıskiyesinin tatlı sesinden başka gürültü duyulmuyordu.

Vali, yerinden kalkıp başını fıskiyenin altına sokmak, hep öyle kalmak istiyordu. Ama bunun kendisine yararı olmazdı, biliyordu.

Farezehri, bahçeye doğru inerken bronz heykelin önünde nöbet tutan lejyonerlerden birinin kırbacını alıp önemsemez bir hareketle tutuklunun omzuna hafifçe vurdu. Yüzbaşı’nın darbesi hafif ve kayıtsızcaydı, ama elleri bağlı adam, bacakları kesilmişçesine hemen yere yığıldı. Ağzı açık, boğulur gibi çekti havayı ciğerlerine, yüzünde renk kalmadı; gözleri artık anlamsız bakıyordu.

Marcus, sol eliyle adamı yakaladı; boş bir çuvalmış gibi güçlük çekmeden kaldırdı, ayaklarının üstüne dikip genizden gelen bir sesle, Aramca, sözlüklerin kafasını gözünü yararak konuşmaya başladı:

“Romalı Vali’ye sen, ‘Hegemon’12 diyeceksin. Başka şey demeyeceksin. Kıpırdamayacaksın. Beni anladın mı, yoksa seni döveyim mi?”

Tutsak, olduğu yerde sallandı, düşecek gibi oldu, ama kendini toparladı. Yüzü renklendi, soluğu düzeldi, boğuk boğuk konuşmaya koyuldu:

“Anladım. Dövme beni.”

Az sonra yeniden Vali’nin karşısındaydı.

Vali, zayıf, acılı, bir sesle sordu:

“İsim?”

“Benim mi?” diye aceleyle sordu tutuklu.

Her halinde, aklı başında yanıtlar verip karşısındakini kızdırmamak isteği okunuyordu.

Vali, alçak sesle, “Benimki değil herhalde,” dedi. “Kendi adımı biliyorum. Olduğundan aptal görünmeye çalışma. Evet, adını sordum, senin adını.”

“Yeşu,” dedi tutsak, aceleyle.

“Takma adın var mı?”

“Ha-Nozri.”

“Nerelisin?”

“Gamla kentindenim,” dedi, başını sağa çevirip uzaklarda, kuzeyde bir yerde Gamla denen kentin bulunduğu yeri gösterdi.

“Anan baban kim senin?”

“Pek bilmiyorum,” dedi tutuklu, çabucak. “Anamı babamı hatırlamıyorum. Babamın Suriyeli olduğunu söylemişlerdi.”

“Nerede oturuyorsun?”

“Belli bir yerim yok,” diyerek utançla itiraf etti tutuklu. “Durmadan gezerim.”

“Daha kısa da söylenebilir bu. Tek kelimeyle serserisin! Ailen var mı?”

“Kimsem yok. Yeryüzünde tek başımayım.”

“Okudun mu?”

“Evet.”

“Aramcadan başka dil bilir misin?”

“Yunanca bilirim.”

Şiş bir gözkapağı kalktı, acıyla gölgelenen bir göz tutukluya dikildi. Öbür göz kapalıydı. Pilatus, Yunanca, “Demek halkı Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya kışkırtan sensin?” dedi.

Tutuklu, canlanır gibi oldu, gözlerindeki korkulu anlatım silindi, Yunanca, “Ama iyi –yapacağı yanlışlık aklına gelince gözlerinden bir korku parıltısı geçti– ama Hegemon, hayatım boyunca binayı yıkmaya hiçbir zaman niyetlenmedim, kimseyi de böylesine delice bir iş için kışkırtmadım.” Alçak masanın üstüne eğilmiş, suçlunun sözlerini kaydeden kâtibin yüzünde büyük bir şaşkınlık belirdi. Başını kaldırdı, sonra hemen parşömene yöneldi.

“Bayram dolayısıyla, her türden yığınla insan kente akın ediyor. Aralarında sihirbazlar, müneccimler, kâhinler ve katiller var,” dedi Vali, tekdüze bir sesle. “Yalancılar da! Bak işte sen bir yalancısın. Burada yazıyor: ‘Halkı kışkırtıp tapınağı yıktırmak istedi.’ İşte tanıkların söyledikleri.”

“Bu iyi insanlar,” dedi tutuklu, sonra da aceleyle ekledi: “Hegemon… Hiç öğrenim görmemişler. Sözlerimi baştan sona ters anladılar. Ve bu yanlış anlamanın uzaması, artık beni korkutmaya başladı. Hepsi benimle ilgili bir yığın saçmalık yazan adamın yüzünden.”

Bir sessizlik oldu. Bu sefer, iki acılı göz de tutukluyu uzun uzun süzdü.

“Sana son kez söylüyorum; deli rolü yapmaktan vazgeç haydut,” dedi Pilatus, yumuşak bir sesle. “Senin hakkında, pek az yazılı şey var. Ama onlar da asılmana yeter.”

Ateşli bir ikna etme isteğiyle gerilen tutuklu, “Hayır hayır, Hegemon,” dedi. “Peşimden gelen biri var. Durmadan peşimden gelen, teke parşömeni üstüne durmadan yazan biri. Günün birinde yazdıklarına bir göz attım da, ödüm koptu. Parşömene döktüklerinden bir tekini bile söylemedim ben. Ona yalvardım: ‘Yak, Tanrı aşkına bu parşömeni yak,’ dedim. Onu ellerimden parçalarcasına kapıp kaçtı.”

Parmak uçlarıyla şakağına dokunan Pilatus, tiksinmiş gibi, “Kim bu adam?” diye sordu.

Tutuklu olanca iyi niyetiyle, “Matta Levi,” dedi. “Eskiden tahsildardı. İlk olarak ona, Bitinya yolunda, yolun bir incir bahçesi önünde kıvrıldığı noktada rastladım. Kendisiyle konuştum. Önce düşmanca davrandı, sövdü… Daha doğrusu bana köpek diyerek küfrettiğini sandı. (Tutuklu gülümsedi.) Ben, bu hayvanda alçaltıcı bir yan bulamadığımdan, köpek sözüne alınanlara aklım ermez…”

Kâtip yazmayı unutup tutukluyu değil Vali’yi şaşkın şaşkın yan gözle süzdü.

“Yine de,” diye devam etti Yeşu, “beni dinleye dinleye yumuşadı. Sonunda parasını yollara saçıp artık benimle birlikte geleceğini söyledi.”

Bir yarım gülümseme Pilatus’un yanaklarından birini büzdü, sarı dişlerini ortaya çıkardı. Gövdesini kâtibe çevirdi:

“Ey Kudüs!” diye bağırdı. “Duvarlarının arasında daha neler duyacağız? Bir tahsildar, duyuyor musunuz, parasını yollara döküp saçıyor!”

Ne yanıt vereceğini bilemeyen kâtip, en iyisinin, Pilatus’un gülümsemesini taklit etmek olduğunu düşündü.

Yeşu, Matta Levi’nin tuhaf davranışını açıklamak için, “Bana, artık paradan nefret ettiğini söyledi,” dedi. “O günden sonra da yoldaşım oldu.”

Ses çıkarmadan sırıtan Vali, önce tutukluya, sonra, sağa doğru, vadinin dibinde, hipodromdaki atlı heykellerinin üstünde inatla yükselmekte olan güneşe baktı. Birden, midesi bulanmışçasına, en iyisinin bu garip haydutu taraçadan kovmak olduğunu düşündü. İki söz söylemek, “Asın şunu!” demek yeterdi. Fırsattan yararlanıp muhafız kıtasını da gönderir, saraya girer, odadaki ışıkların söndürülmesini emreder, yatağına uzanır, soğuk su ister, acılı bir sesle köpeği Banga’yı çağırır, kendisini avutup bu dayanılmaz baş ağrılarını unutturmasını sağlardı. Vali’nin ağrılar içindeki kafasından, kaçamak ama baştan çıkarıcı “zehir” düşüncesi geçti.

Bulanık bakışlarını tutukluya çevirip sustu, Kudüs’ün bu amansız sabah güneşi altında yüzü yara izleriyle dolu bu suçluyu neden kendisine getirdiklerini, ona başka ne gibi sorular –hem de kimseyi ilgilendirmeyen sorular– sormak gerektiğini acıyla hatırlamaya çalıştı. Boğuk bir sesle, “Matta Levi mi?” dedi, gözlerini kapadı ardından.

“Evet Matta Levi,” diye karşılık verdi, canını acıtan tiz bir ses.

“Peki, çarşıdaki kalabalığa tapınak hakkında neler söyledin?”

Kulaklarına gelen ses dayanılır gibi değildi, Pilatus şakaklarının çatlayacağını sandı.

“Hegemon,” dedi ses bu kez. “Eski inanç tapınağının yıkılacağını, yerine gerçeğin yeni tapınağının yükseleceğini söyledim. Sözlerimin iyi anlaşılması için böyle konuştum.”

“Peki serseri, çarşıya gidip gerçekten, yani hakkında hiçbir şey bilmediğin kavramdan halka söz edip kafaları bulandırmak sana mı kaldı? Gerçek dediğin nedir, ha?”

“Tanrılar!” diye düşündü o an Vali. “Yasal yönden hiçbir önemi olmayan sorular soruyorum şuna… Artık aklım bana ihanet etmeye başladı…” Kara bir sıvıyla dolu kupanın görüntüsü belirdi yine kafasında. “Zehir! Bana zehir verin…”

Sesi duydu yine:

“Gerçek, her şeyden önce başının ağrımasıdır. Öyle ki, korkakça ölümü düşünüyorsun. Benimle tartışacak gücün kalmadığı gibi, bana bakmak bile zor geliyor sana. Şu an, senin celladınım, hiç istemediğim halde. Bu beni üzüyor. Herhangi bir şeyi düşünecek halde değilsin. Bütün düşüncen, görünürde bağlandığın tek yaratık olan köpeğinin yanına gitmek. Ama dertlerin şimdi geçecek, başın artık ağrımayacak.”

Kâtibin kalemi havada kaldı, gözlerini fal taşı gibi açıp tutukluya baktı.

Pilatus, acılı bakışlarını tutukluya çevirdi. Güneşin hipodromun üstünde yükseldiğini, ışınlarından birinin avluya süzülüp Yeşu’nun topuğu aşınmış sandaletlerine doğru ilerlediğini, Yeşu’nun da gölgeye sığınmak için güneşten kaçtığını gördü.

Vali yerinden kalktı, başını ellerinin arasında sıktı. Tüysüz ve sarımtırak yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. Ama büyük bir irade gücüyle bu belirtiyi yok edip yerine oturdu.

Tutuklu, konuşmasına devam ediyordu; ama kâtip bir şey yazmaz olmuştu. Kaz gibi boynunu uzatmış, tek sözcük bile kaçırmamaya bakıyordu.

Pilatus’a iyilik dolu bir ifadeyle bakan tutuklu, “İşte,” dedi, “bitti artık. Çok mutluyum. Hegemon, bir süre için saraydan çıkıp çevrede dolaşmanı, hiç değilse Zeytinlik Dağı’ndaki bahçelerde gezinmeni öğütlerim. Fırtına daha sonra… –tutuklu, gözlerini kırpıştırarak güneşe baktı– …akşama doğru patlar ancak. Bu gezinti sana iyi gelir, ben de seninle gelirdim. Kafamda, seni ilgilendireceğini sandığım birtakım yeni düşünceler var; akıllı bir adama benziyorsun, sana hepsini anlatırdım.”

Kâtibin yüzü sapsarı kesildi, parşömen tomarı elinden düştü.

Hiçbir şeyden çekinmediği anlaşılan elleri bağlı adam, “İşin kötüsü,” dedi, “çok içine kapanık yaşıyorsun. İnsanlara güvenini de yitirmişsin, kabul et kesinlikle. İnsan, bütün sevgisini köpeğine veremez, kabul et. Hayatın çok yoksul Hegemon.”

Bu sözlerden sonra, adam bir de gülümsedi. Kâtibin tek düşüncesi vardı: kulaklarına inanmak ya da inanmamak. İnanmaktan başka yolu da yoktu. Bunun üzerine, tutuklunun inanılmaz gözüpekliği karşısında, çabucak öfkelenen Vali’nin kızgınlığının ulaşabileceği akıl almaz boyutları hayal etmeye çalıştı. Kâtip, Vali’yi çok iyi tanımasına karşın, kızgınlığının nereye varabileceğini kestiremedi.

Ve Latince konuşan Vali’nin bezgin, boğuk sesi yeniden duyuldu:

“Ellerini çözün.”

Muhafızlardan biri mızrağını yere vurup yanındakine verdi, ardından yaklaşıp tutuklunun bağlarını çözdü. Kâtip, parşömen tomarını toparladı, yeni bir emre kadar hiçbir şey yazmamaya ve hiçbir şeye şaşırmamaya karar verdi.

Pilatus, Yunanca, “İtiraf et,” dedi hafiften. “Sen büyük bir doktorsun.”

Büzüşmüş, şişip kızarmış ellerini büyük bir zevkle ovuşturan tutuklu, “Hayır, Vali,” dedi. “Doktor değilim.”

Kaşlarını çatan Pilatus tutukluyu süzdü. Bakışlarını gölgeleyen sis kaybolmuştu; o bildik kıvılcımlar görünmüştü yeniden.

“Hem,” dedi, Pilatus, “sormadım sana… Latince de biliyor musun?”

“Evet, biliyorum,” diye karşılık verdi tutuklu.

Pilatus’un solan yanakları renklendi, Latince sordu:

“Köpeğimi çağırmak istediğimi nereden anladın?”

Tutuklu, aynı dilde karşılık verdi:

“Çok basit. Okşamak ister gibi gezdirdin elini havada –Pilatus’un hareketini yineledi– ve dudakların…”

“Peki, anladık,” dedi Pilatus.

Sustular. Pilatus Yunanca sordu:

“Demek doktorsun?”

“Hayır, hayır,” dedi tutuklu aceleyle. “İnan bana doktor değilim.”

“Peki, bu konuda bir şey söylemek istemiyorsan söyleme, sakla sırrını. Senin işinle hiçbir ilgisi yok. Demek halkı, tapınağı yıkmaya kışkırtmadığını söylüyorsun yine… Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya ya da herhangi bir şekilde yok etmeye de kışkırtmadın ya?”

“Tekrar ediyorum Hegemon, kimseyi böyle şeyler yapmaya zorlamadım. Kafadan sakat birine benziyor muyum sizce?”

Vali, ürkütücü bir gülümsemeyle ama tatlı bir sesle, “Yok yok,” dedi. “Kafadan sakat biri olmadığın belli. Bütün bunların yalan olduğuna yemin et.”

Ellerinin bağı çözülen adam, büyük bir hevesle, “Neyin üstüne yemin etmemi istiyorsun?” diye sordu.

“Şey, örneğin hayatın üzerine,” dedi Vali, “hem tam sırası, çünkü hayatın pamuk ipliğine bağlı şu anda. Bunu bilmelisin!”

“Bu ipliğin ucunun elinde olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordu tutuklu. “Sanıyorsan çok yanılırsın.”

Pilatus irkildi, dişlerinin arasından, “Bu ipliği kesebilirim,” diye mırıldandı.

Güneşten korunmak için ellerini yüzüne siper eden tutuklu, aydınlık bir gülümsemeyle, “Yanılıyorsun,” dedi. “Bu ipliği kim taktıysa onun koparacağını kabul edersin sanırım.”

“Tamam, tamam,” dedi Pilatus gülümseyerek. “Kudüslü salakların, senin izinden gitmeleri artık beni şaşırtmıyor. Dilini de kimin taktığını bilmiyorum ama bir karış dışarıda. Hem, Kudüs’e Altın Kapı'dan13 eşek sırtında, arkadan da haykırarak seni peygamber diye karşılayan bir kalabalıkla girdiğin doğru mu?” diye sordu Vali, parşömen tomarını göstererek.

Tutuklu, Pilatus’a şaşkınlıkla baktı.

“Hiç eşeğim olmadı, Hegemon,” dedi. “Kudüs’e Altın Kapı’dan girdiğim doğru, ama yürüyerek ve yanımda Matta Levi’den başkası bulunmadan. Hem bağıran da olmadı, çünkü o sırada Kudüs’te beni tanıyan yoktu.”

Pilatus, gözlerini tutukludan ayırmadan devam etti:

“Dismas, Hestas, bir de Barabbas adlı kişileri tanıyor musun?”

“Bu iyi insanları tanımam,” dedi tutuklu.

“Doğru mu?”

“Doğru.”

“Şimdi söyle bakalım; neden boyuna ‘iyi insan’ deyimini kullanıyorsun? Herkese böyle mi dersin?”

“Evet, herkese,” dedi tutuklu. “Yeryüzünde kötü insan yoktur.”

Pilatus, gülerek, “Bunu ilk kez duyuyorum,” dedi. “Ama belki hayatı yeterince tanımamışımdır.”

Kâtip yazmaktan çoktan vazgeçtiği halde, ona dönüp devam etti: “Bütün bunları not etmek gereksiz.”

Sonra tutukluya, “Hiç kuşkusuz, Yunanca bir kitapta okudun bunu,” dedi.

“Hayır, kendim buldum.”

“Vaaz verir misin?”

“Evet.”

“Peki, Farezehri dedikleri Yüzbaşı Marcus da iyi bir insan mı?”

“Evet,” diye karşılık verdi tutuklu. “Mutsuz biri olduğuna kuşku yok. İyi insanların yüzünü yaralamasından sonra, katı ve insafsız olmuş. Onu kimin bu hale soktuğunu bilmek ilginç olur.”

“Sana seve seve söylerim bunu,” dedi Pilatus. “Çünkü olaya tanık oldum. İyi insanlar –Germenler– kurda saldıran köpekler gibi üstüne üşüştüler. Kollarına, bacaklarına yapıştılar. Bağlı olduğu piyade tümeni tuzağa düşmüştü. Komuta ettiğim süvari birliği yan taraftan düşmanı yarmayı başaramasaydı, Farezehri’yle konuşma fırsatını bulamayacaktın filozof. Bakireler Vadisi’nde, İdistavisus Meydan Savaşı sırasında oldu anlattığım.”

Dalıp giden tutuklu, “Kendisiyle uzun uzun konuşmak fırsatını bulabilirsem, tepeden tırnağa değişeceğinden eminim,” dedi.

“Subay ya da askerlerinden biriyle konuşman lejyon komutanının hoşuna gitmez sanırım,” dedi Pilatus. “Hem böyle bir konuşmanın yapılmaması herkesin yararınadır; buna ben engel olurum en başta.”

O an, bir kırlangıç rüzgâr gibi avluya girdi. Yaldızlı tavana yakın bir çember çizip alçaldı, kanadının sivri ucuyla yuvasındaki tunç heykelin yüzüne dokundu, bir sütun başlığının ardına gizlendi. Oraya yuva yapmak niyetindeydi anlaşılan.

Kırlangıç avluda uçarken Vali’nin hafifleyip açılan kafasında bir çözüm yolu belirmişti: Hegemon, serseri filozof Yeşu’nun, takma adıyla Ha-Nozri’nin durumunu inceledi, hiçbir suç bulamadı. Özellikle, Yeşu’nun davranışlarıyla kısa süre önce Kudüs’te görülen karışıklıklar arasında hiçbir bağlantı saptayamadı. Serseri filozof bir akıl hastası izlenimi bırakmıştı üzerinde; bunun sonucunda da Sanedrin’in Ha-Nozri için verdiği ölüm cezasını onaylamadı. Ama hayalci, akıl almaz söylevlerinin Kudüs’te karışıklıklara neden olabileceğini düşünen Vali, Yeşu’yu Kudüs’ten sürdü ve Akdeniz kıyısındaki Kesari’de Vali’nin oturduğu kente hapsedilmesine karar verildi.

Geriye yalnızca, bütün bunları kâtibe yazdırmak kalıyordu.

Kanat hışırtısı, Hegemon’un başının tam üstünden geçti; kırlangıç kendini çeşmenin yalağına attı, sonra da havalanıp uçtu gitti. Vali, yanında ışıltılı bir toz sütunu yükselen tutukluya yöneltti bakışlarını.

“Bunun hakkında başka bir şey var mı?” diye sordu kâtibine.

Pilatus’a başka bir parşömen uzatan kâtip beklenmedik bir yanıt verdi:

“Ne yazık ki hayır.”

Parşömene göz atar atmaz, Vali’nin yüzündeki değişim belirginleşti. Başına kara kan mı çıkmıştı, yoksa başka bir olay mı meydana gelmişti, anlaşılamadı. Solgun derisi koyu bir renk aldı, bir an gözleri kayboldu sanki.

Herhalde başına çıkıp şakaklarını döven kanın etkisiyle olacak, Vali’nin garip bir şekilde görüşü bulandı. Tutuklunun başının havaya karışıp kaybolduğunu, yerine başka bir baş geldiğini görür gibi oldu. Bu çıplak başa, çiçeklerle süslü altın bir taç takılmıştı. Alnındaki yuvarlak yaraya sürülen merhem, derisini kemiriyordu. Ağzı sarkık ve dişsizdi; altdudağı şımarıkça büzülerek sarkmıştı. Pilatus, tıpkı uzakta, sarayın altında kalan Kudüs’ün damları gibi avlunun pembe sütunlarının yok olduğunu sandı. Sanki bütün çevre Capri bahçeleri gibi yeşilliklere bürünmüştü. Kulağında da bir tuhaflık vardı: Uzaktan zayıf, ürkütücü bir boru sesi duyar gibiydi. Genizden gelen bir ses, hecelere küstahça basarak boru sesini bastırıyor, “Hükümdara hakaret suçuyla ilgili yasa…” diyordu.

Uçucu, tuhaf, bağlantısız düşünceler. “Hapı yuttum!..” Sonra: “Hapı yuttular!..” Aralarında, nereden geldiği belli olmayan bir ölümsüzlük düşüncesi… Nedendir bilinmez, bu ölümsüzlük düşüncesi Pilatus’un kafasında dayanılmaz bir kuşku yarattı.

Vali, bütün gücüyle bu görüntüyü silerek bakışlarını avluya çevirdi. Tutukluyla göz göze geldi. Tehditle bir çeşit korkunun birbirine karıştığı garip bakışları Yeşu’nun üzerindeydi.

“Dinle, Ha-Nozri,” dedi. “Bir ara, Büyük Caesar’la ilgili şeyler söyledin mi? Yanıt ver! Ne dedin? Ya da… Hiç… Hiçbir şey söylemedin mi?”

Pilatus, bu tür sorgularda âdet olmadığı halde “hiç” sözü üzerinde fazlaca durdu. Yeşu’ya bakışlarıyla bir şey anlatmak ister gibiydi.

“Gerçeği söylemek kolay ve hoş bir şey,” dedi tutuklu. Pilatus, hırsından boğulacak gibi oldu.

“Gerçeği söylemenin hoşuna gidip gitmediği bana vız gelir. Nasıl olursa olsun, gerçeği söylemen gerek. Ama kaçınılmaz değil, aynı zamanda korkunç acılar veren bir ölüm istemiyorsan sözlerini iyice tart.”

Filistin Valisi’ne ne olduğunu kimse bilemeyecekti, ama gözlerini güneş ışınlarından korumak istercesine elini kaldırdı, bu perdenin altından tutukluya anlamlı, hatta imalı bir bakış fırlattı.

“Şimdi söyle bakalım,” dedi, “Filistin’in Kiryat ilinden Yahuda diye birini tanıyor musun? Caesar’la ilgili bir şey söyledinse ne dedin ona?”

Tutuklu, iyi niyetle söze başladı:

“Şöyle oldu: Önceki gün, tapınağın yakınında, Kiryat ilinde doğup büyümüş, Yahuda adında bir gençle tanıştım. Beni, aşağı kentteki evine çağırdı, bana yiyecek içecek sundu…”

“İyi bir insan mı?” diye sordu Pilatus, şeytanca bir parıltı gözlerinde yanarken.

“Çok iyi, her şeye meraklı bir insan,” diye onu doğruladı tutuklu. “Düşüncelerime büyük ilgi gösterdi, beni çok iyi ağırladı…”

Pilatus, dişlerinin arasında tutuklunun ses tonuyla, “Meşaleler de yaktı…” dedi. Bunu söylerken gözleri büyümüştü.

Vali’nin, ayrıntılı olarak her şeyi bilmesine şaşan Yeşu, “Evet,” dedi, “iktidar konusundaki görüşümü de sordu. Bu sorun, onu her şeyden çok ilgilendiriyormuş.”

“Sen ne dedin? Ya da, ne dediğini unuttuğunu söyleyeceksin bana.”

Sesinden, Pilatus’un umutlarının kırıldığı belliydi.

“En önemli sözlerim şunlardı,” dedi tutuklu. “Bir kere, her iktidarın insanlar üzerinde baskı yaptığını belirttim, bir gün ne Caesar’ların ne başkalarının iktidarı kalır, dedim. İnsanoğlu, gerçeğin ve adaletin egemen olduğu bir düzene kavuşur; o zaman hiçbir iktidarın gereği kalmaz.”

“Sonra?”

“Sonrası yok,” dedi tutuklu, “hepsi bu kadar. O sırada birtakım insanlar koşup geldiler, beni bağlayıp cezaevine götürdüler.”

Tek bir söz bile kaçırmamaya bakan kâtip, söylenenleri hızla parşömene geçiriyordu.

Pilatus, birden yükselip uzaklara yayılan kırık ve hasta sesiyle haykırdı:

“Yeryüzünde, İmparator Tiberius’un iktidarı kadar büyük, halk için yararlı bir iktidar olmamıştır, olmayacaktır da!”

Vali, nedendir bilinmez, kâtibiyle muhafızlara nefretle baktı.

“Onu yargılamak sana düşmez, çılgın cani,” diye devam etti. Sonra birden haykırdı: “Muhafızlar, dışarı!” Sonra kâtibe döndü: “Beni suçluyla yalnız bırakın; önemli bir devlet sırrı söz konusu.”

Askerler mızraklarını kaldırdılar, altı demirli pabuçlarını düzenli biçimde yere vurarak kâtibin önü sıra, bahçeye indiler.

Bir anlık sessizliği, fıskiyenin mırıltısından başka bozan bir şey yoktu. Pilatus, suyun borudan çıkar çıkmaz yayvan bir kâsedeymiş gibi yayıldığını, sonra yalağın kıyısından incecik zerreler halinde aşağı döküldüğünü görüyordu.

İlk konuşan tutuklu oldu:

“Kiryatlı gence söylediklerim yüzünden kötü şeyler olduğunu görüyorum Hegemon; içimde, başına bir felaket gelecekmiş gibi bir duygu var; ona çok acıyorum.”

Vali, tuhaf bir gülüşle, “Yeryüzünde, Yahuda İskariyot’tan daha çok acıman gereken biri olduğunu sanıyorum,” dedi. “Bu kişinin başına Yahuda’nınkinin bin beteri gelecek!.. Demek sana göre, duygusuz ve kararlı bir cellat olan Farezehri Marcus, gördüğüm kadarıyla sözlerinden ötürü seni dövenler –Vali, Yeşu’nun yara bere içindeki yüzünü gösterdi– suç ortaklarıyla birlikte dört askeri öldüren katil Dismas ve Hestas ve son olarak hain Yahuda iyi adamlar?”

“Evet,” diye yanıtladı tutuklu.

“Ve gerçeğin iktidarı bir gün gelecek.”

“Gelecek, Hegemon,” dedi Yeşu, inançla.

“Asla! Asla gelmeyecek!” diye Pilatus ansızın öylesine korkunç bir sesle bağırdı ki, Yeşu geriledi. Yıllar önce, Bakireler Vadisi’nde Pilatus aynı sesle süvarilerine gürlemişti: “Kılıçtan geçirin! Hepsini kılıçtan geçirin! Dev Farezehri’ni yakaladılar!”

Sayısız komutlarla kısılan sesini büsbütün yükseltti, bahçeden duyulması için bütün gücüyle böğürmüştü:

“Cani! Cani! Cani!”

Sonra sesini alçaltıp sordu:

“Yeşu Ha-Nozri, inandığın tanrılar var mı?”

“Bir tek Tanrı var,” karşılığını verdi Yeşu. “Ona inanırım.”

“Öyleyse dua et! Bütün gücünle yakar ona! Hem –Pilatus’un sesi iyiden iyiye alçaldı– yakarmaların da bir işe yaramayacak.” Ansızın, nedenini bilmeden ve ne olduğunu anlamadan, üzüntüyle sordu:

“Evli değil misin?”

“Hayır, yalnızım!”

“İğrenç kent!” diye homurdandı Vali.

Birden üşümüşçesine omuzları ürperdi, ellerini yıkıyormuşçasına ovuşturdu.

“Bu Yahuda İskariyot’a rastlamadan önce seni boğazlasalardı daha iyi olurdu.”

Tutuklu, sesinde bir kuşkuyla, beklenmedik bir şekilde sordu:

“Beni bıraksan ne olur, Hegemon. Beni öldürmek istediklerinin farkındayım.”

Vali’nin yüzü gölgelendi, akları kızıl çizgilerle dolan ateşli gözlerini Yeşu’nun yüzüne kaldırdı.

“Bir Romalı vali, senin söylediklerini söyleyen insanı bırakır mı sanıyorsun mutsuz adam? Ey tanrılar, tanrılar! Yoksa yerini almaya hazır olduğumu mu sandın? Düşüncelerini paylaşmıyorum. Şimdi beni dinle: Şu dakikadan sonra bir tek söz söylerken bile, kiminle olursa olsun, konuşurken bile, çok dikkatli ol! Bak, yine söylüyorum: Dikkatli ol!”

“Hegemon…”

“Sus!” diye bağırdı Pilatus. Bakışlarıyla, yeniden sütunların arasına süzülen kırlangıcı izleyerek bağırdı: “Herkes toplansın!”

Kâtiple muhafız kıtası yerlerini alınca Pilatus Sanedrin tarafından sanık Yeşu Ha-Nozri hakkında verilen ölüm cezasını değiştirdiğini açıkladı. Kâtip, Pilatus’un sözlerini parşömene geçirdi.

Bir dakika sonra, Farezehri Marcus, Vali’nin önünde dikiliyordu. Vali, Marcus’a, caniyi gizli polis şefine teslim etmesini bildirdi. Aynı zamanda şefe, Yeşu Ha-Nozri’nin öbür tutuklulardan uzak tutulması tembihlenecek, gizli polis görevlileri Yeşu’yla tek söz konuşamayacaklar, bir tek sorusuna bile karşılık vermeyeceklerdi. Tersini yapan, ağır cezalara çarptırılacaktı.

Marcus’un bir işaretiyle muhafızlar, Yeşu’nun çevresini sarıp taraçadan dışarı sürüklediler.

Ardından, sarı sakallı, yakışıklı bir adam, Vali’nin karşısına çıktı. Tolgasının tepesini kartal kanatları süslüyor, göğsünde aslan kafaları parıldıyordu. Kılıcının kayışı altın kaplamaydı. Ayaklarına, dizlerine kadar bağlı, üç kat tabanlı ayakkabılar geçirmiş, sol omzuna kıpkırmızı bir pelerin atmıştı. Lejyon komutanıydı bu adam.

Vali, adama, yedek birliğin yerini sordu. Lejyon komutanı, askerlerinin hipodrom önünde, canilere verilen cezaların halka açıklandığı meydanda nöbet beklediklerini söyledi.

Vali, lejyon komutanına, bu birlikten iki bölük ayırmasını bildirdi. Farezehri komutasındaki birinci bölük, suçluları, işkence aletlerini ve cellatları Çıplaktepe’ye14 kadar taşıyacak arabaları koruyacak, tepeyi tutacak; ikinci bölük ise hemen hareket ederek tepenin eteklerinde nöbet tutacaktı. Gene, tepenin çevresini korumak için, Vali, lejyon komutanından, takviye olarak yedek bir süvari alayının gönderilmesini istedi.

Lejyon komutanı taraçadan ayrılınca Vali kâtibine, Sanedrin başkanıyla iki üyesinin ve tapınak muhafızları komutanının hemen saraya getirilmesini emretti. Ancak, toplantıdan önce başkanla baş başa görüşebilmesini sağlayacak biçimde durumu ayarlamasını da rica etti.

Vali’nin emirleri, noktası noktasına ve çabucak yerine getirildi. Kudüs sokaklarını alışılmadık bir sıcaklıkla kasıp kavuran güneş doruğa varmadan bahçenin üst taraçasında, merdivenleri koruyan iki mermer aslanın yanında Vali ile o sıralar Sanedrin başkanlığı görevini yapan, Yuda Hahambaşı Yusuf Kayafa karşılaştılar.

Bahçe sessiz ve sakindi. Ama avluyu geçip fil bacaklarını andıran kalın gövdeleriyle palmiyelerin, asma köprülerin, kalelerin ve özellikle üzerine dam niyetine yaldızlı ejderha derisinin konulduğu o anlatılmaz mermer blokunun –Kudüs Tapınağı– bulunduğu iğrenç kenti, Kudüs’ü ayakları altına seren bahçenin üst taraçasında Vali’nin kulağı, alt taraçaları kentin meydanlarından ayıran taş duvardan yükselen, zaman zaman zayıf ve incecik iniltilerle haykırışlara karışan boğuk uğultuyu seçebiliyordu.

Kentin sahne olduğu son kargaşalıklarla baş edilmez hale gelen Kudüs halkının büyük çoğunluğunun meydanda toplandığını, sakaların can sıkıcı bağırtıları arasında sabırsızlıkla kararın açıklanmasını beklediğini anladı Vali.

Pilatus, dayanılmaz sıcaktan korunmak için Hahambaşı’nı kapalı taraçaya çağırmakla işe başladı. Kayafa, terbiyelice özür diledi, bayram arifesinde olduklarından çağrıyı kabul edemeyeceğini söyledi. Pilatus, kukuletasını yeni yeni saçları dökülen başına örttü. Konuşma başladı. Yunanca konuşuyorlardı.

Pilatus, Yeşu Ha-Nozri olayını incelediğini, sonunda da ölüm cezasını onayladığını bildirdi.

Böylece ölüm cezası –cezaların o gün yerine getirilmesi gerekiyordu– öbür üç caniye, Dismas, Hestas ve Barabbas’a, bir de Yeşu Ha-Nozri’ye uygulanacaktı. Halkı, Caesar’a karşı ayaklanmaya kışkırtmayı düşünen ilk ikisi, Roma yönetimince elde silahla yakalanmışlardı. Bunların durumlarıyla ilgili karar yalnız Vali’yi ilgilendiriyordu, burada tartışma konusu olamazdı. Öbür ikisi –Barabbas ile Ha-Nozri– yerel yönetimce yakalanmıştı; Sanedrin onları yargılamıştı. Yasalar ve teamül gereğince, o gün başlayan Hamursuz Bayramı şerefine birinin bağışlanması gerekirdi. Vali, Sanedrin’in, iki suçludan hangisini salıvermeye niyetli olduğunu anlamaya çalışıyordu: Barabbas’ı mı, yoksa Ha-Nozri’yi mi?

Kayafa, açıkça anladığını belirtircesine başını eğip karşılık verdi:

“Sanedrin, Barabbas’ın bırakılmasını istiyor.”

Hahambaşı’nın bu yanıtı vereceğini Vali çok iyi biliyordu. Ama görevi, bu yanıtın kendisini şaşırttığını göstermekti.

Pilatus, büyük bir ustalık gösterdi. Kurumlu yüzünü süsleyen kaşları kalktı, gözlerinde bir şaşkınlık belirtisiyle, Hahambaşı’nın gözlerinin içine baktı. Hafifçe, “Bu yanıtın beni çok şaşırttığını belirtmeliyim,” dedi. “Korkarım bu konuda bir yanlış anlama var.”

Pilatus ayrıntılı bir açıklama yaptı. Roma iktidarı, yerel dinî iktidarın yetkilerine, azıcık da olsa karışmaktan çekinirdi. Hahambaşı da bu gerçeği çok iyi bilirdi. Bu durumda ortada açık bir yanılgı vardı. Bu yanılgının düzeltilmesi de açıkça Roma iktidarını ilgilendirmekteydi.

Oysa çok iyi bilinen bir şey vardı: Barabbas ile Ha-Nozri’nin suçları, ağırlık yönünden kıyaslanamazdı bile. Bu sonuncu –deli olduğu açıkça anlaşılan biri– Kudüs’te ve başka yerlerde halkı kışkırtıcı ahmakça söylevler vermekle suçlanıyorsa da birinciye yüklenen suçlar çok daha ağırdı. Doğrudan doğruya halkı ayaklanmaya itmesinin dışında, kendisini tutuklamaya çalışan bir muhafızı da öldürmüştü. Barabbas, Ha-Nozri’yle kıyaslanmayacak kadar tehlikeliydi.

Vali açıkça ortaya konan gerçekleri göz önünde tutarak Hahambaşı’dan kararı yeniden gözden geçirmesini; iki mahkûmdan daha az zararlı olanını bırakmasını istiyordu. Hiç kuşku yok, daha az zararlı olan da Ha-Nozri’ydi.

Kayafa, sakin, ama kesin bir dille yanıtını bildirdi. Olayla ilgili bütün kanıtları büyük bir dikkatle gözden geçiren Sanedrin, niyetinin Barabbas’ı salıvermek olduğunu bir kere daha belirtiyordu.

“Nasıl? Benim aracılığımdan sonra bile mi? Ağzından Roma yönetiminin konuştuğu kişinin aracılığından sonra da mı? Hahambaşı, üçüncü bir kez daha söyler misin?”

“Üçüncü kez, Barabbas’ı bırakacağımızı belirtirim,” dedi Kayafa tatlılıkla.

Her şey bitmişti, söylenecek bir şey yoktu. Ha-Nozri, bir daha görünmemecesine kaybolacaktı; Vali’nin amansız, dayanılmaz acılarını dindirecek kimse kalmayacak, bu acılardan kurtulmak için ölümden başka yol bulunamayacaktı. Ama şu sıra Pilatus’u allak bullak eden bu düşünceler değildi. Sütunlu avluda, az önce duyduğu anlaşılmaz korku yeniden üstüne çökmeye başlamış, bütün varlığı bununla kaplanmıştı. Korkusunun nedenini bulmaya çalıştı; bulduğu açıklama çok tuhaf geldi Vali’ye: Mahkûmla konuşması sırasında her şeyi söylememiş ya da her şeyi duymamış olduğuna dair belirsiz bir duygu vardı içinde.

Pilatus, bu düşünceyi kafasından attı, düşünce geldiği gibi bir anda uçtu gitti. Gitti ama, nedenini bilmediği korku olduğu yere çöreklendi. Şu çok kısa süren ve bir an kendini gösterip kaybolan öbür düşünce, duyduğu korkunun açıklaması sayılabilir miydi: “Ölümsüzlük geldi çattı…” Kimin ölümsüzlüğü? Vali sorunun yanıtını veremedi, ama bu ölümsüzlük düşüncesi kızgın güneşin altında onu üşüttü, ürpertti.

“Peki,” dedi Pilatus. “Öyle olsun.”

Bakışlarını, kendisini çevreleyen dış dünyada gezdirince, meydana gelmiş olan değişiklik karşısında şaşırdı. Dalları gül dolu çalılık kaybolmuştu; tıpkı üst taraçanın kıyısını süsleyen serviler, narağacı, yemyeşil yuvasındaki beyaz heykel ve yeşilliğin kendisi gibi. Bütün bunların yerinde lal rengi bir yoğunluk yüzüyor, içinde yosunlar dalgalanıyor, yosunların arasında da Pilatus’un kendisi çırpınıyordu. Korkunç bir kızgınlıkla, bir şey yapamamanın kızgınlığıyla sürüklendiğini, boğulduğunu, yandığını hissediyordu.

“Boğuluyorum,” diye söylendi Pilatus. “Boğuluyorum!”

Nemli, buz gibi eliyle pelerininin yakasını birleştiren kopçayı çözdü, pelerin yere düştü.

Gözlerini, Vali’nin kıpkırmızı kesilen yüzünden ayırmayan ve kendisini bekleyen dertlerin hepsini kestiren Kayafa, “Evet,” dedi, “hava çok sıkıntılı. Bir yerlerde fırtına çıkmış. Bu yıl nisan ne korkunç!”

“Hayır,” dedi Pilatus. “Hava sıkıntılı olduğu için boğulmuyorum. Senin yüzünden boğuluyorum Kayafa.”

Gözleri iki yarığa dönen Pilatus gülümseyerek ekledi:

“Kendine dikkat et, Hahambaşı.”

Hahambaşı’nın kara gözleri parıldadı, Vali’den aşağı kalmayan bir sanatla yüzüne tam bir şaşkınlık belirtisi konduruverdi. Ağır ağır, gurur dolu bir sesle, “Neler duyuyorum Vali?” dedi. “Verdiğim karardan, hem elinle onayladığın bir karardan ötürü bana gözdağı veriyorsun. Böyle şey görülmüş mü? Biz, Roma valisinin, bir şey söylemeden önce ağzından çıkacakları ölçüp biçmesine alışkındık. Ya biri konuştuklarımızı duysaydı, Hegemon?”

Pilatus, Hahambaşı’na ölgün bir bakış fırlattı, sahte bir gülümsemeyle dudaklarını büzüp, “Hadi canım,” dedi. “Neler söylüyorsun sen de Hahambaşı; burada, kim duyabilir bizi? Bugün işkenceden geçirilecek o kafadan kontak serseriye benziyor muyum ben? Çocuk muyum Kayafa? Ne dediğimi, nerede konuştuğumu bilirim. Bahçe muhafızlarla korunuyor, saray da. Öyle ki, bir sıçan bile giremez içeri. Yalnız sıçan değil, şu… Neydi adı… Kiryatlı mı ne? Hem, onu tanıyor musun sen Hahambaşı? Evet… Böyle biri saraya girse, çok, çok pişman olur. Bundan kuşkun yok ya? Bugünden sonra, rahat etmeyeceğini iyi bil Hahambaşı. Ne sana rahat var, ne halkına –Pilatus uzakta, tapınağın alev alev yandığı tepeyi gösterdi– bunu da söyleyen benim, ben Pontius Pilatus, ben, altın mızraklı şövalye.”

Kara sakallı Kayafa, büyük bir gözüpeklikle, “Biliyorum, biliyorum,” diye karşılık verdi; gözleri parladı. Parmağını gökyüzüne uzatıp, “Yahudi halkı, kendilerinden amansızca nefret ettiğini, hepsine büyük acılar çektireceğini biliyor. Ama asla onların kökünü kazıyamayacaksın! Tanrı onu korusun! Bizi dinliyor, mutlak hâkim Caesar bizi dinliyor ve cellat Pilatus’tan bizi koruyor!”

“Hayır!” diye haykırdı Pilatus; ağzından her çıkan söz, artık ona yeni bir rahatlama getiriyordu; yapmacık davranışlara başvurmuyordu, sözlerini seçmek zorunda değildi. “Benden çok şikâyet ederdin Caesar’a, şimdi sıra bana geldi Kayafa! Bir haberci hemen şimdi yola çıkacak, hem de Antakya lejyon komutanına ya da Roma’ya değil, doğru Capri’ye, imparatora gidecek. Burada, Kudüs’te herkesçe bilinen olayı, asileri nasıl ölümden kurtardığınızı anlatacak. Sizin iyiliğiniz için yapmak istediğimden vazgeçtim, Solomon Göleti’nin sularıyla yıkamayacağım Kudüs’ü. Hayır, suyla yıkanmayacak. Sizin yüzünüzden duvarlardan imparatorluk armasını sökmek zorunda kaldığımı, birliklerin yerlerini değiştirdiğimi, neler çevirdiğinizi anlamak için buraya kadar geldiğimi unutma. Şimdi söyleyeceklerimi de unutma: Kudüs’te büyük bir birlik görmeyeceksin bundan böyle Hahambaşı, hayır! Kentin duvarları dibine koca Fulminatrix lejyonuyla Arap süvarileri gelecek; sen o zaman gör ağlamaları, acılı iniltileri. O zaman Barabbas’ı kurtardığını hatırlayacak, barışçı söylevlerinden ötürü filozofu ölüme gönderdiğin için pişmanlık duyacaksın!”

Hahambaşı’nın yüzü lekelerle kaplandı, gözleri alev saçtı. O da Vali gibi, dişlerini göstererek sırıttı ve cevap verdi: “Şu an söylediklerine inanıyor musun Vali? Hayır, inandığını sanmıyorum. Halkı baştan çıkaran bu adam Kudüs’e, bize barışı getirmiyor. Barışı getirmediğini sen de çok iyi biliyorsun şövalye. Halkı kışkırtması, inancı ayaklar altına alması, halkı Roma’nın kılıcı altına sürüklemesi için onu salıvermek istiyordun. Ama ben, Filistin’in hahambaşıyım, yaşadığım sürece inanca küfrettirmeyecek ve halkı koruyacağım! Duyuyor musun Pilatus?” Kayafa parmağını salladı: “Beni iyi dinle Vali!”

Kayafa sustu ve Vali, yeniden, sanki Büyük Herodes Sarayı’nın bahçe duvarına dalgaların çarpmasından doğan gürültüyü duydu. Arkasından, sarayın iki kanadının ardından kuşkulu boru sesleri, yüzlerce ayağın ağır ağır sürüklenişi, demir şakırtıları geldi. Vali, Roma piyadelerinin emirlerine uyup asiler ve haydutlarca ürkütücü bir olay sayılan idama gitmek üzere yola çıktıklarını anlattı.

Hahambaşı, alçak sesle, “Duyuyor musun Vali!” dedi. –Hahambaşı iki kolunu açınca kukuletası geriye düştü.– “Bütün bunlara o küçük Barabbas haydutunun neden olduğunu mu söyleyeceksin?”

Vali, elinin tersiyle ıslak, soğuk alnını sildi; yere baktı, sonra gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne dikip alev alev yanan kürenin tam tepesinde olduğunu, Kayafa’nın iyice ufalan gölgesinin, aslanın kuyruğuna güç eriştiğini gördü. Sakin, kayıtsız bir sesle, “Neredeyse öğlen olacak,” dedi. “Konuşmaya dalıp kendimizden geçtik, oysa devam etmek gerek.”

Vali, dikkatle seçtiği birkaç sözle Hahambaşı’dan özür diledikten sonra manolyaların gölgesinde bir sıraya oturmasını önerdi. Son ve kısa bir görüşme için gerekli kişilerin toplanıp ölüm cezasının uygulanmasıyla ilgili emirleri vermesini gölgede daha rahat bekleyebilirdi.

Kayafa, eli göğsünde, saygıyla eğildi, bahçede kaldı. Pilatus ise üstü kapalı taraçaya döndü. Kendisini bekleyen kâtibe lejyon komutanını, alay komutanını, tapınak muhafızları şefiyle birlikte bahçenin alt yanındaki çeşmeli çardakta oturmuş çağrılmayı bekleyen iki Sanedrin üyesini alıp Kayafa’nın bulunduğu bölüme götürmesini emretti. Kendisinin de birazdan onlara katılacağını söyleyip saraya girdi.

Kâtip gerekli kişileri toplarken Vali, ağır perdelerle korunmuş, insanın güneşten rahatsız olamayacağı bir odada, yüzünü kukuletasıyla yarı yarıya gizleyen biriyle buluşuyordu. Konuşmaları kısa sürdü. Pilatus birkaç şey fısıldadı, adam hemen oradan uzaklaştı. Pilatus, avludan geçerek bahçeye çıktı.

Orada, görmek istediği kişilerin karşısında Vali, tumturaklı ve soğuk bir sesle Yeşu Ha-Nozri’nin ölüm cezasını onayladığını belirttikten sonra Sanedrin üyelerine suçlulardan hangisinin hayatta bırakılmasının doğru olacağını sordu. Barabbas’ın bırakılması gerektiği yanıtını aldı. Bunun üzerine Vali, “Tamam,” dedi ve kâtibine hemen, bunu zapta geçirmesini emretti. Sonra, kâtibin kumların arasında bulduğu süs iğnesini sol avcunda sıkarak, “Vakit geldi!” dedi.

Hemen hepsi iki yanı baş döndürücü kokular salan gül fidanlarından gerçek duvarlarla çevrelenmiş geniş merdivenleri inmeye koyuldular. Her basamak onları sarayın dışına, ucunda Kudüs hipodromunun sütunlarının ve heykellerinin görüldüğü, dümdüz kaldırım taşlarıyla kaplı koca meydana açılan büyük kapılara yaklaştırıyordu.

Meydana vardıklarında her yere egemen geniş taştan sete çıktılar. Pilatus, iyice kıstığı gözkapaklarının arasından çevresine göz gezdirip durumu inceledi.

Geçtikleri yer, sarayla bulundukları taştan seti ayıran bölüm, ıssızdı. Buna karşılık Pilatus, zemini göremiyordu: Meydanı büyük bir kalabalık kaplamıştı. Pilatus’un solunda yedek alayın üç sıra askeri, sağında öteki yedek alayın adamları önlemese kalabalık, seti ve ardındaki boşluğu da kaplayacaktı.

Pilatus, o yararsız süs iğnesini sıkıp gözleri yarı kapalı, sete çıktı. Vali’nin gözlerini kısması, güneşin yakıcılığından korunmak için değildi. Hayır. Nedendir bilinmez, sadece, o anda arkasından sete çıkardıkları suçlu kafilesini görmek istemiyordu.

İnsan dalgasının durup dinlenmeden çarptığı bu kaya parçası üzerinde, kanlı astarlı beyaz pelerini görününce kulaklarına gürültülü bir uğultu çarptı: “Haaaa!..” Uzakta bir yerde, hipodromun oradan doğan bu uğultu birden azaldı. “Beni gördüler,” diye düşündü Vali. Uğultu büsbütün yok olmamıştı, yeniden yükseldi, bir an duraklar gibi oldu, derken ilkinden daha büyük bir bağırtı koptu. Bu ikinci haykırış, dalgaların köpükle süslenmesi gibi, genel gümbürtüde açıkça duyulan ıslık sesleriyle, kadın çığlıklarıyla süslendi. “Suçluları sete çıkardılar,” diye düşündü Pilatus, “Çığlıklar, kalabalığın öne atılıp birkaç kadını çiğnemesi yüzünden kopuyor.”

İçinde birikenleri iyice boşaltmadan yeryüzündeki hiçbir gücün bir kalabalığı susturamayacağını, kalabalığın kendiliğinden de susmayacağını bilerek bir süre bekledi.

Sırası gelince sağ kolunu havaya kaldırdı, böylece son gürültü de bitti.

O zaman Pilatus, ciğerlerini alabildiği kadar yakıcı havayla doldurdu; haykırdığında boğuk sesi binlerce başın üstünden aştı:

“İmparator Caesar adına!..”

Hemen ardından, kulaklar, birkaç kez yinelenen kesik, madenî bir haykırışla doldu: Mızraklarını ve sancaklarını havaya kaldıran alayın askerleri kükrüyordu.

“Yaşa Caesar!”

Pilatus, başını kaldırıp yüzünü güneşe bıraktı. Gözkapaklarının ardında yeşil ışıklar yandı; ateş, beynini kavurdu, kalabalığın üstünde boğuk Aramca heceler uçuştu:

“Cinayet, halkı ayaklandırmaya kalkışma ve inançla yasalara hakaret suçlarından Kudüs’te yakalanan dört cani, alçaltıcı, çarmıha gerilme cezasına çarptırılmışlardır. Ceza hemen Çıplaktepe’de yerine getirilecektir. Bu canilerin adları Dismas, Hestas, Barabbas ve Ha-Nozri’dir. İşte, önünüzdeler!”

Pilatus, koluyla sağını gösterdi. Mahkûmlardan hiçbirini görmüyor, ama orada, kesinlikle bulunmaları gereken yerde durduklarını biliyordu.

Kalabalık boğuk, uzayıp giden bir uğultuyla karşılık verdi; sanki şaşırmış ya da rahatlamıştı insanlar. Yeniden sessizlik çöktüğünde Pilatus devam etti:

“Ancak, yasalar ve teamül gereğince Hamursuz Bayramı şerefine ölüm cezası sadece üçüne uygulanacak. Sanedrin’in önerisi ve Roma iktidarının onayıyla, gönlü yüce Caesar, mahkûmlardan birine sefil hayatını bağışlıyor!”

Pilatus bu sözleri haykırarak söylerken uğultunun yerini derin bir sessizliğin aldığını fark etti. Şimdi kulaklarına ne bir mırıltı ne bir iç çekme geliyordu. Öyle bir an geldi ki, Pilatus çevresindeki her şeyin kaybolduğunu sandı. Nefret ettiği kent ölmüştü, tek başına, inatla gökyüzüne çevirdiği yüzü, tepeden gelen ışınlarla yanarak ayakta duruyordu. Pilatus bir an sustu; sonra bağırdı:

“Şimdi, sizin önünüzde ölümden kurtulacak olanın adını…”

Adı açıklamadan önce, gereken her şeyi söyleyip söylemediğine baktı. Seçilen mutlu kişinin adı açıklanır açıklanmaz, ölü kentin canlanacağını biliyordu. Artık o gürültü içinde bir tek sözünü bile duyamazdı. Alçak sesle, kendi kendine, “Bu kadar mı?” diye sordu. “Tamam, bu kadar. Şimdi. Adı…”

Kentin sessizliği üzerine “r”lerin üzerine basa basa bağırdı:

“Barabbas’tır!”

Aynı anda güneş, gürültülü bir şangırtıyla tepesinde bin parçaya ayrılmış, kulakları o yükseltinin üzerinden ateşle dolmuş gibi geldi. İçinde haykırış, çığlık, inilti, kahkaha ve ıslık fırtınasının gemi azıya aldığı bir ateş.

Pilatus döndü, tökezlememek için ayaklarının altındaki satranç tahtasını andıran çinilerden başka hiçbir yere bakmadan merdivenlere yürüdü. Şimdi, ardında bir hurma ve bronz para yağmurunun sete yağdığını, haykıran kalabalıkta itişip kakışıp birbiri üstüne tırmanan insanların, bir adamın ölümünün ellerinden koparılıp alınışı mucizesini gözleriyle görmeye çalıştıklarını biliyordu.

Muhafızların da, aynı anda elleri bağlı üç mahkûmu ister istemez canlarını yakarak yan merdivenden, batıya, kentin dışındaki Çıplaktepe’ye giden yola sürüklediklerini de biliyordu. Ancak aşağıya, setin dibine indiğinde, tehlikeden kurtulduğunu anlayıp gözlerini açtı Pilatus. Mahkûmları görmesine artık olanak yoktu.

Yavaş yavaş yatışan kalabalığın çığlıklarına şimdi de çığırtkanların tiz bağırışları karışıyordu, kimi Aramca kimi Yunanca Vali’nin o yükseltide söylediklerini yineliyordu. Üstelik atların gitgide yaklaşan kuru ve kesik şakırtılarıyla bir borunun kısa, şen çağrısını duyuyordu. Seslere, çarşıdan hipodroma giden yol boyunca sıralanan evlerin damına tünemiş çocukların kulakları sağır edici ıslıkları, “Dikkat! Kenara çekilin!” haykırışları karşılık veriyordu.

Meydanın ıssız bölümünde tek başına ayakta duran bir asker, elindeki sancağı, tehlikeyi belirtmek için sallamaya başladı. Vali, lejyon komutanı, kâtip ve arkadan gelenler hemen durdular.

Bir süvari birliği dörtnala ortaya çıktı. Meydanı yandan kesip halk birikmeden, asma kaplı kent duvarlarının dibinden Çıplaktepe’ye çıkan yola kestirmeden varmaktı amaçları.

Atlarını rüzgâr gibi dörtnala koşturan süvarilerin çocuk gibi ufak tefek ve kara yüzlü Suriyeli komutanı, Pilatus’un yanında durdu, incecik sesiyle bağırarak bir şeyler söyledi ve kılıcını kınından çekti. Yerinde duramayan, ter içindeki yağız atı kasılıp birden şaha kalktı. Ani bir hareketle kılıcını kınına yerleştiren komutan, hayvanı boynundan kırbaçlayarak hizaya soktu, sonra dörtnala kaldırıp yola daldı. Ardından, üçer üçer dizilmiş süvariler, toz bulutu arasında, rüzgâr gibi geçip gittiler. Atların her adımında hafif bambu mızraklarının ucunun oynadığı görülüyordu. Pilatus’un önünden geçen bembeyaz, pırıl pırıl dişli ve şen yüzler, Vali’ye, bembeyaz sarıkların altında olduğundan da yanık gözüktü.

Toz bulutunu havaya kaldıran süvariler yola saptı, Pilatus’un önünden geçenlerin sonuncusunun sırtında, güneşte parıldayan bir boru vardı.

Tozdan korunmak için elini yüzüne siper eden Pilatus, yüzünü buruşturup yola koyuldu, ardında lejyon komutanı, kâtip ve muhafız kıtasıyla, hızla bahçe kapılarına vardı.

Saat, aşağı yukarı sabahın onuydu.


11

. Ceza davalarıyla idam davalarına bakan Kudüs’ün eski Yahudi mahkemesi. (Y.N.)

12

1. (Eski Yunanca) Şef, lider. (Y.N.)

13

. Kudüs'ün doğusunda, eski şehrin duvarlarının en eski kapısı. Yahudi inanışına göre Mesih oradan kente gireceği için 1541'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından ördürülmüştür. (Y.N.)

14

. Golgota. İsa’nın çarmıha gerildiği tepe. (Y.N.)

Usta ile Margarita

Подняться наверх