Читать книгу Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1 - - Страница 4

Pembe İncili Kaftan

Оглавление

Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen[5] mavi, mor bahar ışıklarında çinilerin yeşil rengi koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelerde oturan vezirler yorgundu. Onlar, önlerindeki[6] halının renkli nakışlarına bakıyorlardı. Uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, mevcut olmayan[7] noktalara dalıyordu.

– Cesur bir adam lazım, paşalar… dedi, biz elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye çalışacak[8].

– Şüphesiz.

– Hiç şüphesiz.

– Mutlaka…

Vezirler Sadrazamın fikrine tamamıyla katılıyordu. Sadrazam bunu anladı ve fikrini daha açık söyledi:

– O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…

– Evet!

– Hay, hay.

– Çok doğru…

Sadrazam, sakalından elini çekti ve dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Vezirlere ayrı ayrı baktı.

– Haydi öyleyse… Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegân’dan, Enderun’dan, Divan’dan benim aklıma böyle adam pek gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.

Sofu ve sakin padişahın koca devletinin sessiz ve küçük bir dimağı olan divan, düşünmeye başladı.

Bu elçi, yedi sene sonra her gururunun, her cinayetin cezasını bir anda gören Şah İsmail Safevi’ye[9] gönderilecekti[10]! Şah İsmail, serseri bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan babasıyla, büyük babası[11] Cüneyd’in intikamını aldı, bundan dolayı delice bir gurura kapıldı. Kuduran Şah; akla gelmedik[12] canavarlıkla sağına, soluna[13] saldırıyordu.

Gençliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade kitapla geçiren Padişah Bayezid-i Veli’nin[14] karakteri son derece yumuşaktı. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sayarlardı. Bayezid’in sakin dindar vezirleri; Şah İsmail’in vahşetlerini hatırlamaya dayanamazlardı[15]. Bu zalim, bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek; doğu eyaletlerimizi ele geçirecekti. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadiriye hakimi Alaüddevle’den[16] nikahla kızını istemişti. Alaüddevle, kızını vermedi. Şah İsmail, bu red hareketinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti, müdafaasız Zülkadiriye arazisine girdi; Diyarbakır, Harput kalelerini[17] aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapamadı. Bu Şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı…

Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor[18], birbiri ardına[19] elçiler gönderiyordu. O zaman Trabzon valisi[20] olan Şehzade Yavuz[21], babası gibi sabredememiş; Tebriz hududunu geçmiş; Bayburt’a, Erzincan’a[22] kadar her tarafı talan etmiş; hatta Şah’ın kardeşi İbrahim’i esir almıştı. Şah İsmail’in elçisi, şimdi bu tecavüzden de şikayet ediyor, Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil sırf Alaüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu zalim, gaddar kişiye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendisini Osmanlı hakanıyla bir tutan[23] bu serseri; karşısında devleti temsil edecek, münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki hareketsiz duran kırmızı tuğlu kavuk[24], yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

– Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memuriyeti kabul etmez.

– Kim!

– Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

– Burada mı oturuyor?

– Evet.

– Ne iş yapıyor?[25]

– Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Siz onu tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle sohbet etmez. İkbal istemez.

– Niye?

– Bilmem ama belki zararlı diye.

– Tuhaf…

– Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Yüzünde kılıç yaraları vardır.

– Bize elçi olmaz mı?

– Bilmem.

– Bir kere kendisini görsek…

– Bilmem, çağırınca[26] ayağınıza gelir mi?

– Nasıl gelmez?

– Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şah’la geda onun için birdir.

– Devletini sevmez mi?

– Sever sanırım.

– O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

– Tecrübe buyurun efendim.

Sadrazam, o akşam mektubunu Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devletin, millete dair[27] bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesini yazıyordu.

Sabah namazından sonra, Hint kumaşından ağır perdeli, küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken Sadrazam’a Muhsin Çelebi geldi diye haber verdiler.

– Getirin buraya… dedi.

İki dakika geçmeden[28] odanın sedef kakmalı ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Sadrazam bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Fakat adam şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm[29] duruyordu. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu.

– Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?

– Şey…

– Buyurunuz efendim.

– Buyur oğlum, şöyle otur da…

Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden[30], gayet tabii bir hareketle kendisine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam, hâlâ ellerinde tuttuğu kâğıtlara bakarak[31] içinden: ‘‘Ne biçim adam?[32] Acaba deli mi?’’ diyordu. Halbuki… hayır. Bu oğlan gayet akıllı bir insandı! Muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Ormanın arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye kötülük etmezdi. Zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı[33]. Devletinin büyüklüğünü bilirdi. Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurani yolların nihayetinde, daima kirli bir etek mihrabı bulunduğunu bilirdi. İnsanlık, ona göre[34] çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, Allah’ın bir halifesiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. Kuyruğunu sallaya sallaya[35] efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama, insana… Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara heriflerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçmıştı. Yalnız muharebe zamanları, Gureba Bölüklerine[36] kumandanlık için meydana çıkardı. Serbest ve tabii oturuşu, Sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:

– Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum?

– Ben mi?

– Evet.

– Ne münasebet?

– Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…

– Ben, şimdiye kadar devlet memuriyetine girmedim.

– Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:

– Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi, halbuki devletliler, mevkilerine hep boyun eğer, el etek hatta ayak öperler ve etraflarına daima hep bu çirkin hareketleri tekrarlayanları toplarlar. Mert, doğru, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi hemen onu mahvetmeye çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa[37] niçin hançerlendi, paşam?

Sadrazam, yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar ‘‘Acaba deli mi?’’ diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, ‘‘Şunun başını vurdursam…’’ dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının sesini işitti: ‘‘İşte, sen de yalakalık, riya, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!’’ Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı, beyaz yüzü, kalın boynu… biraz büyük, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname[38] sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. ‘‘Tam bizim aradığımız adam işte…’’ dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hareketi de çekemez, ölümden korkmazdı. Kavuğunu hafifçe salladı:

– Seni Tebriz’e elçi olarak göndereceğiz.

Muhsin Çelebi sordu:

– Aranızda o kadar çok nişancılar, katipler, hocalar var. Niçin onlardan seçmiyorsunuz?

– Sen, Şah İsmail denen alçağın kim olduğunu biliyor musun?

– Biliyorum.

– Devletini seviyor musun?

– Seviyorum.

Sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

– Pekâlâ öyleyse… dedi, bu alçak kaide kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret, devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyla o alçağa iade etsin… Devletini seversen sen bu fedâkârlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi, hiç düşünmedi:

– Kabul ettim efendim, fakat bir şartla… dedi.

– Ne gibi?…

– Madem ki bu bir fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedâkârlık, ne olursa olsun, kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

– Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, giyimi daha muhteşem, daha ağır olması lâzım… Bunlar için, mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

– Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli olan muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim, hatta…

Sadrazam gözlerini açtı.

– …Hatta sırtıma, Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.

– Ne giyeceksin?

– Sırmakeş Toroğlu’ndaki[39] kumaşı Hint’ten[40], incileri Venedik’ten[41] gelme Pembe İncili Kaftan’ı alacağım.

– Ne?… O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?

Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanı İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler padişaha hediye etmek için Toroğlu’na gittikçe[42] o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:

– Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehin olarak vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altını atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan[43] sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam, bu hareketi mantıklı bulmadı:

– Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz[44]. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.

– Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı, altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben, çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi ile konuştukça, sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah bir hükümdarı cezalandırmak için gönderilecek tam bir adam bulmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri mallarını çok severdi. Bunlardan biri elçi olarak gönderilse, devleti değil alacağını düşünecekti ve her hareketi kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe de çağırmak istedi. Fakat olmadı; giderken onu ta sofaya kadar uğurladı.

…Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzenledi. Bunların hepsi hakikaten muhteşemdi. Yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu’ndan meşhur Pembe İncili Kaftan’ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra yola çıktı. Muhsin Çelebi, bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, Pembe İncili Kaftan’ı yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl bir şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı derin bir garaz duydu. Tahtının önündeki şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyordu.

…Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi[45] yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, ‘‘Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba…’’ dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar; hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymetli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev, sivri kubbeyi çınlatan gür sesiyle:

– Mektubunu verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri[46] onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Atalarından itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz[47]. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…

Muhsin Çelebi nutkunu bağırıyordu; Şah ise kızarıyor, sararıyor, morarıyordu. Şah İsmail heyecandan mektubu açamadı, elinde tutuyor, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki muharipler, kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Vezirler, muharipler hükümdarlarının sabrına şaşıyordu. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail, donmuş; taş kesilmişti[48]. Gururu, bu Türk’ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi, dışarı çıktı. Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:

– Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz!

Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru döndü, Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle:

– Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda, büyük bir padişah elçisine oturtacak seccadeniz, şilteniz bile yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha sırtına koymaz… Bunu biliyor musunuz? dedi.

…Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:

– Evlatlarım! Bindiğiniz atları, takımları, üstünüzdeki elbiseleri, belinizdeki işlemeli hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?

– Helâl olsun!

Cevabını alınca, onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı.

Sadrazamın konağına gitti. Mektubu, Şah’a verdiğinde, hiçbir hakarete uğramadığını Şah’ın müsaadesini istemeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun vazifesini yapabileceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp gideceği zaman:

– Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi.

– Hayır, getirmedim.

– Acemistan’da[49] mı sattın?

– Hayır, satmadım.

– Çalındı mı?

– Hayır.

– Ya ne yaptın?

– Hiç!

Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu’na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. İstanbul’da hiç kimse meşhur “Pembe İncili Kaftan”ın nasıl, nerede, niçin bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karınlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atı ile mücevher takımını satıp Kuzguncuk’ta mini mini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Ailesinin ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında zerzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!

(‘‘Yeni Mecmua’’, C. I, 1917, sayı: 17)

УПРАЖНЕНИЯ

1. Заполните пропуски нужным словом.

a. Vezirler, sevgili padişahının sükûnunu bozmamayı en büyük _________ sayarlardı.

b. Sadrazam, ‘‘Ben tam bu elçiliğe ____________ bir adam biliyorum,’’ dedi.

c. Sadrazam bir an eteğine ____________________ bekledi.

d. Muhsin Çelebi’nin yaşı ____________________ geçiyordu.

e. Sadrazamın ____________________ hakkı vardı.


2. Составьте фразы, расставив слова в верном порядке.

a. gayet / giyinmişti / elçisi / Şah İsmail’in / ağır

b. nafakalarını / verdi / altı aylık / ellerine

c. açık / Muhsin Çelebi / serbest adımlarla / girdi / kapıdan

d. tekrar tekrar / Sadrazam / sordu / ısrar etti

e. macera / Tebriz sarayındaki / karınlığına / tarihin / karıştı


3. Составьте словосочетания, соединив существительное с глаголом.

a. müsaade –          1. etmek

b. rehine –            2. istemek

c. ısrar –             3. geçirmek

d. fiyat –             4. sıkmak

e. dişler –            5. vermek

f. haber –            6. koymak

g. ele –              7. artırmak


4. Ответьте на вопросы.

a. Bayezid’in divanı nereye elçi göndermek istemişti?

b. Muhsin Çelebi, Şah İsmail’e gitmek için hangi elbiseyi satın almıştı?

c. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftan’ın parasını nereden almıştı?

d. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftan’ı nerede bırakmıştı?

e. Muhsin Çelebi, elçilikten döndükten sonra ne yapmıştı?


5. Определите, верны (doğru) фразы, или нет (yanlış).

a. Bayezid-i Veli’nin karakteri son derece yumuşaktı.

b. Muhsin Çelebi, hazineden para almak istemedi.

c. Muhsin Çelebi bahçesini rehine koydu.

d. Muhsin Çelebi, Şah İsmail’in sarayında oturamadı.

e. Muhsin Çelebi, Şah İsmail’in sarayından yavaş yavaş döndü.

ОТВЕТЫ

1. a. Vezirler, sevgili padişahın sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sayarlardı.

b. Sadrazam, ‘‘Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum,’’ dedi.

c. Sadrazam bir an eteğine kapanılmasını bekledi.

d. Muhsin Çelebi’nin yaşı kırkı geçiyordu.

e. Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı.


2. a. Şah İsmail’in elçisi gayet ağır giyinmişti.

b. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi.

c. Muhsin Çelebi, açık kapıdan serbest adımlarla girdi.

d. Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu.

e. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karınlığına karıştı.


3. a. 2. müsaade istemek – просить разрешения;

b. 6. rehine koymak – оставить в залог;

с. 1. ısrar etmek – настаивать;

d. 7. fiyat artırmak – повысить цену;

e. 4. dişler sıkmak – стиснуть зубы;

f. 5. haber vermek – сообщать;

g. 3. ele geçirmek – захватывать.


4. a. Bayezit’in divanı İran’a Şah İsmail’e elçi göndermek istemişti.

b. Muhsin Çelebi, Şah İsmail’e gitmek için kaftan satın almıştı.

c. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftan’ı almak için çiftliğini, mandırasını, evini, dükkanlarını, bahçesini rehine koydu.

d. Muhsin Çelebi, Pembe İncili Kaftan’ı Şah İsmail’in sarayında bırakmıştı.

e. Muhsin Çelebi, elçilikten kalan atı ve mücevher takımını sattı ve küçük bir bahçe satın aldı.


5. a. doğru.

b. doğru, Muhsin Çelebi, ‘‘Hazineden bir pul almam,’’ dedi.

c. doğru.

d. yanlış, çünkü Muhsin Çelebi sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı, yere serdi ve üzerine bağdaş kurdu.

e. yanlış, çünkü Muhsin Çelebi gece gündüz dörtnala döndü.

5

«…-(y)an/-(y)en» – причастие, отвечающее на вопрос «какой?». Здесь: «В синем, фиолетовом весеннем свете, проникавшем в окна…».

6

«…-daki/-deki/-taki/-teki» – находящийся. Здесь: «…находящийся перед ними…».

7

«Mevcut olmayan» – несуществующий.

8

«-maya/-meye çalışmak» – стараться что-то сделать. Здесь: «Несомненно, он постарается ответить взаимностью».

9

«İsmail Safevi» – Исмаил Сефеви (1487–1524), также Исмаил I или Исмаил Бахадур-шах, шах Ирана, основатель династии Сефевидов.

10

«-acak/-ecek + – tı/-ti» – собираться что-то сделать. Сочетание этих аффиксов передает планы на будущее. Здесь: «Этот посол должен был быть отправлен к Сефеви…».

11

«Büyük baba» – дед.

12

«Akla gelmedik» – невообразимый.

13

«Sağına, soluna» – налево и направо.

14

«Bayezid-i Veli» – Баязид II (1447–1512), султан Османской империи, сын и преемник Мехмеда II, завоевателя Константинополя в 1453 г.

15

«-maya/-meye dayanmak» – выносить, терпеть что-то. Здесь: «…не могли стерпеть воспоминания о его диких выходках».

16

«Zülkadiriye hakimi Alaüddevle» – Алауддевле, правитель бейлика Зулькадар, или Дулкадир, в южной Анатолии.

17

«Diyarbakır, Harput kaleleri» – крепости Диярбакыр и Харпут.

18

«Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor» – извинялся за то, что прошелся по османским землям.

19

«Birbiri ardına» – один за одним.

20

«Trabzon valisi» – губернатор Трабзона. Во времена Османской империи молодые шехзаде (принцы) отправлялись в какой-нибудь регион империи (бейлик, санджак), где правили, благодаря чему набирались знаний и опыта. Так, Селим I управлял Трабзоном.

21

«Şehzade Yavuz» – шехзаде (принц) Явуз, в будущем османский султан Селим I.

22

«Tebriz, Bayburt, Erzincan» – Тебриз, Байбурт, Эрзинджан.

23

«…ile bir tutmak» – считать кого-то или что-то равным чему-то, кому-то.

24

«Tuğlu kavuk» – объемный мужской головной убор с кисточкой.

25

«Ne iş yapıyor?» – чем он занимается?

26

«…-ınca/-ince/-unca/-ünce» – деепричастие образа действия, отвечающее на вопрос «что сделав?». Здесь: «…позвав, придет ли к Вам?».

27

«…-a/-e dair» – относящийся к чему-либо, кому-либо.

28

«…-madan/-meden» – отрицательное деепричастие образа действия. Здесь: «Не прошло и двух минут, как…».

29

«İki büklüm» – сложившись пополам.

30

«Çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden» – без колебаний, стеснения и ужимок.

31

«…-arak/-erek» – деепричастие образа действия, отвечающее на вопрос «как?», «каким образом?». Здесь: «…всё ещё смотря на бумаги, которые он держал в руках…».

32

«Ne biçim adam?» – что это за человек?

33

«Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı» – был из тех, кто испытывал любовь к падишаху, нации и религии.

34

«-a/-e göre» – по мнению…

35

«…-a… – а/-e… – e» – деепричастие образа действия, отвечающее на вопрос «как?», «каким образом?». Здесь: «…виляя хвостом…».

36

«Gureba Bölükleri» – иррегулярные пешие и конные войска в Османской империи, формировавшиеся из нетюркских мусульманских народов; в их первоначальные обязанности входила охрана знамени Пророка в походе.

37

«Gedik Ahmet Paşa» – Гедик Ахмед-паша, великий визирь Османской империи.

38

«Şehname» – «Шахнаме», или «Книга царей», национальный эпос иранских народов.

39

«Sırmakeş Toroğlu» – золотых дел мастер Тороглу.

40

«Hint» – индийский.

41

«Venedik» – Венеция.

42

«Gittikçe» – чем больше ходили.

43

«Geriye kalan» – оставшиеся.

44

«İşe yaramak» – пригодиться, быть полезным.

45

«Her vakitki gibi» – как всегда, как обычно.

46

«Dünya yaratıldığından beri» – с момента сотворения мира.

47

«Divan durmak» – потакать, кланяться.

48

«Taş kesilmek» – превратиться в камень, замирать.

49

«Acemistan» – Иран.

Белый Тюльпан. Самые пронзительные турецкие рассказы ХХ века. Уровень 1

Подняться наверх