Читать книгу Görev Yemini - Джек Марс - Страница 9

4. BÖLÜM

Оглавление

7 Haziran

Akşamüstü 8:51

Galveston Ulusal Laboratuvarı, Teksas Üniversitesi Tıp Dalı – Galveston, Teksas

“Yine geç saatlere kadar çalışıyorsun Aabha?” dedi bir ses Cennetten.

Bu siyah saçlı, egzotik kadının dünya üstü bir güzelliği vardı. İsmi Hintçe güzel anlamına geliyordu.

Ses onu ürkütmüştü ve vücudu istemsizce zıpladı. Beyaz, hava geçirmeyen koruyucu kıyafetiyle Galveston Ulusal Laboratuvarında Biyogüvenlik Seviye 4 tesisindeydi. Onu koruyan kıyafetin içinde astronot gibi görünüyordu. Bu şeyi giymeyi hiçbir zaman sevmedi. İçinde kapana kısılmış gibi hissediyordu. Ama işinin getirdiği bir zorunluluktu.

Kıyafet tavandan inen sarı bir hortuma bağlıydı. Hortum dışarıdan kıyafete sürekli temiz hava pompalıyordu. Kıyafet delinse veya yırtılsa bile içindeki pozitif basınç laboratuvardaki havayı dışarıda tutuyordu.

BGS-4 laboratuvarı dünyadaki en güvenlikli laboratuvardı. Bilim adamları burada halk sağlığı ve güvenliğini tehdit eden yüksek derecede bulaşıcı ve ölümcül organizmaları inceliyordu. Şimdi, mavi eldivenleriyle Aabha, kapalı bir deney tüpünde içinde insanlığın bildiği en ölümcül virüsü tutuyordu.

“Beni bilirsin,” dedi. Kıyafetin içinde bir mikrofon, içindeki kişinin sesini onu kapalı devre sistemden izleyen görevliye iletiyordu. “Gece kuşuyum.”

Kendisini gözetleyen kişiyi zihninde canlandırdı. İsmi Tom’du. Orta yaşlı, kilolu biriydi, onun boşandığını düşünüyordu. Gece yarısının sessizliğinde, bu büyük binada sadece ikisi vardı ve adamın onu izlemek dışında pek bir işi yoktu. Bunu düşündükçe ürküyordu.

Tüpü henüz dondurucudan çıkarmıştı. Dikkatlice biogüvenlik dolabına yaklaştı, normal şartlar altında tüpü açar ve içindekileri incelerdi.

Bu gece normal şartlar yoktu. Bu gece yıllar süren çalışmanın sonuçlarıydı. Amerikalıların deyimiyle Önemli Maç bu gece oynanacaktı.

Gece bekçisi Tom dahil, laboratuvardaki bütün iş arkadaşları onun isminin Aabha Rushdie olduğunu sanıyordu.

Hakikat bambaşkaydı.

Onun, Delhi'de zengin bir ilenin kızı olduğunu ve o genç bir kızken Londra'ya taşındığını sanıyorlardı. Gülünç. Böyle bir şey hiç olmamıştı.

Mikrobiyoloji dalında doktorası olduğunu ve King's College, Londra'da geniş çaplı bir BGS-4 eğitimi aldığını sanıyorlardı.

Elindeki tüpün içinde, son yıllarda Afrika'da büyük yıkım yaratan, dondurulmuş halde Ebola virüsü numunesi vardı. Sadece maymundan veya bir yarasadan veya bir insandan alınan bir örnek olsaydı... bu bile idare etmesi oldukça zor bir şey olurdu. Ama, hikayenin devamı vardı.

Duvardaki dijital saate baktı. Akşamüstü 8:54. Bir dakika kalmıştı. Kısacık bir oyalanma yetecekti.

“Tom?” dedi.

“Evet?” diye bir ses geldi.

“Dün akşam televizyonda Başkan'ı izledin mi?”

“İzledim.”

Aabha gülümsedi. “Ne düşünüyorsun?”

“Düşünmek? Sanıyorum ki sorunumuz var.”

“Gerçekten mi? Ben onu çok beğeniyorum. Benim ülkemde...”

Laboratuvar ışıkları herhangi bir uyarı vermeden gitti—yanıp sönmediler veya herhangi bir ses çıkarmadılar. Aabha birkaç saniyeliğine zifiri karanlıkta kaldı. Arka planda sürekli olarak çalışan laboratuvar havalandırması ve elektronik ekipmanın çıkardığı ses durmuştu. Sonuz bir sessizlik gelmişti.

Aabha doğru bir tonlama vermeye çalışarak seslendi.

“Tom? Tom?”

“Tamam, Aabha, sakin ol. Dayan. Deniyorum...Orada neler oluyor? Kameralar gitti.”

“Bilmiyorum. Sadece...”

Bir grup sarı renk acil durum ışık yandı, fanlar tekrar çalışmaya başladı. Düşük ışık bütün laboratuvarı ürkütücü ve karanlık bir yer haline çevirdi. Yarı karanlık içinde parlayan kırmızı çıkış ışıkları dışında her şey olabildiğince loş gözüküyordu.

“Wow” dedi. “Biraz korktum ama iyiyim. Çıkış ışıkları yanıyor. Onları takip etsem?”

“Olabilir. Ama bütün güvenlik protokollerini takip etmen gerekir, karanlık bile olsa. Kıyafet için kimyasal duş, ve senin de normal. Veya, bunları yapabileceğini düşünmüyorsan ben bizden birini içeri yollayana kadar ya da elektrikler gelene kadar beklemen gerekir.”

Sesinde birazcık titreme oldu. “Tom, hortumdan hava gelmedi. Eğer tekrar giderse... Burada havasız kalmak istediğimi düşünmüyorum diyelim. Protokolleri gözlerim kapalı takip edebilirim. Ama buradan derhal çıkmalıyım.”

“Pekala. Bütün prosedürü harfi harfine takip etmelisin ama. Sana güveniyorum. Ama buradaki ışıklar tamamen gitmiş durumda. Çıkış yolun boyunca her yer karanlık gibi gözüküyor. Hava kilidi bir anlığına gitti ama biraz önce geri geldi. En iyisi seni oradan doğru çıkarmak olur. Hava kilidinden geçtikten sonra sorun yaşayacağını sanmıyorum. Geçince haber ver, tamam? Enerjiyi korumak için burayı tekrar kapatacağım.”

“Tamam,” dedi.

Karanlığın içinde, hava kilidinin olduğu çıkış kapısına doğru ilerleri. İçinde Ebola olan tüp hala eldivenli sağ elindeydi. Bütün prosedürleri bitirmek yirmi-otuz dakika tutacaktı. Ama şu an bunlarla uğraşmayacak, buradan çıkışa kadar bazı noktalarda kestirmeleri kullanacaktı. Şimdiye kadar görülmüş en hızlı çıkış olacaktı.

Tom hala onunla konuşuyordu. “Ayrıca, çıkmadan bütün alet ve malzemeleri güvenliğe aldığından emin ol. Tehlikeli şeylerin ortalıkta kalmasını istemeyiz.”

İlk kapıyı açtı ve geçti. Tam kapanıyordu ki onun sesini tekrar duydu.

“Aabha?” dedi.

*

Aabha üstü açık bir BMW Z4 kullanıyordu.

Ilık bir akşamdı ve saçlarında rüzgarı hissetmek istiyordu. Galveston'daki son gecesiydi. Aabha olarak son gecesiydi. Görevini, beş yıl süren bir gizlilikten sonra tamamlamıştı, hayatının bu kısım sona ermişti.

Bir kimliği kıyafetler gibi çıkarıp atmak harika bir duyguydu. Özgürlük buydu, mutluluk buydu. Bir televizyon reklamında başrol oynuyormuş gibi hissetti.

Çalışkan ve ciddi Aabha'dan uzun zaman sıkılmıştı. Bir daha ki sefere kim olabilirdi? Heyecan verici bir soruydu.

Marinaya giden yol sadece birkaç kilometrelik kısa bir yoldu. Anayoldan çıktı ve otoparka girdi. Bagajdan el çantasını ve diğer eşyalarını aldı ve anahtarları torpido gözüne koydu. Bir sat içerisinde kendisine çok benzeyen ve daha önce hiç görmediği bir kadın arabaya bindi ve gitti. Sabaha kadar 350 kilometre kadar uzaklara gidebilirdi.

Bu arabayı o kadar seviyordu ki ayrılmak onu üzdü.

Ama araba neydi ki? Birbirine kaynaklanmış, vidalanmış ve bağlanmış bir sürü parçadan fazlası değildi. Aslında soyut bir şey.

Marina boyunca yüksek topuklu ayakkabılarıyla yürüdü. Ayakkabıları, yerdeki fayanslara her basışında ses çıkarıyordu. Yüzme havuzunun yanından geçti, bu saatte kapalıydı ama yine de dünya dışı bir ışıkla alttan aydınlatılmıştı. Çatıları sazlarla kaplı kamelyaların rüzgardan hışırdadı. Marinadaki ilk iskeleye doğru bir rampadan öndü.

Buradan, Bizans tarzında birbirine bağlantıları olan iskele kollarından çok uzakta duran bir teknenin gecenin karanlığını bozduğunu görebiliyordu. Bu tekne 250-foot uzunluğunda, okyanuslar aşabilen bir yattı ve marinaya çekebilmek için fazla büyüktü. İçinde diskosu, havuzu, jakuzili spor salonu, dört kişilik bir helikopteri ve rampası olan yüzen bir oteldi. Modern bir krala yakışır bir kaleydi.

Burada onu küçük bir tekne bekliyordu. Bir adam, onu tekneye alabilmek için elini uzattı. Önce arkadaki boşluğa sonra kokpite aldı. Adam halatları çözüp iterken Aabha arkada oturmuştu.

Bu küçük hız teknesiyle yata yaklaşmak, küçük bir uzay gemisiyle devasa bir yıldız destroyerine yaklaşmak gibiydi. İskeleye bile çekilemiyordu. Hız teknesi yatın arkasına doğru yaklaştı ve başka bir adam kadının beş katlı bir merdiven doğru güverteye çıkmasına yardım etti. Bu adam kötü şöhretli asistan, İsmail'di.

Aabha biner binmez, adam “Malzemeyi aldın mı?” diye sordu.

Yapmacık bir şekilde sırıttı. “Selam Aabha, nasılsın?” dedi. “Seni görmek güzel. Hasarsız bir şekilde kaçabildiğin için mutluyum.”

Eliyle bir çark çeviriyormuş gibi hareketler yaptı. Hadi, hadi. “Selam Aabha. Her ne dediysen. Malzemeyi aldın mı?”

Çantasına uzandı ve içi Ebola'yla dolu tüpü çıkardı. Bir anlığına tüpü okyanusa fırlatmak gibi komik bir dürtü hissetti. Bunun yerine tüpü adama doğru tuttu.

“Şu küçücük şey,” dedi. “İnanılmaz.”

“Bu tüpe hayatımın beş yılını verdim,” dedi Aabha.

İsmail gülümsedi. “Ama şu da var; bundan yüz yıl sonra bile insanlar Aabha isimli kahraman bir kız için şarkılar söylüyor olacak.”

Tüpü almak için elini uzattı.

“Ona ben veririm,” dedi Aabha.

İsmail omzunu silkti. “Nasıl istersen.”

Yeşil ışıklarla aydınlatılmış merdivenlerden doğru çıktı ve ana kabine cam kapısından doğru girdi. Bu kocaman kabinin içindeki bir duvar boyunca dev bir bar, diğer duvar boyunca da masalar ve ortasında da dans pisti. Patronu burayı eğlenmek için kullanıyordu. Aabha daha önce burada bulunmuştu; Berlin’deki bir gece kulübü gibiydi—sadece ayakta durulacak yer vardı, müzik duvarları sallayacak kadar açıktı ve her yerde ışıklar vardı, dans pistinin üzerinde hınca hınç dans ediliyordu. Şimdi ise burası sessiz ve boştu.

Kırmızı halısı olan bir koridordan yürüdü, iki yanı boyunca sıralanmış yarım düzine kamara vardı. Koridorun sonundaki merdivenlerden yukarı bir salona çıktı. Teknenin en içine kadar girmişti artık, daha da gidiyordu. Birçok misafir buraya kadar gelemezdi. Bu salonun sonunda bulunan geniş, çift kapılı girişe geldi ve kapıyı çaldı.

“Gel,” dedi bir adam.

Sol taraftaki kapıyı açtı ve içeri girdi. Bu oda onu her zaman hayretler içinde bırakmıştı. Burası, kaptan köşkünün hemen üzerinde bulunan ana yatak odasıydı. Tam karşısında, yerden tavana kadar uzanan 180-derecelik bir görüş açısı sağlayan pencerelerden teknenin yaklaştığı yer kadar sağında ve solunda bulunan her şey görünebiliyordu. Bu görüntü çoğunlukla açık deniz olurdu. Solunda, parti bölgesi haline getirilmiş yerde bir kanepe vardı. Aynı zamanda iki rahat sandalye, dört kişilik bir yemek masası, duvara asılmış dev, ince televizyon ve hemen altında dev, tek parça bir hoparlör. Köşede ise içinde likörlerin bulunduğu, cam kapılı, yüksek bir dolap.

Sağına doğru, özel yapım kocaman bir yatak ve hemen üzerine, tavana montelenen ayna duruyordu. Bu yatın sahibi eğlenmeyi seviyordu, yatakta dört hatta bazen beş kişi yatabilirdi.

Yatağın hemen önünde sahibi duruyordu. Altında ipek kumaştan, uçkurlu, beyaz bir pantolon ve ayağında terlik vardı, ve üzerinde başka bir şey yoktu. Uzun boylu ve koyu tenliydi. Muhtemelen kırklı yaşlarındaydı, saçlarına aklar düşmüştü ve kısa sakalları yeni yeni beyazlaşmaya başlamıştı. Derin kahverengi gözleriyle oldukça yakışıklı bir adamdı.

Vücut yapısı ve oranı mükemmeldi— geniş omuzları ve baklavalarına uzanan göğsü ve kuvvetli bacaklarının bağlandığı dar bir beli vardı. Sol göğsünde siyah, dev bir at dövesi vardı, bu bir Arap atıydı. Adamın bir sürü Arap atı vardı, onun için kişisel bir semboldü. Güçlü, maskulen, asil, tıpkı onun gibi.

Muazzam varlığıyla özel antrenörler, en iyi yiyecekler ve doğru hormon tedavilerini uygulayacak harika doktorlara kolayca erişebiliyor ve bu sayede son derece zinde, sağlıklı ve iyi dinlenmiş görünüyordu. Tek kelimeyle mükemmeldi.

“Çok sevgili Aabha. Bu geceden sonra kim olacaksın?”

“Omar,” dedi. “Sana bir hediye aldım.”

Omar gülümsedi. “Senden hiç bir zaman şüphe duymadım. Bir an bile.”

Bir el işaretiyle yanına çağırdı ve Aabha da ona doğru gitti. Ona tüpü verdi ama o, tüpe bir kez bile bakmadan yatağın yanındaki masaya koydu.

“Sonra,” dedi. “Bunu daha sonra düşünürüz.”

Onu kendisine doğru çekti. Aabha, onun kuvvetli kollarına doğru süzüldü. Yüzünü onun boynuna yasladı ve adamın kokusunu aldı. Kolonyasının aroması belli belirsiz öne çıksa da onun topraksı kokusu alttan alttan hissediliyordu. Bu adam temizlik manyağı değildi. Kokusunun alınmasını istiyordu. Aabha adamın kokusunu heyecan verici buldu. Onun hakkında her şeyi heyecan verici buluyordu.

Onu döndürdü ve yüzüstü yatağa yasladı. Aabha da istiyordu. Omar, onun kıyafetlerini çıkarırken ve vücudunu okşarken o, rahatsız olmuşçasına kıvrandı. Kısık ve derin sesiyle ona bir şeyler mırıldandı, normalde onu şoke edecek şeylerdi ama burada, bu odada, hayvani bir keyifle inlemesine sebep oluyordu.

*

Omar uyandığında kız gitmişti.

Bu iyiydi. Kız, onun tercihlerini biliyordu. Uyurken diğer insanların hareketlerinden ve çıkardığı seslerden rahatsız olur ve bu hiç hoşuna gitmezdi. Uyumak dinlenmekti. Güreş maçı gibi olmamalıydı.

Tekne hareket ediyordu. Tam zamanında, Galveston’dan ayrılmış ve Meksika Körfezi’nden doğru Florida’ya yönelmişlerdi. Yarın, Tampa yakınlarında demirleyecekler ve Aabha’nın getirdiği küçük tüpü karadan devam edeceği macerasına uğurlayacaklardı.

Masaya uzandı ve tüpü eline aldı. Kalın, sertleştirilmiş plastikten yapılmış, tepesi parlak kırmızı bir kapakla kapatılmış küçük boyutlarda bir şeydi. İçindeki şey kayda değer bir şeydi. Bir miktar tozdan ancak biraz farklıydı.

Öyle bile olsa…

Nefes kesici bir şeydi bu! Bu gücü elinde bulundurmak, yaşam ve ölümün gücü. Ve sadece bir kişinin yaşamı değil, birçok, birçok insan öldürebilecek olmanın gücü. Bir nüfusun tamamını öldürebilme gücü. Bir ulusu rehin alabilmenin gücü. Sınırsızca savaşmanın gücü. İntikamın gücü.

Gözlerini kapadı ve diyaframdan derin bir nefes aldı, sakinliği arıyordu. Galveston’a tam bir riskti, gereksiz bir risk. Ancak böyle bir silahın eline geçtiği ana tanık olmak için orada olmalıydı. Bu silahı tutmak, gücü ellerinde hissetmek istedi.

Tüpü tekrar masanın üzerine bıraktı, pantolonunu çekti ve yataktan çıktı. Üzerine bir Manchester United forması geçirdi ve güverteye gitti. Onu burada buldu, bir koltuğun üzerinde, yüzü engin denizlere ve gecenin karanlığına ve yıldızlara bakıyordu.

Kapının yanında bir koruma sessizce bekliyordu.

Omar adama bir işaret yaptı ve o da tırabzanlara doğru gitti.

“Aabha,”. Omar’a doğru döndü, uykulu olduğu gözlerinden okunabiliyordu.

İkisi de gülümsedi. “Harika bir şey yaptın,” dedi. “Seninle gurur duyuyorum. Belki artık uyuman gerek. ”

Başıyla onayladı. “O kadar yorgunum ki...”

Omar eğildi ve onu dudağından öptü. Kıvrımlarının ve hareketlerinin ve çıkardığı seslerin hafızasında bıraktığı izin tadına varırcasına doyasıya öptü.

“Sevgilim, dinlenmeyi sonuna kadar hak ettin.”

Omar korumaya doğru baktı. Uzun boylu, güçlü bir adamdı. Ceketinden plastik bir torba çıkardı, Aabha’nın arkasına doğru yürüdü ve bir harekette torbayı kafasına geçirdi ve sıkıca çekti.

Bir anda elektrik verilmiş gibi çırpınmaya başladı. Arkaya doğru uzandı ve adama vurmaya ve tırnaklamaya çalıştı. Ayaklarıyla kendini kaldırmaya çalıştı. Boşuna uğraşıyordu. Bu adamın gücüne karşı koyması imkansızdı. Adamın damarlarla çevrili kolları ve bilekleri son derece gergindi, kasları işini yapıyordu.

Şeffaf torbanın ardında gözleri kan çanağı olmuştu. Korku çaresizlik ifadesi bir maske gibi yüzünü sarmıştı. Ağzı bir dolunay gibi kocaman bir ‘O’ harfi şeklini almıştı, nefes almaya çalışıyor ama beceremiyordu. Oksijen yerine tek çekebildiği ince plastik torbaydı.

Vücudu kaskatı kesildi. Sanki ahşaptan oyulmuş bir kadın bedeni gibi, arkaya doğru bir yay oluşturuyordu. Vücudu git gide kendini saldı. Zayıf düşmüş ve kaderini kabullenip çırpınmayı bırakmıştı. Koruma onun yavaş yavaş sandalyeye inişine izin verdi. Onunla birlikte, onu yönetircesine sandalyeye doğru eğildi. Şimdi öldüğüne göre ona daha yumuşak davranıyordu.

Adam derin bir nefes aldı ve Omar’a doğru baktı.

Omar ise gecenin karanlığına doğru bakıyordu.

Aabha gibi iyi bir kızı öldürmek utanç vericiydi, ama o lekelenmişti. Yakın zaman içerisinde, muhtemelen bu sabaha kadar Amerikalılar tüpün kaybolduğunu anlamış olacaktı. Bundan kısa bir süre sonra da laboratuvardan en son çıkan kişinin Aabha olduğunu ve elektriklerin gittiği anda orada olduğunu çözeceklerdi.

Güç kaybının yeraltındaki kablonun kesildiği için meydana geldiğini, jeneratörlerin devreye girmeyişinin ise birkaç hafta önce dikkatlice yapılmış bir sabotaj olduğunu anlayacaklardı. Çaresizce Aabha’yı arayacaklar, ne pahasına olursa olsun onu bulmaya çalışacaklardı. Onu asla bulmamaları gerekiyordu.

“Abdul’den yardım al. Makine odasındaki ekipman dolabında boş kovalar ve hızlı kuruyan beton olacak. Aabha’yı oraya götür. Ayaklarını ve baldırlarını betonlayın ve okyanusun en derin yerine bırakın. Üç yüz metre veya daha derin olsun, lütfen. Elimizde veriler var, değil mi?”

Adam başıyla onayladı. “Evet efendim.”

“Mükemmel. Ardından bütün çarşafları, yastıkları ve yorganı yıkatın. Dikkatlice bütün delilleri yok etmeliyiz. Amerikalıların bu gemiye gelme ihtimalleri düşük olsa da böyle bir durumda bu kızın DNA’sının yakınımda bir yerde olmasını istemiyorum.”

Başıyla onayladı. “Elbette.”

“Çok güzel,” dedi Omar.

Korumasını cesetle birlikte bıraktı ve yatak odasına doğru gitti. Köpük banyosu vakti gelmişti.

Görev Yemini

Подняться наверх