Читать книгу Yalan - - Страница 10

Оглавление


I

Bayram Beyaz günde en az üç gazete okur, üstelik, yıllardan beri hiçbir olayı atlamamakla övünürdü. Bu nedenle, bir akşamüstü, gazetede, saymanlık müdürü Şemsi Çamlı’nın odasında, söz yolunu şaşırıp da Uluslararası Dilbilim Günleri’nin çevresinde dönmeye başlayınca, hele bir de Şemsi beyin gözde dostu, Valéry ve Mallarmé tutkunu iç hastalıklar uzmanı Prof.Dr. Osman Nuri Balcı “Bayram’cığım, senin belleğin çok güçlüdür; o toplantının altını üstüne getiren şu büyük dilcinin adı neydi, söylesene!” deyince, tepesi attı, ünlü hekimin yaşına başına bakmadan kendisini işletmeye kalktığını düşündü: olayı da, adamı da hiç mi hiç anımsamıyordu. O sırada emeklilik işlemleri konusunda müdürle bir ayrıntıyı konuşmaya gelmiş olan yaşlı bir spor yazarı “Böyle adlar unutulmaz: Yusuf Aksu!” dedi, gazeteye birkaç hafta önce girmiş olan ünlü köşe yazarı Firuz Polat da “Evet, şimdi anımsadım: Yusuf Aksu,” diye onayladı ya o gene hiçbir şey anımsamadı. “Siz beni işletiyorsunuz: böyle bir adam yok, böyle bir olay da olmadı,” diye çıkışarak herkesi şaşırttı: en karmaşık saymanlık işlemlerini bile bir kez açıklandıktan sonra tıkır tıkır yürütürken, en sıradan yaşam sorunları karşısında eli ayağı birbirine dolaşan, dünyanın en uzak köşesinde geçen olayları ayrıntılarıyla bilirken, çalıştığı gazetede gözleri önünde olup bitenleri anlamakta güçlük çeken, yayayken büyükçe bir caddede karşıdan karşıya geçmesi başlı başına bir sorun olurken, dostlarının Kızıl Tosbağa diye adlandırdıkları ünlü Volkswagen 303’üyle en dar ve en kalabalık yollarda suda balık gibi dolaşan bu hem palaçor, hem özenli, hem becerikli, hem bön arkadaşlarını biraz da bu tutarsızlıkları için severlerdi. Gene de tepkileri karşısında sık sık şaşkınlığa kapılır, gün görmüş saymanlık müdürünün onun gazetede işe başlamasından bilemedin üç ay sonra dile getirdiği gözlemi bir kez daha anımsarlardı: “Bu çocuğun beyninin bir yarısı çalışırken, öbür yarısı güzellik uykusundadır.”

Gözlemin geçerliliği benimsenirse, Bayram Beyaz’ın müdürü bir kez daha haklı çıkardığı söylenebilirdi: hindi gibi kızardı, insanları uzlaştırmadaki başarısı yanında, ülkenin yakın tarihi konusundaki geniş bilgisi ve kendine özgü yorumlarıyla da herkesin saygısını kazanmış olan, ayrıca müdürü olarak geleceğini elinde tutan Şemsi Çamlı’ya da, son yıllarda gerek hekimliği, gerek arada sırada yayımladığı düşünce yazıları ve arada sırada yaptığı televizyon konuşmalarıyla yetkesini herkese benimsetmiş olan Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’ya da sert çıktı, şakanın da bir sınırı olduğunu söyledi. Şemsi Çamlı bu tepki karşısında bilgece gülümsedi, hayranlık verici bir dinginlik içinde, Yusuf Aksu’ya ilişkin en kapsamlı yazılardan birini yazmış olan deneyimli gazeteci Hakkı Köse’yle Uluslararası Dilbilim Günleri’ni baştan sona izlemiş olan fotoğrafçı İbrahim Küpeli’yi çağırttı. Bayram Beyaz onlara da pek inanmadı. O zaman, Hakkı Köse “Buyur öyleyse!” diyerek kolundan tuttuğu gibi gazetenin belgeliğine götürdü onu.

Bayram Beyaz burada uzatılan tahta iskemleye bir oturdu, bir daha da uzun süre kalkmadı: işlerini yüzüstü bırakmak pahasına, tam iki gün süresince, sabah dokuzdan akşam dokuza, üç yıl öncesinin gazetelerinde Yusuf Aksu’nun ilginç serüvenini izledi. Kimi zaman yumruğunu masaya vurarak “Olamaz!” diye homurdanıyor, kimi zaman “Böyle bir şeyi düşümde görsem, inanmazdım!” diye söylenerek dalıp gidiyordu. Yusuf Aksu olayını gözden kaçırmış olduğunu anlaması için, iki gün boyunca belgelikte gazete karıştırmasına gerek yoktu kuşkusuz: ne denirdi, insanlar her baktıklarını görmüyorlardı; ama, olayın ayrıntılarına daldıkça, tuhaf bir şeyler oluyordu Bayram Beyaz’ın beyninde: bilinmez bir gücün kendisini bu adama doğru çektiğini duyuyor, adını daha yeni işittiği bu olağanüstü bilim adamının nereye varmak istediğini pek kavrayamamakla birlikte, “Sanırım, aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu.

Bayram Beyaz’ın aradığı bir adam yoktu, ama, en az iki yıldır, havasız ve ışıksız bir hücrede dört döner gibi, bir boşluk ve aldatılmışlık duygusu içinde gidip geliyor, herhangi bir çıkış yolu da göremiyordu. Dostlarının anlattığına göre, yaklaşık beş yıl önce, hem çok çalışkan bir öğrenci, hem tek namazını aksatmamış, orucunu yolculukta ve hastalıkta bile bozmamış, ödünsüz bir müslüman olarak, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiği zaman, böyle bir sorunu yoktu. Bugün olduğu gibi o zaman da dünyaya ve ülkeye ilişkin her şeyi bilmeye, her şeyi birbirine bağlamaya büyük önem veriyordu; genellikle bunu başaramamakla birlikte, ta Tokat Lisesi’nde okuduğu günlerden beri, Tanrı aşkını dünyaya egemen kılmanın her aksaklığı düzelteceğine inanmaktaydı, bu nedenle de içi rahattı: en azından çözümü biliyordu. Böylece, bu ülkede inanmış kişilerin haklarını savunmak üzere politikaya atıldığını söyleyen güçlü bir işadamının yanında oldukça dolgun bir aylıkla iş bulup da her konuda ona yardımcı olmaya başlayınca, daha bir rahatlamıştı: hem iyi para kazanarak gönlünce yiyip içiyor, hem de kutsal bir amaç için çalışmanın mutluluğunu duyuyordu; patron da yanında çalışanların her sorununu düşünen, yücegönüllü bir insana benziyordu doğrusu; örneğin, o günlerde pek az insan böyle bir gereksinim duyarken, “Parasını aylığından keseceğim,” diyerek avcuna az kullanılmış bir kırmızı Volkswagen 303’ün anahtarını sıkıştırmış, bir an önce sürücülüğü öğrenip ayaklarının yerden kesilmesi için de şoförünü tam iki ay onun buyruğuna vermişti.

Ne var ki Bayram Beyaz’ın Volkswagen 303’ün direksiyonuna geçmesiyle patronun özel yaşamını tanımaya başlaması aynı zamana rastlamıştı: dindar adam tecimini yüzde doksan “gayrimüslimlerle” yürütüyor, haftada en az iki gecesini küçük kızı yaşındaki metresinin yatağında geçiriyor, kızlarının baş bağır açık gezmelerine hiç sesini çıkarmıyor, yandaşlarına yalan üstüne yalan söylemekte hiçbir sakınca görmüyordu. Bayram Beyaz böyle bir dinsiz için çalışmayı sürdürmenin Tanrı’ya da, Peygamber’e de saygısızlık olduğunu düşündü: borcunun bitmesini bile beklemeden adamla ilişkisini kesti, birkaç işe daha girip her birinde bir başka ikiyüzlülük ya da dolandırıcılık türüne tanık olduktan sonra, namazı ve orucu da, din yolunda savaşmayı da işin uzmanlarına bıraktı: her şeyi bilen ve gören yüce Tanrı, geçici bir biçimde bile olsa, yolundan gittiklerini söyleyen madrabazların insanları böyle utanmazca aldatmasına izin veriyorsa, sorunlarını kendisi çözsündü, Bayram Beyaz bu işte yoktu. Sonunda, tüm geçmişine meydan okurcasına, yansızlığıyla ün yapmış olan bu gazeteye girdi. Burada, patron değilse de çalışanlar ille de söylediklerinin tersini yapmak ya da yaptıklarının tersini söylemek zorunluluğunu duymuyorlardı; öte yandan, görevi gazetenin hesap işlerine bakmakla sınırlı da olsa, politikaya ve felsefeye meraklı bir insan olduğundan, düşünce ürettiği varsayılan bir kuruma katkıda bulunmak hoşuna gidiyordu; müdürü de hoş bir adamdı doğrusu, her konuda bir görüşü, her çevreden dostları vardı; ayrıca, aralarındaki büyük yaş farkına karşın, kendisine arkadaş gibi davranıyor, dost söyleşilerine onu da katmakta bir sakınca görmüyordu. Böylece, ilk seçtiğine yüzde yüz karşıt bir yolda da olsa, bayağı ilerlediğini, düşünsel çevreninin gittikçe genişlediğini sezinlemekteydi.

Bununla birlikte, ilk işinden ayrılmaya karar verdiği günlerden beri içinde çırpınmaya başladığı boşluk duygusu hep sürmekteydi. Bu duyguyu yenebilmek için, Şemsi Çamlı’nın salık verdiği, kimilerini de kendi evinden getirdiği felsefe kitaplarını okumaya girişti. Platon’ dan Aristoteles’e, Schopenhauer’den Nietzsche’ye, birçok filozofu elden geçirdi. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç girişmemiş olmayı yeğ tutardı: başlangıçta her şey çok iyi gidiyor, hangi felsefeciyi okursa okusun, hem yüzde yüz anlıyormuş gibi bir izlenime varıyor, hem de söyleneni tümüyle benimsiyordu: “İşte aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu her seferinde. Ne var ki, ilk sayfaları aşıp da ayrıntılara gelince, gerçek yaşamın açıklarına düşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, her şeyi karıştırmaya başlayarak yeniden başa dönüyor, ancak daha iyi anlayayım diye geri döndüğü sayfa, bu kez sorgulayarak okuduğundan, çok daha karmaşık geliyor, yazarının haklı mı, haksız mı olduğunda bir karara varmak şöyle dursun, tam olarak ne dediğini anlamakta bile zorlanıyordu. Her şeye karşın, bir meydan okuma duygusuyla, dişini sıkıp kitabın sonuna dek gidiyordu, ama sonuç hep aynıydı: tarihleri, yer ve kişi adlarını, olayları belleğine yerleştirmekte öteden beri fazla güçlük çekmezken, felsefe kitaplarından belleğinde ezici bir yorgunluk izleniminden başka hiçbir iz kalmıyor, böylece, Kant da, Schopenhauer da, Nietzsche de, Platon da onun için hep aynı çizgide birleşiyordu: filozoflar kulağını tersinden gösteren adamlardı, hiçbir zaman kavrayamayacaktı onların gerçek düşüncelerini. Böylece, felsefe defterini şimdilik kapatmıştı, ama umudunu kesmiş değildi, kafasını ta çocukluğundan beri veli ve pir öyküleriyle doldurmuş olmasının da etkisiyle, bu işin bir odaya kapanıp kitap okumakla gerçekleştirilemeyeceği, felsefenin de tıpkı saymanlık, tıpkı sürücülük gibi, bir hocadan ya da bir ustadan öğrenilebilecek bir uğraşım olduğu sonucuna vardı. Böyle soğuk ve soyut kitapların ötesinde, karşısına diz çöküp oturulacak, ne öğrenmesi gerekiyorsa onu öğretecek, bir usta, bir ayrıcalıklı adam düşlemeye başladı.

Yusuf Aksu işte böyle bir dönemde çıktı karşısına.

Bayram Beyaz, “bilim ve düşün çevrenimizden bir kuyrukluyıldız gibi geçen” bu gizemli bilgin üzerine söylenenleri okumaya giriştikten sonra, belki üçüncü, belki dördüncü yazıda, bir tür içgüdüyle, aradığı ustanın bu adam olabileceğini düşündü. Besbelli, ünden, şandan, gösterişten tiksinen, gerçek bir bilgeydi. Ünlü köşe yazarlarımızdan birinin kendisini “dili ve tarihi felsefeyle harmanlayan büyük bir bilgin” diye nitelediğini görünce, sanısı daha da güçlendi; arkasından, gazetecilere söylediği “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor!” tümcesini okuyunca, felsefe kitaplarını neden anlamadığını da kavrar gibi oldu, herkesin önderliğe kalktığı bu tuhaf toplumda kendi sessiz köşesine çekilmeyi yeğleyen bu adamın gerçekten büyük bir düşünür, her şeyin kökenine inmeye çalışan bir bilge, dolayısıyla kendisini bu boşluk ve aldatılmışlık koşulundan kurtaracak tek adam olduğundan kuşkusu kalmadı, “Ne pahasına olursa olsun, ona ulaşacağım!” diye söylendi, düşüncesini arkadaşlarına da açtı.

Arkadaşları güldüler: bir kez, alanını şaşırmıştı: bunca zamandır iyi bir felsefeci diye sayıklayıp durmuştu, bu adamsa, adı üstünde, dilbilimciydi. İkincisi, “Hemen gidip görüşeceğim onunla,” diyordu, oysa, Yusuf Aksu olayını ayrıntılarıyla inceledikten sonra, bunun olanaksız olduğunu bilmesi gerekirdi. Hakkı Köse müdürün kulağına eğildi, “Abi, gerçekten haklıymışın: seninkinin beyninin bir yarısı sürekli kestiriyor,” dedi. Gene de, iş çıkışı, Bayram Beyaz Kızıl Tosbağa’yı önünde durdurup “Abi, ne olur, şu evi bir gösteriver bana,” deyince, isteğini geri çevirmeye yüreği elvermedi.

Ama, yol boyunca, “Değil onunla konuşmak, yüzünü bile göremeyeceksin; yaşayıp yaşamadığını da bilmiyoruz, belki çoktan ölmüştür zavallı!” türünden sözler edip durdu. Arabadan inince de her şeyin söylediği gibi olduğunu düşündü: görkemli yapı tümden bırakılmış gibiydi, girişindeki donuk ışık bir yana, baştan aşağı karanlık içindeydi; üstelik, bu karanlık gündüz gidip gece gelen bir karanlığa değil de bir daha gitmemek üzere yerleşmiş bir karanlığa benziyordu. “Sanırım, yanılmamışım, zavallı adam! Çok da yaşlı sayılmazdı,” diye mırıldandı. Bu nedenle, iki hırsız gibi, sessizce girdikleri apartmanda, otomatiği ve asansörü çalışır bulunca, hem şaşırdı, hem sevindi. Beşinci katta, birkaç kez, hem de uzun uzun, parmağını zile bastırdı. Kulağını kapıya dayayıp dinledi. Rengini yitirmiş bir yüzle kendisini izleyen Bayram Beyaz’a baktı, “Bu zil çalmıyor,” dedi. Cebinden bir anahtar çıkarıp önce usul usul, sonra gittikçe daha sert bir biçimde kapıya vurmaya girişti. Aradan iki dakika geçmeden, pos bıyıklı, kara kasketli, kara avcı yelekli ve çok iri adam belirdi yanlarında. “Kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz?” diye sordu, Hakkı Köse Yusuf Aksu’yla görüşmek istediklerini söyleyince de horgörüyle dudak büktü, “Evde yok, Avrupa’ya gitti, ayrıca burada da olsa kimseyle görüşmez,” diye ekledi. Bayram Beyaz’ın dili tutulmuş gibiydi. Adamla yalnız Hakkı Köse konuştu: Yusuf Aksu’yu tanıdığını, kolay kolay telefona çıkmadığını da bildiğini belirtti, bu durumda kendisiyle görüşmek istediğini önceden nasıl bildirebileceğini sordu. Adam, adlarını verip görüşme konusunu da kendisine bildirmeleri durumunda, haberin yerine ulaşacağını söyledi ya Hakkı Köse’nin görüş alışverişinde bulunma gerekçesini saçma buldu, “Bizim patron avukat değil!” dedi, sonra, hiç eveleyip gevelemeden, kas gücünü fazlasıyla aşan bir güce dayandığını sezdiren bir havayla, burada daha fazla oyalanmalarının kendileri için iyi olmayacağını bildirip asansörün kapısını gösterdi. Hakkı Köse arkadaşının kulağına eğildi, “Kapıcı numarası yapıyor, ama sıkı bir koruma: boya posa baksana!” diye fısıldadı. “Bizden başka korumasız adam kalmadı şu memlekette!” Hem bir kez daha haklı çıktığı, hem de, büyük adam olmasının daha çok bir ölü gibi düşünülmesini kolaylaştırmasına karşın, Yusuf Aksu’nun ölmediğini öğrendiği için hoşnuttu. Bayram Beyaz’sa, bayağı düş kırıklığına uğramış olmakla birlikte, tümden umudunu kesmiş değildi.

Ertesi gün, işe giderken de, işten dönerken de yolunu uzatıp Maçka’daki apartmanı kolaçan etti, akşam karşılarına çıkan iriyarı adamın kapıda oturduğunu görünce, beklenmedik bir korkuyla titredi, herhangi bir girişimde bulunmaktan vazgeçti. “Nasıl olsa adres belli!” diye söylendi. Eriştiği bu biricik veriyi değerlendirerek tam iki hafta süresince, Yusuf Aksu’ya her gün bir başka mektup yazdı, her gün biraz daha zorlu bir tutkuya dönüşen dileğini yineledi. Hiçbir yanıt gelmedi. O zaman, gazeteden izin alarak, tam sekiz gün süresince, Yusuf Aksu’nun sokağa çıkmasını bekledi; dokuzuncu gün, öğleüzeri, havanın oldukça sıcak ve pırıl pırıl olmasına karşın, sırtına uzun bir yağmurluk giymiş, orta boylu, zayıf bir adamın kapıdan çıkarak ürkek adımlarla kaldırımın kıyısına dikildiğini, Yusuf Aksu’nun gazetelerde yayımlanan fotoğrafına da çok benzediğini gördü, Kızıl Tosbağa’yı çalıştırmasıyla yolu geçip önüne varması bir oldu. Arabadan fırlayıp karşısına dikildi, “Hocam, yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Adam, elleri yağmurluğunun ceplerinde, korkuyla karışık bir şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra, hiçbir şey söylemeden, kendisi arabadan çıktığı sırada yanaşıp durduğu anlaşılan ve şimdi açılmış kapısının önünde, özel kılıklı, iriyarı, ama bayağı yaşlı bir adam bekleyen kocaman arabaya doğru yürüdü.

Bayram Beyaz büyük adama ulaşmanın belki de tek yolunun kendilerini kabaca geri çevirmiş olan iriyarı kapıcı ya da koruma olduğunu düşündü o zaman; bir hafta da ona yaklaşmanın yollarını araştırdı, bir iki kez polis gibi uzaktan uzağa izledi onu, bakkaldan, kasaptan, çiçekçiden, yakınlarda bir kahvenin garsonundan bilgi almaya çalıştı. Hepsinin de ondan saygı ve korkuyla söz ettiklerini gördü: “Müslüm abinin sağı solu belli olmaz!” diyor, başka bir şey demiyorlardı. O gene de umudunu kesmedi. Bir sabah, koltuğunun altında üç ekmek ve bir gazeteyle bakkaldan döndüğü sırada, birden karşısına dikildi.

“Merhaba, Müslüm abi,” dedi.

“Merhaba,” diye yanıtladı kapıcı, öyle durup ölçüsünü alır gibi tepeden tırnağa süzdü onu. Bu bıyığıyla kravatından başka her şeyi bir yumuşaklık ve yuvarlaklık izlenimi uyandıran, hiç güneş görmemiş gibi apak, ablak yüzlü, seyrek saçlı, nerdeyse boyunsuz, ufak tefek, karpuz göbekli adamı tanımaya çalıştı, bir yerlerden çıkarır gibi oldu, ama belli bir uzama ve belli bir zamana bağlayamadı, herhalde çok eskiden ve bir başka yerde, örneğin memlekette gördüğünü düşündü. “Kusura kalma, bir yerlerden gözüm ısırıyor seni, ama tanıyamadım. Tokatlı mısın?” dedi.

Bayram Beyaz şaşırdı, ama, bir an sonra, gözlerinde bir parıltı belirdi.

“Evet, Tokatlıyım,” dedi sevinçle.

“İçinden mi?”

“Evet, içinden.”

“Adını bağışla.”

“Adım Bayram.”

“Soyadın?”

“Soyadım Beyaz.”

“Hiç duymadım, ama ben Tokat’ın köylüğündenim, hem de yedi yıldır memlekete gidemedim,” dedi Tokatlı Müslüm, gözlerini bilinmedik hemşeriye dikti, zararsız, üstelik okumuş birine benzediğini, iyi bir hemşerinin yeri gelince çok yararlı olabileceğini düşündü. “Bir emrin mi vardı?” diye sordu.

“Estağfurullah. Hemşerim olduğunu duydum, tanışmak istedim,” dedi Bayram Beyaz.

Tokatlı Müslüm hemşerisine düşlerindeki apartmanı gösterdi.

“Gel, buyur, eve gidelim,” dedi.

Bayram Beyaz, başka hiçbir yoldan sağlanmaz görünen bir olanağı belki de beklenmedik bir hemşeriliğin sağlamak üzere olduğunu görmenin sevinci ve şaşkınlığı içinde, Tokatlı Müslüm’ün ardından iki merdiven inip karanlık bir odaya girdi.

Hemşerisi ışığı açınca, dolap, masa, koltuk, iskemle, kanepe, somya, şilte, bozdolabı, çamaşır makinesi, fırın, radyo, televizyon, tavana dek yükselen, karmakarışık bir eski eşya yığını karşısında buldu kendini, sonra, üstüne çiçekli bir muşamba örtülmüş bir çelik yazı masası, çelik masanın çevresinde hiçbir zaman cila ya da boya görmemiş, ama kullanıla kullanıla parlamış üç tahta iskemle, biraz ilerisinde, duvar girintisi içinde, sarı bir muslukla birkaç yerinden çatlayıp onarılmış, avuç içi gibi bir lavabonun iki yanında, üstünde kırmızı bir plastik leğen, içinde tabak ve bardaklar görünen bir küçük tahta dolapla aynı boyda bir başka dolabın üstünde üçlü bir havagazı ocağı gördü. Ocağın üstünde mavi çinkodan, şişkin göbekli bir çaydanlık tıkırdıyordu. Tokatlı Müslüm üç tahta iskemleden birini geriye çekti, konuğuna oturmasını söyledi, cebinden Parliament paketini ve çakmağını çıkarıp bir sigara yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisinin önüne koydu.

“Buyur, yak bir tane,” dedi.

“Sağ ol, Müslüm abi, ben sigara kullanmam,” dedi Bayram Beyaz.

Tokatlı Müslüm hiç sesini çıkarmadı, paketi ve çakmağı alıp cebine koydu, sonra, kırmızı çizgili bir bardağı sırf demle doldurdu, üstüne küçük bir plastik kaptan dört kaşık şeker attı, getirip önüne bıraktı.

“Sen çayını içerken, ben şunları yerine vereyim,” dedi, üç ekmekten ikisiyle gazeteyi bıraktığı yerden aldı. “Hemen dönerim, pek bir kiracı yok apartmanda, çünkü patron çıkanların yerine yenisini almıyor.”

“Neden?”

“Çocuklu mocuklu istemiyor, köylü möylü de, tüccar müccar da istemiyor; kısacası, adam istemiyor.”

“Neden?”

“Gürültü mürültü istemem diyor. Uğraşamam diyor. Ben şunları yerine vereyim.”

Bayram Beyaz iriyarı kapıcının arkasından bakakaldı: kendisine yaşam boyu unutamayacağı bir oyun hazırlamıyorsa, kesinleştirilmemiş bir hemşerilik uğruna bunca yakınlık ve güven göstermesine şaşmamak elde değildi. Ama döndükten sonra da açık bir biçimde belli etti yakınlığını: hemşerisinin terlemiş, pembe yüzünün daha da pembeleşmiş olduğunu görünce, odanın kapısının tam karşısına düşen başka bir kapıyı açtı, “Bir çay da bahçede içelim,” dedi. Kocaman ağaçlarla dolu, geniş bir bahçeye çıktılar. Bayram Beyaz Maçka gibi bir yerde böyle kocaman bir bahçede bulunmanın şaşkınlığı içinde bocalarken, hemşerisi “Şuraya bak: on apartman dikilebilir içine,” diye söylendi. “Biz de bir köşesine sebze mebze ekiyoruz, yani ben komşu kapıcının karısı Cemile’ye ektiriyorum: salatalık, domates, biber, patlıcan, yaz kış maydanoz. Cemile patrona da salatalık, domates götürüyor. Yusuf bey Cemile’nin salatalıklarını çok sever.”

Bayram Beyaz birden irkiliverdi, hemşerisine şaşkınlıkla baktı.

“Sahi mi, Müslüm abi?” diye sordu, bir bilim adamının salatalık sevmesini usuna sığdıramamışa benziyordu.

“Elbette sahi, hemşerim. Niye sevmesin ki? Ayrıca bizim Sivaslı ne yaparsa güzel yapar. Öbür uçta da koca bir kümesimiz var,” dedi Tokatlı Müslüm. Kapıcı odasına gidip iki iskemle getirdi, sonra, ikinci çaylar içilirken, yani daha şöyle bir oturup havaya girmeyi bile beklemeden, nerdeyse ta başından başlayarak yaşamını anlatmaya girişti, kimi zaman hızlı, kimi zaman ağır bir uyumla, şöyle böyle on yıl önce, bahçeyi ve tarlaları karısıyla kaynına bırakarak İstanbul’a gelip yapı işçiliği, arkasından buralarda bir yerlerde kapıcılık yaparken, kaç kez her şeyi bırakıp köye dönmesine ramak kaldığını, ancak, bir kez alıştıktan sonra, bu kenti memleketten daha çok sevmeye başladığını, böylesine büyük bir apartmanın kapıcılığıyla bile yetinmeyip türlü işlere el atarak durumunu iyiden iyiye düzelttiğini, böylece, şimdi, bu apartmanın kapıcısı olarak görünmekle birlikte, işçiden çok işveren konumunda bulunduğunu, örneğin bu yapının temizlik işlerini ücret karşılığında arka sokaktaki küçük apartmanın kapıcısıyla karısına yaptırttığını, biraz ileride bulunan büyük apartmanın yaşlı kapıcısının genç karısının, yani az önce sözünü ettiği Cemile’nin de hem kendisinin, hem patronun yemeğini yaptığını, yaşlı kocası gibi onun da Sivaslı olduğunu anlattı, “Sivaslı’dır, ama yaman kadındır, her iş gelir elinden,” diye ekledi.

Üçüncü çaylar içilirken, daha önemli iş etkinliklerine geçti, İstanbul’un değişik semtlerinde “diktiği” gecekonduları saydı, yüzölçümlerini, oda sayılarını sıraladı, kaçının tek, kaçının iki, kaçının üç, kaçının dört katlı olduğunu söyledi: hepsi birkaç bin metre kare tutuyordu.

Bayram Beyaz hem şaşırdı, hem de elinde olmadan ürperdi.

“Hepsi gecekondu mu, tapusuz mu yani?” diye sordu.

“Hepsi değil. Ama çoğuna tapu alamadık daha.”

“Tapusuz topraklara bunca ev dikmekten korkmadın mı?”

Tokatlı Müslüm şaşırdı.

“Niye korkayım ki? Bu memleket bizim,” dedi, gözlerini gözlerine dikti, “Ayrıca, biz Tokatlılar her şeye bir çare buluruz,” diye ekledi.

Bayram Beyaz başını önüne eğerek sustu bir süre, sonra birden gözlerini hemşerisinin gözlerine dikti.

“Peki, Müslüm abi, bunca taşınmazın varken, neden böyle kapıcılık yapıyorsun ki?” diye sordu.

Tokatlı Müslüm gülümsedi.

“Bu apartmanı seviyorum, tam benim kuşlara göre, hem de Maçka her yere yakın,” dedi, sonra başka konuya geçti.

“Kuşlar mı? Ne kuşları?” diye sordu Bayram Beyaz, ama Tokatlı Müslüm hiç oralı olmadan sürdürdü konuşmasını.

Bayram Beyaz’ın iyice kafası karıştı: anlatılan olayların kendisinden çok, arkalarında gizlenen anlamı kavramaya çalıştı. Ancak, bütün çıkardığı, patronunun vebbigoç gibi zengin ve tıpkı vebbigoç gibi eli sıkı bir adam olmasının aynı zamanda bir tür çocuk, bu yaşında sürekli eve kapanarak çocuklar gibi kitap karıştırmakla oyalanan, televizyon dururken, radyoda nerede cızırtılı bir gâvur istasyonu varsa, onu bulup çıkaran bir yarı deli olmasını önlemediği, bir de kendisinin ve patronun yemeklerini yaptığını ve bedeni gibi elinin de çok lezzetli olduğunu söylediği Sivaslı Cemile’nin yaşamında büyük bir yer tuttuğu, Maçka’yı çok sevmesinin bir nedeninin de bu olduğuydu. Öyle anlaşılıyordu ki “hamur gibi” sözcükleriyle tanımladığı bu kadınla ilişkisini Tokatlılar’ın Sivaslılar’a karşı bir yengisi olarak değerlendiriyor ve kendini tüm Sivaslılar’ın eniştesi olarak görüyordu. Bayram Beyaz ülkenin en büyük bilim adamını çocuk olarak niteleyen bu kocaman adamın çocuksu tutumu karşısında gülümsedi. Sonra yavaş yavaş bir memleket özlemidir büyüdü içinde, Müslüm abinin konuşmasının akıcılığını, sözcüklerinin uyumunu bir tür ezgi gibi algılamaya başladı. Sonra, çelişkin bir biçimde, gene bu ezginin etkisiyle, burada, elinden gelse tüm ülkeyi kendi iyeliğine bağlayacak olan bu adamın yanında ne aradığını sordu kendi kendine, yaşamda ulaştığı konumun bu ezgiyi, doğduğu yerin bu benzersiz dilini bırakmaya değip değmediğini düşündü, içini çekti.

Tokatlı Müslüm’se, hep anlatıyordu. Ancak, öyküsünü bitirdikten sonra, karşılığı önceden ödenmiş bir malı ister gibi, “Peki, sen ne zaman düştün buralara? Sen neler yaparsın, hemşerim?” dedi. Bayram Beyaz gazetede çalıştığını, uğraşının hesap uzmanlığı olduğunu söyleyince de “Yani okumuş adamsın, senet sepet, çek mek, tapu mapu, hepsinden anlarsın, değil mi?” diye sordu.

Bayram Beyaz yüzünün kızardığını duydu.

“Öyle sayılır,” dedi.

“Nerede okudun?”

“İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim.”

“Üniversiteyi mi yani?”

“Öyle sayılır.”

“Beyazıt’takini mi?”

“Öyle sayılır, bizim akademi Sultanahmet’teydi, Beyazıt’a çok yakındı yani.”

“Biliyorum. Çok iyi! Çok iyi!” dedi Tokatlı Müslüm, belki bir hemşerisinin başarılı olmasına sevindiği, belki de böyle okumuş bir hemşeriye her zaman gereksinim duyabileceğini düşündüğü için, mutlulukla gülümsedi. Ama uyanık adamdı: her sözcüğünün üstüne basa basa kendisinden ne istediğini sorup da hemşerisinin, fazlasıyla dolambaçlı bir girişin ardından, Yusuf Aksu’yla görüşmek istediğini öğrenince, kaşları çatılıverdi: bu işin altında bir tuzak bulunabilirdi. Hemen toparlandı, konuğunun amacını anlayıp oyunu kendisi oynamak düşüncesiyle, hiçbir şeyden kuşkulanmamış gibi davranmaya çalıştı, “Onunla ne görüşeceksin ki? Hesap uzmanlığı ona sökmez! Ne mal satar, ne kiraya verir!” dedi. Bayram Beyaz Yusuf Aksu’yu mal almak ya da konut kiralamak için değil, bilgisinden yararlanmak için görmek istediğini söyleyince, kuşkuları daha da arttı: bu tombalak hesap uzmanının hemşeri ayaklarına yatarak kendisini ya da patronunu oyuna getirmeye çalışması büyük olasılıktı. Gene de, biraz daha dinleyince, kuşkuyu elden bırakmamakla birlikte, belki de tıpkı patron gibi bir “çatlak” karşısında bulunduğunu düşündü, “Hangi bilgisinden yararlanacaksın ki!” diye güldü. “Ben diyeyim bir gerzek, sen de bir çocuk! Sen üniversite bitirmiş adamsın! Ondan ne öğreneceksin ki!”

“Her şeyi.”

“Allah Allah!” dedi Tokatlı Müslüm, başını önüne eğip bir süre düşündü. “İlk gelen sen değilsin ayrıca. Arada bir birileri gelip sorar, görüşmek ister. Kimi yalvarır, kimi parayla kandırmak ister beni. Ama senin gibi aklı başında bir adamın ondan ders almaya kalkması tuhaf.”

“Bu gelenler nasıl insanlar?”

“Ne bileyim nasıl insanlar! Kimi gazeteciyim der, kimi hocayım der, kimi öğrenciyim der; kimi kadındır, kimi erkek. Ama hep tuhaf birileridir. Ne kılıkları kılığa benzer, ne suratları surata. Böyle dünyasında ölmüş birini görecekler de ne geçecek ki ellerine? Sen de görmek istiyorsun demek?”

“Evet, çok.”

Tokatlı Müslüm başka soru sormadı. Bir Parliament yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisine doğru uzattı, bir kez daha “Kullanmam” yanıtını aldı. Hiç sesini çıkarmadan ağır ağır içti sigarasını. Biraz meraktan, biraz bu işin altında bir oyun olması durumunda girişimi yakından izleyip kendisi de bir pay koparmak, biraz da bir hemşeriye yardım etmiş olmak için, Bayram Beyaz’a bu adamı ille de görmek istiyorsa, hemşerilik hatırına, onunla görüşmesini sağlamak için elinden geleni yapacağını, ancak, bir yarı deli karşısında bulunduklarına göre, sabırlı olması gerektiğini söyledi. Bayram Beyaz, büyüklüğünde tüm günlük basının birleştiği bir bilim adamının bir tür deli olarak nitelenmesi karşısında ürperdi, karşı çıktıysa da fazla diretmedi: daha önce de kaç kez düşündüğü gibi, Yusuf Aksu’ya gerçekten ulaşmak istiyorsa, bu adama katlanmak zorundaydı.

Böylece, Tokatlı Müslüm tam üç hafta oyaladı onu. Buna karşılık, büyük bir yakınlık gösterdi, her gelişinde bir başka kebapçıya götürdü, hesabı da hep kendisi ödedi. Bayram Beyaz bu üç hafta içinde yalnız bir kez elini cebine soktu: Ümraniye’de hemşerisinin yeni aldığı bir arsanın tapu işlemlerini yaparken, masrafı kendisi ödedi, daha sonra, Tokatlı Müslüm borcunun ne olduğunu sorunca da “Borç ne demek, Müslüm abi!” diyerek kapattı konuyu. Belki de bu tutumunun sonucu olarak, Tokatlı Müslüm, aynı akşam, kebaplarını yiyip kahvelerini içmelerinden sonra, tam ayrılacakları sırada muştuyu verdi: “Unutmadan söyleyeyim, yarın seninle Yusuf beye gidiyoruz, akşamüstü, altıya doğru gel,” dedi.

Bayram Beyaz hemşerisinin boynuna sarılıp yanaklarını öpmemek için zor tuttu kendini, ama evine dönerken de, ertesi gün Maçka’ya gelirken de sevinçten uçacak gibiydi. Sonra, önünde açılmasından zaman zaman tümüyle umudunu kestiği kapıdan içeriye girince, üç yıl önce gazetecilerin kapıldığı yanılsamaya kapıldı: gözlerini kamaştıran çifte salonun büyüklüğünü, koltukların, sehpaların, tabloların, avizelerin, halıların görkemini, hatta pencerelerin ötesindeki görünümün güzelliğini Yusuf Aksu’nun düşünce evreninin doğal uzantısı, daha da iyisi, doğal ürünü olarak algıladı. Ama, her şeyden çok, eski terlikleri, diz vermiş pantolonu, dirsekleri eprimiş hırkasıyla kapıyı açıp ellerini sıktıktan sonra, “Kusura bakmayın, radyoda bir şey dinliyordum,” diyerek her adımda dünyayı yeniden biçimlendirircesine, ince bacaklarının üstünde sallana sallana ikinci salona doğru ilerlediğini görünce, biraz şaşırmakla birlikte, sevindi: yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu, yüzünün kıpkırmızı kesildiğini duyuyordu, bu arada biraz toparlanabileceğini düşündü. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek toparlanamadı, ama, oturduğu yerden, kocaman masasının başında, dünyadan kopmuş bir durumda, belki çeyrek saat, belki daha da fazla, canlı et üstünde testere gibi gidip gelen cızırtılar içinde birtakım anlaşılmaz sesleri dinleyen bu altmışlık adam onu büyüledi, böyle görkemli bir evde dirsekleri eprimiş bir hırkayla oturmasını üstünlük, özgünlük ve bilgelik göstergesi olarak algıladı, dev kitaplar arasında kaşlarını çatıp gözlerini kısarak kafa sallayışını bir tür tansık gibi izledi, elini yüreğinin üstüne bastırdı, Tokatlı Müslüm’ün kulağına eğildi.

“Gazetelerdeki resminden çok daha büyük görünüyor,” diye fısıldadı.

Tokatlı Müslüm başıyla onayladı.

“Haliyle, öyle olacak,” dedi.

Yusuf Aksu, konuklarının fısıldaştığını görünce, öyle oturup beklemekten sıkıldıklarını düşündü.

“BBC: gemicilere denizlerdeki son durumu bildiriyor, şimdi biter,” dedi.

Bu kez de Tokatlı Müslüm Bayram Beyaz’ın kulağına eğildi.

“Ben sana söylememiş miydim? Kitabından başını kaldırıp pencereden bile bakmaz, okur ha okur, sonra tutar, gâvurlardan gâvur denizlerinin durumunu dinler,” dedi.

Bayram Beyaz büyük adamın ingilizce bilgisi gibi ilgi alanlarının enginliği karşısında da kendinden geçmişti, ya işitmedi, ya söylenenin anlamını algılayamadı. Hemen sonra, Yusuf Aksu radyosunu kapatıp yanlarına geldiği zaman da toparlanmakta güçlük çekti: kendisiyle hangi konuda görüşmek istediğini ikinci kez soruşunda, “Müslüm efendi size söylemedi mi?” diye kekeledi.

Yusuf Aksu anlayışla gülümsedi.

“Müslüm efendi çocuk gibidir, dün akşam ne yediğini bile söyleyemez. Sizi alıp getirebildiğine şükredin,” dedi.

“Şükrediyorum, efendim, Tanrı ondan razı olsun,” dedi Bayram Beyaz.

“Beni neden görmek istediniz? Kiralık miralık arıyorsanız…”

“Hayır, hocam,” diye atıldı Bayram Beyaz, kira gibi bayağı bir konunun sözü bile yüzünü kızartıyordu. “Hayır, ben Uluslararası Dilbilim Günleri konusundaki tüm yazıları okudum, sizin hayranınızım,” diye ekledi.

Yusuf Aksu büyük bir düş kırıklığına uğramış gibi yüzünü buruşturdu; konuğuna kaygıyla baktı.

“Ben o defteri çoktan kapattım,” dedi.

“Nasıl olur, hocam?” diye dayattı Bayram Beyaz. “Tüm bilim dünyası biliyor ki siz büyük bir dilcisiniz.”

Yusuf Aksu konuğuna kuşkuyla baktı, düşmekten korkuyormuş gibi arkasına yaslandı.

“Hayır, ben o defteri kapattım, dilcileri de hiç sevmem,” dedi, sonra birden kaşları çatıldı. “Peki siz? Siz de dilci misiniz?” diye sordu.

“Değilim, hocam.”

“Öyleyse?”

“Gazeteciyim, hocam.”

“Gazeteci mi?”

“Evet, ama buraya gazeteci olarak gelmedim.”

“Peki, ne olarak geldiniz?”

“Ben mi, hocam?”

“Evet, siz.”

Yusuf Aksu hep birilerini beklediğini anımsadı birden, bu adamın o olup olmadığını anlamak için yukarıdan aşağıya bir süzdü onu: yalnızca Yunus’un değil, her yılbaşı Nebraska’dan kart yollayan Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un da tam tersi gibi görünüyordu.

“Gazetede çalışıyorum, ama gerçek işim saymanlıktır, efendim,” dedi Bayram Beyaz, Yusuf Aksu gibi bir büyük adamın önünde böyle sıradan bir uğraştan söz etmek zorunda kaldığı için kızardı.

Ama Yusuf Aksu’nun gözlerinde birdenbire bir ışık parladı.

“Saymanlık mı? Çok güzel! Benim ilk babam da saymanmış,” dedi, bu kez ona babasından bir şeyler taşıyormuş, eline, yüzüne iyice bakınca babasının nasıl bir adam olduğunu anlayacakmış gibi, gözle görülür bir ilgiyle baktı. Böylece, alıcı gözle bakınca, doğrudan omuzlarına oturan, boyunsuz başı, başlangıçta görmeye alıştığımız insanlardan ayrı bir türdenmiş gibi bir izlenim uyandıran peltemsi yüzü, küçücük gözleri, incecik bıyığı, yumuk elleri, tombul bedeni, kısa bacakları, kısa ve dar ceketi, her şeyi geçmişten, babasının zamanından kalmış gibi geldi ona. Acımayla karışık bir sevgiyle, “İşsiz misiniz?” diye sordu.

Bayram Beyaz “ilk babam” sözünün tuhaflığının ayrımına bile varmamıştı, ama soruyu anladı.

“Hayır, işsiz değilim, hocam; söylediğim gibi, bir gazetede saymanım,” dedi. “Ama insanlar kafamı çok karıştırdı: yeryüzünde işim ne, bilemiyorum, şu yaşadığımız yaşama bir anlam veremiyorum, insanların çoğu davranışlarına akıl erdirmekte güçlük çekiyorum.”

Yusuf Aksu hangi ansiklopedide okuduğunu bilemediği üç temel soruyu anımsadı, dostça gülümsedi.

“Kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz?” dedi.

Bayram Beyaz’ın gözleri parladı.

“Evet, hocam, çok güzel söylediniz, tam buyurduğunuz gibi,” dedi. “Sorularıma yanıt bulamıyorum bir türlü. Bu durumdan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”

“Ben mi? Bunu da nerden çıkardınız?”

“Siz büyük bir dilcisiniz, hocam; üstelik, anladığım kadarıyla, her şeyi başından alıyorsunuz, yani her şeye kökeninden giriyorsunuz,” dedi Bayram Beyaz. “Başkaları, hele felsefeciler, sizin gibi yapmıyorlar, insanın kafasını karıştırmak için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ben çok kitap okudum. Filozoflar insanın kafasını allak bullak ediyor.”

Yusuf Aksu konuğunun kendisine ilişkin sözlerine pek bir anlam veremedi, arkadaşına duyduğu büyük hayranlıktan olacak, hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görmezdi, ama, hem çetrefil kitaplara duyduğu tiksintinin, hem de son yıllarda ağırlığını gittikçe daha çok duyuran yalnızlığının etkisiyle, Bayram Beyaz’ın son sözlerini başıyla onayladı.

“Doğru, hep öyle yaparlar,” dedi, sonra, alçakgönüllülükle, “ama ben ne dilciyim, ne felsefeci; işsiz güçsüz bir adamım, oturup kendi kendime okurum, hepsi bu.”

Bayram Beyaz birden yüreklendi.

“Hayır, hocam, ben her şeyi öğrendim: sizin bir dil kuramınız var; her kuram da bir dünya görüşü içerir; bunu üç yıl önce fazlasıyla kanıtladınız, hocam,” dedi.

“Bana neden hocam diyorsunuz ki?” diye sordu Yusuf Aksu, bir an gözlerinin önünden Yunus’un gülümseyen yüzü geçti, sanki yukarılarda bir yerlerden kendisini izleyerek dalga geçiyormuş gibi bir duyguya kapıldı, içtenlikle gülümsedi. “Yok, öyle bir şey yok,” diye kekeledi. “Bir ara, öğrencilikte, biz de biraz kuram muram sözü ettik ya hepsi geçmişte kaldı.”

“Hocam, daha ne olsun?” diye atıldı Bayram Beyaz.

Yusuf Aksu sıkıntıyla içini çekti.

“Bilmiyorum,” diye yanıtladı, konuğunun yuvarlak yüzüne gene acımayla karışık bir sevgiyle baktı, belki de bugün bu beklenmedik sevgi yüzünden böyle hiç konuşmadığı ölçüde uzun konuştuğunu düşündü, gene Yunus’un güleç yüzü geldi gözlerinin önüne. “Bilmiyorum, ama sizin aradığınız adam olmadığım kesin,” dedi, babasının yaptığı işi yapmakta olan bu iyi niyetli adamı iyice inandırmak amacıyla, “Tüm içtenliğimle söylüyorum,” diye ekledi.

Ama Bayram Beyaz bu sözleri büyük adamlara özgü bir alçakgönüllülüğün göstergesi olarak algıladı, sanki Uluslararası Dilbilim Günleri’ni yakından izlemiş ya da büyük bir tarihsel bir olay olarak görüyormuş gibi, “Hocam, sizin özgün bir dil kuramınız bulunduğunu Uluslararası Dilbilim Günleri’nde herkes gördü,” diye üsteledi.

“Hayır, hiç kimse hiçbir şey görmedi, çünkü hiç konuşturmadılar. Oraya hiç gitmemeliydim, ama oldu bir kez,” dedi Yusuf Aksu, içini çekti. “Siz gitmiş miydiniz?”

“Hayır, bana kısmet olmadı, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz; “ama o olayda nerdeyse tüm gazetelerin sizi tuttuğunu biliyorum.”

Yusuf Aksu üç yıl önceki gazeteleri yeniden görüyormuş gibi yüzünü buruşturdu:

“Hiç adımı anmasalar daha iyi olurdu,” diye söylendi.

Bayram Beyaz bunu da büyük adamlara özgü bir ünden kaçma içgüdüsü olarak değerlendirdi, onun ünden kaçmasını anladığını, ama geliştirdiği kuramı insanlardan saklamasına bir anlam veremediğini, kuramını dile dökecek kusursuz başyapıtı yazmak zorunda bulunduğunu söyledi. Yusuf Aksu gene acıyarak baktı ona, “Bu adamın kafası pek çalışmıyor: ne de olsa Müslüm efendinin arkadaşı,” diye düşündü.

“Bana kalırsa, böyle bir yapıt oluşturmak olanaksız, olanaksız olmasa da çok zor, çünkü bir konuyu dile dökmek onu bozmaktır, dil her şeyi çorbaya çevirir,” dedi; birden susuverdi, gözlerini tavanda bir noktaya dikti, dalıp gitti, en azından beş dakika süresince, kımıldamadan, hiçbir şey söylemeden oturdu böyle; sonra, kesik kesik, nerdeyse kekeler gibi, kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını: “Hiçbir zaman kusursuz bir başyapıt yazılmamıştır. ‘Hayır, yazılmıştır’, diyenler olursa, inanmayın. ”

“Neden, hocam?”

“Söyledim ya, işin içine dil karışır da ondan. Bir yerine beş ayrı İncil yazılmış olması da bunu gösterir, kusursuz yapıt yazılamayacağını yani.”

Bayram Beyaz’ın gözleri hayranlıkla açıldı.

“Peki, ötekiler?” diye sordu.

“Ötekiler de öyle.”

“Hocam, ötekiler de öyleyse, kusursuz yapıtı yazmaya çalışmak gerekmez mi?”

Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, bir kez daha Yunus’un güleç yüzü belirdi gözlerinin önünde, yutkundu, bir süre hiç konuşmadı, sonra, belki de yaşamında ilk kez bir insanın ilgisini çekme isteğiyle, gerçeği saptırıyormuş gibi bir duyguya da kapılmadan, ağır ağır, fısıldar gibi, bir zamanlar, lisede, hatta liseye başlamasından da önce, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, geçmişte, bugünde, hatta gelecekte insanlarla dillerin ilişkisini ayrıntılarıyla gözler önüne serecek bir kitap, bir Evrensel dilbilim yazmayı düşlediklerini, ama o günlerin çok gerilerde kaldığını söyledi.

“Evrensel dilbilim! Çok güzel! Ne zaman yazacaksınız peki?”

Yusuf Aksu gene içini çekti.

“Hiçbir zaman,” dedi, “hiçbir zaman, hiçbir zaman!”

Gene sustu, gene Yunus’un anısına daldı. Art arda gelen soruları hiç duymamış gibi, öylece, olduğu yerde, kımıldamadan oturdu.

O zaman, söyleşiye başlamalarından beri iki adamı tek sözcüklerini, tek bakışlarını kaçırmamaya çalışarak, ama nerdeyse hiçbir şey anlamadan izlemiş olan Tokatlı Müslüm, hem yeniden başlamaları durumunda uyumaktan, hem de konuşmanın kendi yokluğu sırasında başka bir alana kaymasından korktuğu için, usulca Bayram Beyaz’ın dizine vurdu, “Biz artık gidelim, hemşerim: patronu çok yorduk,” dedi. Bayram Beyaz oldubittiyi duymazlıktan gelmek istedi, ama, aynı anda, Yusuf Aksu’nun “Ya öyle mi? Kalkıyor musunuz?” diyerek doğrulduğunu görünce, direnmenin boşuna olduğunu anladı. Bununla birlikte, belki de önceden alınmış bir karar gereği, bir an önce gitmek istemesine karşın, hocanın elini sıkı sıkı tutarak kendisini gene görebilmek için izin istedi. O da, işin sakıncalarını tartarcasına, bir süre düşündü, özellikle şu son aylarda, yalnızlık kurşun gibi çökünce, kendi kendine konuşmaya başladığı akşam saatlerini ve bu saatlerde beklediği bilinmedik kişiyi anımsadı, sonra, söylediğine kendi de inanmıyormuş gibi bir havayla, “Olur, neden olmasın?” dedi. “Gelmek istediğiniz zaman Müslüm efendiye söyleyin. O ayarlar. Duydun mu, Müslüm efendi?”

Tokatlı Müslüm duyduğunu başıyla doğruladı, bununla da yetinmedi,

“Duydum, beyim: emriniz olur,” dedi.

Ama, hemşerisinin önünde, asansörden çıkarken, önemli konuyu kesinliğe kavuşturmak yerine, “İşte gördün: herif yarımakıllı, ne dediği bile anlaşılmıyor,” diye homurdandı, gözlemi doğrulanmayınca da nerdeyse sinirlendi, “Sen de ondan geri kalmadın: kuş olup öttünüz sanki,” diye ekledi. Patronunun para ve iş dışında her konuda çocuk kaldığına inandığı için, onunla taşınmazlarıyla ilgisi bulunmayan bir ilişki kurulmak istenmesine bir anlam verememiş, daha başından beri duyduğu kuşkuya bir kez daha kapılmıştı, Yusuf Aksu’nun büyük serveti göz önüne alınınca, hemşerisinin kendisinden gizli bir iş çevirmesi hiç de olmayacak bir şey değildi. Bayram Beyaz Yusuf Aksu’nun bilgisinden yararlanmamız gereken önemli bir bilim adamı, özgün bir düşünür olduğunu, üç yıl önce tüm gazetelerin ondan söz edip boy boy resimlerini basmasının da bunu yeterince kanıtladığını söyleyince, kuşkusu büsbütün arttı, “Biliyorum, bana da göstermişlerdi, ama gazeteler orospunun, hırsızın, densizin, itin, kopuğun, yani yaramaz adamların resmini basar, sen gazetelere bakma,” dedi, sonra, durumunun üstünlüğünü açık açık vurgulayan bir havayla, “İşin yoksa, pazar günü gene uğra,” diye ekledi.

“Uğrarım, bundan önemli ne işim olabilir ki?” dedi Bayram Beyaz. “Kaçta geleyim?”

Tokatlı Müslüm kuşkulu gözlerle, tepeden tırnağa süzdü hemşerisini.

“Öğleye doğru gel işte, bir yerlerde bir şeyler yeriz,” dedi.

“Sağ ol, Müslüm abi,” dedi Bayram Beyaz.

O akşam, evinde, en az iki saat süresince, gazetesinin yayımladığı ajandadan başını kaldırmadı, bu önemli karşılaşmanın ayrıntılarını zamanla unutmak korkusuyla, yaşamında ilk kez bir tür günlük tutmaya girişti, Yusuf Aksu’nun “tüm yerleşik bilgilerimizi yerle bir eden” kuramını oluşturmaya daha küçük bir ortaokul öğrencisiyken başladığını, bu kurama göre, dilin her şeyi çorbaya çevirdiğini, bu nedenle olay ve düşünceleri kâğıda dökmemizin çok zor olduğunu, İsa’nın öğretisini aktarmak için beş ayrı İncil yazılmasının da bu nedenden kaynaklandığını yazdı, büyük dilcinin konukseverliği, alçakgönüllülüğü ve evinin görkemi, kitaplığının zenginliği konusunda ayrıntılara girdi, yedi sekiz sayfayı dolduruverdi, ama, daha şimdiden, birçok konuda ikircilliğe kapıldı, birçok ayrıntının belleğinden tümüyle silinmiş olduğunu ayrımsadı. “Bundan böyle, daha uyanık davranmalıyım, tüm dikkatimi toplamalıyım,” dedi kendi kendine. Tüm hafta boyunca, ajandayı ikide bir yeniden açıp eklemeler, düzeltmeler yaptı, gene de yazdıklarının yaşanmışın soluk bir gölgesi bile sayılamayacağı kanısındaydı. Pazar günü, Yusuf Aksu’ya yemekten önce gitme olasılığını da göz önüne alarak, erkenden Maçka’ya geldi, Tokatlı Müslüm kendisini apartmanın kapısında karşıladı. Ama, umduğunun tersine, “bir yerlerde bir şeyler” yemeden önce bir kahvede oturup “laflama” önerisinde bulundu.

Bu dolaylarda Tokatlı Müslüm’le yürününce, gidilecek yere ulaşmak hiç kolay olmuyordu: ince ince yağan yağmurun altında, komşu apartmanların kapıcıları, kapıcıların eşleri, çocukları, konukları, o geçerken hemen koşup önünü kesiyor, saygıyla hatırını soruyor, görüp işittiklerini anlatıp görüşünü alıyorlardı; iş kapıcılarla da bitmiyor, bakkal, berber, çiçekçi, muslukçu da seslenip dükkânına çağırarak bir şeyler ısmarlamak ve bir şeyler danışmak istiyordu. Sonunda, birkaç sokaktan geçerek bir bodrum katında geniş bir kahveye yöneldiler. Daha kapıda görünmeleriyle, kahvede oturan insanların nerdeyse yarısının ayağa fırlaması bir oldu. “Hoş geldin, Müslüm abi!” deyip eline sarıldı herkes, kimi elini, kimi yanaklarını öptü. Tokatlı Müslüm, gür bir sesle, “Bu da benim değerli hemşerim Bayram bey, hem müdür, hem gazeteci!” dedikten sonra, dip köşede üstüne yeni bir örtü örtülmekte olan masaya yöneldi, önce Bayram Beyaz’ı oturttu, sonra kendisi oturdu, önüne dikilip ellerini kavuşturan garsona “Sor herkese, ne içerler,” dedi, arkasından, Bayram Beyaz’ın anlayamadığı bir sıra ve düzene göre, beşer onar dakikalık sürelerle, üçer dörder masasına gelip oturan kasabalı kılıklı insanlarla alım satım, taşıma, borç, alacak, korkaklık, gözüpeklik gibi izlekler çevresinde dönen birtakım karmaşık konulara girdi, kimilerinden hiç saymadan para aldı, kimilerine üst üste üç kez sayarak para verdi; kimilerini “İşte, hemşerimiz de karlı dağ gibi arkamızda!” diyerek dostlarını Bayram Beyaz’ın tümden yabancı olduğu konularda güvene getirdi, kendisine yarım metre yukarıdan bakan, iriyarı bir adamı da azarlayarak göğsünden itti. En sonunda, “Hadi, hemşerim, biz gidip bir şeyler yiyelim,” diyerek yerinden kalktı, aynı anda ayağa fırlayan dostlarıyla yeniden tek tek öpüştü. Bir sokak ötede, gene bodrum katında bir kebapçıya girdiler. Burada, müşteriler arasında başını çevirip bakan olmadıysa da dört garson birden karşıladı hemşerileri, “Buyursunlar, Müslüm abi,” diyerek en azından sekiz kişinin yemek yiyebileceği kocaman bir yuvarlak masaya götürdüler. Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’ya ve kendisiyle görüşebilme olasılıklarına ilişkin sorularını “Herif kaçık, sıkıştırmaya gelmez!” türünden bulanık yanıtlarla geçiştirip cimriliğine, iş bilmezliğine geçti. “Ama Tanrı kime neyi vereceğini bilmiyor!” diye söylenerek dalıp gitti bir süre. Koca bir diş çiğköfteyi ağzına attıktan sonra, dudaklarını şaklattı. “Onun elindeki yerler bende olsa! Ama hiç kimseyi karıştırmaz işine! Bu gidişle canım servet devlete kalacak, beni deli eden işte bu,” dedi, sayısız han ve apartmanlarının dökümünden, topladığı kiraların düşüklüğünden, bir türlü akıl erdiremediği radyo tutkusundan, günler boyu beş dakika olsun evden dışarı çıkmadan yalnızlığa katlanma inadından söz etti, “Elden ayrıksı bir manyak işte!” dedi. Bu arada, bu deli adamla ilişki kurmak istemesinin gerçek nedenini ortaya çıkarabilmek için ustalıkla ağız aradı, “Evet, böyle, sonunda bunca mal devlete gidecek,” deyip içini çekti, Parliament paketini hemşerisine doğru itti. Yusuf Aksu’ya kazanç amacıyla ulaşmaya çalışması durumunda, sıkı bir işbirliğinin her ikisinin de çıkarına olacağını çıtlatmaya çalıştı. Bayram Beyaz genellikle susmayı yeğledi. Yalnız, bir an, Yusuf Aksu’nun kuramının kitleye ulaşmaması bu adamın işiymiş gibi tuhaf bir kuşku ışıyıp söndü içinde.

En sonunda, Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’dan söz etmekten de, durmadan birbirini izleyen bira şişelerinden, tepeleme adana, çiğköfte, salata tabaklarından da bıktı, “Bir şeyler alalım da arkasını bizim evde getirelim,” dedi. Hesabı ödeyip kalktılar, garsonlar kapıyı açıp saygıyla eğildi önlerinde. Mezeci ve manavda da saygıyla karşılandılar. Müslüm efendi, bunun çok doğal bir durum olduğunu kanıtlamak ister gibi, “Görüyorsun, hemşerim,” dedi, “buralarda hatırımız sayılır, hem de her şey bizden sorulur.”

Apartmana döndüklerinde, saat altıyı geçiyordu. Güneş batmaya yüz tutmuş, ortalığa tatlı bir serinlik çökmüştü. Tokatlı Müslüm, burada bir dakika beklemesini söyledi, paketleri alıp aşağıya indi; dediği gibi, bir dakika sonra geri döndü.

“Hadi bakalım, biraz da yukarıya çıkalım,” dedi.

Bayram Beyaz’ın gözleri parladı, tam umudunu kesmişken, amacına ulaşmak üzere olduğunu düşündü. Ama, asansörden çıktıkları zaman, Tokatlı Müslüm hiç görmediği bir kapıyı açtı, “Önden buyur!” deyip tepeleme eski masa, koltuk, sandalye, abajur, pirinç ya da ahşap karyola dolu bir evin içinden geçirdi onu, bir kapı daha açtı, kocaman bir taraçaya çıktılar. Bayram Beyaz neye uğradığını bilemedi, ta Boğaz’ın ötelerine uzanan, uçsuz bucaksız görünüm karşısında başı döndü, birileri kendisini tutup bunca yükseklerden oralara fırlatacakmış gibi, hemşerisinin koluna yapıştı, onun arkasından yürüdü, adam boyu, kocaman bir tel kapının önüne geldiler. Birdenbire, ak, gök rengi, göl mavisi, kara, kahverengi, yüzlerce güvercin, içeride bir yerlerden bu tel kapıya doğru atıldı, hep birlikte kanat çırpmaya, kulakları sağır edercesine kuğurdamaya başladı. Bayram Beyaz’ın gözleri karardı. Müslüm’ün tel kapıyı açmasını, koca taraçanın renk renk, biçim biçim güvercinlerle dolarak canlı bir uzam gibi dalgalanmasını, sonra, Tokatlı Müslüm’ün güvercinlerden birini tutup havaya fırlatması üzerine, nerdeyse korkunç bir kanat şakırtısı içinde, gökyüzünde ışıl ışıl bir güvercin bulutu oluşmasını bir düş görür gibi izledi, “Maçka’nın ortasında bunca cins güvercin! Olamaz! Olamaz!” diye söylendi. Yaptığının ayrımına varmadan, olduğu yere çöktü. Müslüm’ün, omzunda bu omzun bir parçası gibi duran kapkara bir güvercin, öylece dikilip gökyüzüne gülümsediğini gördü, gözleri yaşlarla doldu: daha yarım saat önce kaba ve çıkar düşkünü bir köylü olarak değerlendirdiği bu adam, bir yücegönüllülük örneği, yalnız yaşadığı semte değil, gözlerini diktiği göklere de egemen olan, doğaüstü bir yaratık gibi göründü gözüne. Tel kapıdan içeriye girip elinde bir başka güvercinle dönmesini, sonra, elini yukarıya kaldırınca, bu güvercinin kanat çırpmaya başlaması üzerine, şimdi çok uzaklarda bir top buluta dönüşmüş olan güvercin sürüsünün birden yön değiştirerek şaşırtıcı bir hızla yaklaşmasını, başına, omuzlarına, dizlerine sayısız güvercinler konup kalkarken, en az beş dakika süresince, tüm dünyanın, en azından tüm Maçka’nın bir kanat şakırtısına dönüşmesini gözleriyle gördüğüne inanamadan izledi.

Tokatlı Müslüm kuşlarını yerlerine sokup yemlerini ve sularını verdikten sonra, kendisini Yusuf Aksu’nun kapısına getirdiği zaman, şaşkınlık içinde, güvercinlerin onu bile unutturduğunu ayrımsadı. Ama Yusuf Aksu’nun gülümseyerek kapıyı açtığını görünce, sonsuz bir esenlik duygusuyla doldu içi. Aynı anda, yanı başında, Tokatlı Müslüm’ün “Efendim, ben biraz dışarı çıkıyorum. Konuşursunuz diye sana hemşerimi getirdim, gelsin mi?” diye sorduğunu, onun da “Gelsin, gelsin!” yanıtını verdiğini işitti, “Teşekkür ederim, teşekkür ederim,” dedi, sevincinden mavi bir güvercin gibi havalanıverecekti nerdeyse.

Yusuf Aksu kapıyı biraz daha aralayarak hayranını içeriye aldı. Ama, eliyle bir koltuk gösterdikten sonra, hemen masasının başına gitti, kapı çalındığında ansiklopedi karıştırmakta olduğunu, izin verilirse başladığı satırları bitirmek istediğini söyledi, yanıt bile beklemeden, kocaman bir ansiklopedi cildinin karşısına oturup okumaya başladı. Bir yandan, dudaklarını kıpırdatarak okuyor, bir yandan da, elinde bir kurşunkalem, bir kâğıda bir şeyler çiziktiriyor ya da çiziktirir gibi yapıyordu, okuma hızı kurşunkalemin kâğıt üzerinde ilerleyişinden anlaşılıyordu: bayağı hızlıydı. Şöyle böyle beş dakika sonra, masadan kalkıp yanına geldi, “Evet, bitirdim,” dedi.

Bayram Beyaz söyleyecek bir şey bulamadı, kocaman koltuğun bir köşesine büzülüp sessiz sessiz oturdu öyle, neden sonra, çekine çekine, “Ne okuyordunuz, hocam?” diye sordu.

Yusuf Aksu aynı soru karşısında Hamlet’in Polonius’a verdiği yanıtla yanıtladı onu:

“Sözcükler, sözcükler, sözcükler…”

Gülümseyerek birbirlerine baktılar.

Yusuf Aksu pembe ve peltemsi yüzü, yumuk elleri, seyrek saçları ve kısa bacaklarıyla üzerinde uzaksıl bir yaratık izlenimi uyandıran bu adama bir yandan acıyarak bakıyor, bir yandan da, bir zamanlar babasının yaptığı işi yapmasına karşın, fazlasıyla bön ve bilgisiz göründüğüne göre, kendisini görmeye gelmesine, gündelik yaşamı aşan konularda kendisiyle düşünce alışverişine girmek istemesine bir anlam veremiyor, bön görünüşünün ardında kötü bir amaç gizlemesinden kuşkulanıyordu. Gene de bu adam, belki ilgilendiği şeylerle bön görüntüsünün çelişkisi, belki bakışlarından bile belli olan saygısı nedeniyle, belki de kendisi, yaşlılığın etkisiyle, yalnızlığa eskisinden daha zor dayandığından, tuhaf bir biçimde çekiyordu onu. Gene gülümsedi.

“Gece iyi uyudunuz mu?” diye sordu.

Bayram Beyaz şaşırdı, yüzünün kızardığını duydu.

“Evet, uyudum, hocam,” dedi.

Yusuf Aksu içini çekti.

“Çok güzel,” dedi. “Ben her gece en az bir kez uyanırım. Uyanınca da uzun süre uyuyamam.”

“Uyuyamayınca ne yaparsınız, hocam?”

“Uyuyamayınca ne yapılır? Düşünürüm, eski anılara dalarım ya da bir şeyler okurum.”

Bayram Beyaz’ın gözleri parladı birden.

“Şu sıralarda ne üzerindesiniz, hocam?” diye sordu.

“Ne üzerindesiniz ne demek?”

“Hangi konuda çalıştığınızı sormak istemiştim.”

“Ben boş oturan bir adamım.”

Bayram Beyaz bunu bir şaka gibi algılayarak gülümsedi.

“Hocam, benimle alay etmeyin,” dedi, “sizin gibi bir kuramcı, yaratıcı bir düşünür, çalışmadan, kuramını geliştirmeden durur mu?”

Yusuf Aksu, bu adamın söyleneni anlamakta güçlük çektiğini, belki de kendisini bir başkasıyla karıştırdığını düşündü, “Bu kadar şaşkın olabilir mi?” diye geçirdi içinden, horgörüsünü gizlemek için gülümsemeye çalıştı.

“Kuramımı mı? Hangi kuramımı?” diye sordu.

“Hocam, sizin dil tanımınız bile başlı başına bir kuram,” dedi Bayram Beyaz. “Tüm aklı başında insanlar bu konuda birleşiyor.”

“Siz hangi dil tanımımı söylüyorsunuz?”

“İnsanların dili düşüncelerini birbirlerinden daha iyi gizleyebilmek için buldukları.”

“Ha, evet.”

“Evet, hocam; bence yazının bulunuşu ve sonuçları konusundaki düşünceniz de çok zengin bir düşünce.”

Yusuf Aksu kızardı, konuğunun bönlüğü konusunda yanılgıya düşmüş olabileceğini düşündü.

“Ama dilciler o düşüncemden dolayı beni nerdeyse döveceklerdi,” dedi.

Bayram Beyaz “Adam sen de!” dercesine elini salladı.

“Dilcilere kim bakar, hocam!” diye yanıtladı.

Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, birden Yunus’u anımsadı gene, konuyu kapatmanın kolay olmayacağını düşündü.

“Ama başlangıçta söz vardı diyorlar,” diye üsteledi.

“Benim okuduğuma göre siz bunun yanıtını çok güzel vermişiniz, hocam: bunu hristiyanlar söylüyor!” dedi Bayram Beyaz. “Hocam, insanlar ta başından beri gerçeğin yerine sözü yerleştirmişler, hukukta, dinde, her şeyde, hatta matematikte, benim bildiğim kadarıyla, bunu ilk vurgalayan sizsiniz,” diye ekledi.

Yusuf Aksu’nun gözleri parladı birden, dile ilişkin görüşlerini gerektiği gibi anlamış göründüğüne göre, bu tombul çocuğun o kadar da kafasız bir adam olmaması gerekirdi: alışkanlığının tersine, çoktan kapattığı bu konuyu hiçbir şey bilmez gibi görünen bu çekingen adamla konuşmaktan gittikçe hoşlanmaya başlıyordu.

“Doğru, onlar önce söz vardı derler. Yalan. Belki de dünyanın sonu ortada yalnızca sözler kaldığı zaman gelecek. Ama bu söz hristiyanların uydurmasıysa, o zaman, dili insanların uydurdukları, yani başlangıçta dil diye bir şey bulunmadığı, dolayısıyla dilin doğal da, zorunlu da olmadığı açıkça ortaya çıkar mı diyorsunuz?” diye sordu.

“Anlayamadım, hocam,” dedi Bayram Beyaz; soru bir kez daha yinelendikten sonra da pek bir şey çıkaramadı, ama hiç anlamamış gibi görünmek istemedi. “Herhalde, öyle olacak, efendim,” diye ekledi.

Yusuf Aksu, birden, o sabah radyo dinlerken takıldığı bir ad üzerine, ansiklopedilerde adlarını ve özelliklerini araştırdığı ilk Yunan filozoflarını anımsadı, büyülenmiş gibi kendisine bakan bu genç adamı iyice büyülemek mi, yoksa güçlü belleğini bir kez daha denemek mi istedi, nedir, okuduklarından kalanları toparlamaya çalıştı.

“Bence de öyle,” dedi güvenle. “Şu yeryüzündeki bunca yaratık içinde doğal olmayan bir dil konuşan tek yaratık insan. Ayrıca, Parmenides’in dediği gibi, kafamızdaki tüm kavramların dış dünyada olgusal nesneleri bulunduğu doğruysa, bence bu olgusal nesneleri dil olmadan da gösterebiliriz demektir, yani, bir an için, dilin insanlar arasında bildirişim sağladığı düşünülebilse bile, ille de gerekli olduğu söylenemez.”

Bayram Beyaz bu sözlerden de fazla bir şey anlamadı, hele Yusuf Aksu’nun bu sözlerle konuyu nereye getirmek istediğini hiç kavrayamadı. Ancak, kuramın can alıcı noktalarından birine yaklaştıklarını sezinler gibi oldu, yüreği coşkuyla çarpmaya başladı, gazeteci sanılıp kapı dışarı edilmekten korkmasa, cebinden bir kâğıt çıkarıp her söyleneni yazacaktı; ama korktu, yalnızca, faltaşı gibi açılmış gözlerle, “Kuşkusuz, hocam,” diye onayladı. “Hiç kuşkusuz, hocam, hiç kuşkusuz…”

“Evet, dedikleri gibi, görünen köy kılavuz istemez,” dedi Yusuf Aksu, sol elini sol göğsünün üstüne bastırdı, “Haklı olan Parmenides, Herakleitos değil,” diye sürdürdü. “Herakleitos haklı olsaydı, o zaman, Zenon’un söylediği gibi, zamanı ve uzamı ister istemez sonsuz olarak görürdük ya da, Leukippos’un ileri sürdüğü üzere, yokluk tüm varlık olmuş olsaydı, belki dil zorunlu olabilirdi.”

“Evet, hocam, kesinlikle,” diye doğruladı Bayram Beyaz, dinlediklerinden fazla bir şey anlamamış olmasına karşın, coşku verici bir olayla karşılaşmış gibi yüreği hızlı hızlı çarpıyordu: Parmenides’in, Herakleitos’un adını anımsar gibiydi, ama Zenon’u da, Leukippos’u da ilk kez işitiyordu, “Bu uçsuz bucaksız bilgi, bu kıvrak düşünce! Olur şey değil!” diye geçirdi içinden. Bir kez daha, mantığını pek kavrayamamış olmakla birlikte, en sonunda gerçek ustasını bulduğundan, usta bunca zamandır kendisiyle nerdeyse eşit eşite, sıkılmadan, dudak bükmeden konuştuğuna göre de onu yitirmeyeceğinden kuşkusu kalmamıştı. “Evet, hocam, kesinlikle,” diye yineledi, gözlerini Yusuf Aksu’nun gözlerine dikip öylece kaldı.

“Bu da bizim düşüncemizi doğruluyor,” diye ekledi Yusuf Aksu. “Karşı karşıya oturan iki köylünün dile gereksinimi yoktur, ama ayrı köylerde oturan iki köylünün yazıya gereksinimi vardır.”

Bayram Beyaz, bir tansığın gerçekleşmesini izler gibi, Yusuf Aksu’nun dudaklarına bakıyor, ama, belki de bu tansık izlenimi yüzünden, onun eskil Yunan filozofları konusunda söyledikleriyle köylülerin dile ve yazıya duydukları gereksinim konusunda söyledikleri arasında bir bağıntı kuramıyor, her şey gittikçe daha karmaşık, daha içinden çıkılmaz görünmeye başlıyordu.

“Bu neyi değiştirir, hocam?” diye sordu.

“Her şeyi.”

Bayram Beyaz kapsamlı bir açıklama bekledi, ama Yusuf Aksu uzun konuşmayı sevmezdi, uzun yalnızlık yaşamı da gençliğindeki akıcı konuşma alışkanlığını bir ölçüde yitirmesine yol açmıştı, üstelik ağzı kurumuştu.

“Benim ağzım kurudu,” dedi. “Müslüm efendi burada olsaydı, birer orta yapardı şimdi bize.”

Bayram Beyaz hemen yerinden fırladı.

“Ben yapayım, hocam,” dedi.

“Öyle mi, yapabilir misiniz?” diye sordu Yusuf Aksu. “Orta şekerli mi?”

“Orta şekerli derseniz, orta şekerli, az şekerli derseniz az şekerli, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz, şimdi, bildik bir alana dönülünce, yüreği eski uyumuna kavuşmuştu, büyük dilcinin bazı bazı gerçekten çocukları andırdığını düşündü.

Yusuf Aksu usundan geçeni anlamış gibi gülümsedi.

“Yani siz de orta mı içersiniz demek istedim,” diye açıkladı. Kalktı, nerdeyse bir salon kadar geniş mutfağa götürdü onu, kahvenin, şekerin, cezvenin yerini gösterdi. “Ben beceriksiz bir adamım, hele mutfak işlerinden hiç anlamam,” dedi. “Bereket, Müslüm efendi var, her şeye yetişir, çok iyi bir adam. Cemile hanımı da o buldu.”

“Müslüm efendi güvercinlerden de iyi anlıyor, efendim.”

“Evet, kuşları sevmesi bile iyi adam olduğunu gösterir. Kuş sevenden kötülük gelmez. Kuşların dilinden anlamak insanların dilinden anlamaktan daha önemli.”

“Kuşlarını gördünüz mü, hocam?”

“Hayır, görmedim.”

Bayram Beyaz bir yerlerde büyük adamların genellikle biraz çocuksu olduklarını okumuştu, gene de Türkiye’nin en büyük dilcisinin bir kahve bile pişirememesini, kuşlara bu kadar önem verip de Müslüm efendinin güzel güvercinlerini görmemiş olmasını tuhaf buldu; başını çevirince, Yusuf Aksu’nun, düşüncesini anlamış gibi, sessiz sessiz kendisine bakarak gülümsediğini gördü, bir onay beklediğini sezinledi.

“Evet, hocam, çok iyi bir insan,” dedi, cezveyi ocağa koydu.

“Gerçekten öyle,” diye sürdürdü Yusuf Aksu. “Cemile hanım da çok iyidir. Çok da beceriklidir. Önceki kadın da iyiydi. Ama Müslüm efendi küçük hırsızlıklarını yakaladı, hem de bir kişinin yemeği için evde her gün aşçı bulundurmanın savurganlık olduğunu söyledi. Doğru. Cemile hanım haftada üç dört gün gelir, yemekleri yapıp gider, eline çabuktur, güvercin gibi de konuşur; yemekleri köy yemeğidir, ama lezzetlidir; yalnız, nasıl söylemeli, çok iri bir kadın bu Cemile hanım, sanki insanın başının üstünde tepinir.”

Bayram Beyaz ne eski kadını tanıyordu, ne Cemile hanımı, yanıt vermedi, kahveyi fincanlara boşaltıp pırıl pırıl gümüş tepsinin üstünde salona götürdü. Salonda, Yusuf Aksu kahvesini höpürdete höpürdete, büyük bir hazla içti, “Elinize sağlık, çok güzel olmuş! Cemile hanımınkilerden daha güzel. Müslüm efendininkilerden bile güzel!” dedi, sonra aradaki farkı Cemile hanımla Tokatlı Müslüm’ün kahve konusunda cimri davranmalarıyla açıkladı. “İkisi de abartır, çok abartır!” diye söylendi.

Bir sessizlik çöktü üzerlerine, tek sözcük konuşmadan, ağır ağır içtiler kahvelerini. Bayram Beyaz boş fincanı usulca sehpanın üstüne bıraktı, ikinci salonun raflarındaki sıra sıra ansiklopedilere ve sözlüklere baktı bir süre.

“Hocam, sözlük ve ansiklopedileri çok sevdiğiniz anlaşılıyor,” dedi.

“Doğru, çok severim,” dedi Yusuf Aksu. “Sözlükler ve ansiklopediler az ve öz yazan kitaplardır, hemen öze inmek isterler.”

Bayram Beyaz biraz şaşırdı.

“Sizce öteki kitaplar hiç öze inmez mi, hocam?” diye sordu.

“Belki inenleri olmuştur, ama ben ansiklopedileri yeğ tutarım,” dedi Yusuf Aksu.

Söz, ağır ağır, kitap ve ansiklopedi karşılaştırmasından tarihe, dilbilime, oradan da o günlerde adı oldukça sık geçen Saussure’e geldi. Yusuf Aksu, kitap dolaplarından birine doğru yürüdü, meşin ciltli bir kitap çekti, çekmecesinden bir zarf alıp içine koydu, getirip sehpanın üzerine bıraktı.

“Buyurun, kitabı burada, evde okur, sonra bana görüşlerinizi anlatırsınız,” dedi, gözlerini yukarılarda bir noktaya dikti, arkasından, deneyimli bir ansiklopedi okuru olarak, “Ferdinand de Saussure, İsviçreli dilbilimci, doğumu Cenevre, 1857, ölümü Vaud kantonu, 22 Şubat 1913,” diye ekledi. Varlığından güç almak istercesine, elini kitabın üstüne bastırdı. “Büyük bir dilbilimci olduğunu söylerler; ama, çok eskiden, bir arkadaşımdan duyduğuma göre, sarhoşun biriymiş; bu yüzden olacak, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıp durmuş.” Eli hep kitabın üstünde, bir şeyleri anımsamaya çalışır gibi, gözleri yukarıda, “Sese gösteren adını verir, sonra tutar, nesneyle ses arasına bir de kavram sokuşturur; nesneyle sesin arasında nesnenin kavramı ne oluyor ki?” diye söylendi, sonra, bir şeylerden ürkmüş gibi, gözlerini Bayram Beyaz’ın gözlerine dikti, “Anladınız, değil mi?” diye sordu.

Bayram Beyaz kızardı.

“Tam olarak anlayamadım, hocam,” dedi çekine çekine.

Ama Yusuf Aksu yanıtını doğal buldu.

“Anlamasanız da olur,” diye yanıtladı. “Kafası karışık bir adamdır, nesne ortada dururken neden araya bir de kavram sokarak işleri büsbütün karıştırmalı ki?”

“Evet, hocam, çok haklısınız,” dedi Bayram Beyaz. “Öyle ya, neden karıştırmalı?”

Yusuf Aksu içini çekti.

“Dilciler böyledir, her şeyi birbirine karıştırırlar,” dedi. “Yalnız onlar mı? Dilcisi de, felsefecisi de, politikacısı da, hukukçusu da, matematikçisi de, hepsi, hepsi karıştırıyor, çünkü hepsi de dile belbağlamış, dili gerçek bir iletişim aracı sanıyorlar.”

Bayram Beyaz, bilgisizliğini ortaya koymak pahasına, “Neden, hocam?” diye sordu.

“İnsan dilinin temel özelliği böyle, yani onların düşündüklerinin tam tersi; Babil söylenini uyduranlar boşuna uydurmamışlar,” dedi Yusuf Aksu, “her şeyi birbirine karıştırmamıza dil neden oluyor.”

“Çok doğru, hocam,” diye onayladı Bayram Beyaz, ancak içi pek de rahat değildi: böyle olunca, günahı insanların defterine değil, dilin defterine yazmak, böylece belki ilk patronu da bağışlamak gerekirdi, ters mers, ama böyle. Gene de Yusuf Aksu’yu haklı bulmaktan kendini alamıyordu: örnek ortadaydı işte, İsviçreli adamın savını anlamıyordu, Yusuf Aksu’nun buna ilişkin açıklamasını da pek kavrayamamıştı, ama, Yusuf Aksu’nun dilin anlaşılmazlığına ilişkin savını anlamış olması bir yana, şurada saatlerdir karşılıklı konuşup anlaşıyorlardı, bu anlaşma bir yanılsamaysa, ondan ışık almaya çalışması da boşunaydı. Küçümsenip azarlanmayı göze aldı, “Ama sizin açıklamanızı çok iyi anlıyorum, hocam; öyleyse, siz de dili kullandığınıza göre, kusurun dilin kendisinden çok, dili kullananlarda olduğu söylenemez mi?” diye sordu.

Yusuf Aksu gülümsedi, nerdeyse elle tutulur bir esenlik içinde, Yunus’un bu konudaki gözlemlerini anımsadı, sonra, o çok derinlerden gelen uyumlu sesiyle, ağır ağır, anımsadıklarını Bayram Beyaz’a açıklamaya girişti: o, yani kendisi, hep gerçek bildirişimin, yani dil öncesinin bildirişiminin, daha insanların kekelediği dönemlerin bildirişiminin arkasından koşmuştu, yani onun aradığı bildirişim yalın bildirişimdi; oysa, hemen her toplumda, insanlar, bir yandan sözcük sayısını sürekli artırmaya çalışıyor, bir yandan da tek bir sözcüğe beş anlam birden yüklüyorlardı; böylece, sen “ekmek” ya da “toprak” dediğin zaman bile, karşındakiler bambaşka şeyler anlıyorlardı. Ama insan, doğası gereği, yaşadığına bakardı; açlık, susuzluk, gitme, gelme, isteme, geri çevirme, kızma, sevinme gibi duyum ve edimleri iletmek için hep somut göstergeler kullanırdı; bu duyum ve edimler dile hiç başvurulmadan da iletilebilirdi ya, dil binlerce yıldır süregelen bir toplumsal araç olduğundan, sözcüklere başvurmak daha kolay geliyor, bu da en açık şeylerin bile karıştırılmasına yol açıyordu. Ona göre, karmaşık söylemleri biraz olsun anlaşılır kılabilmek için, somutun düzlemine dönmek gerekirdi. Yazık ki, gereçleri öncelikle dil olduğundan, ansiklopediler bile bu amacı gerçekleştirmiş olmaktan uzaktı.

Yusuf Aksu, alnında boncuk boncuk terler, sol eli göğsünün üstünde, soluğu kesilmiş gibi duruverdi birden, başını önüne eğerek gözlerini yumdu. Sanki bir düş görüyordu da iyi seçemiyordu: kendisi mi konuşmuştu, yoksa Yunus’u mu dinlemişti, bilemiyordu, ama Yunus’un düşüncesini ilk kez böyle kesintisiz, nerdeyse eklemlenimsiz bir biçimde dile getirmiş gibi bir duygu vardı içinde. Bayağı uzun konuştuğunu da tüm benliğini sarmış olan ateşten anlıyordu. Gözlerini açtı, başını kaldırdı. Karşısında nerdeyse soluk bile almadan kendisine bakmakta olan Bayram Beyaz’ı gördü, tüm bunları ona anlattığını unutmuş gibi şaşırdı. Kendisi de ona baktı bir süre.

“Anlatabildim mi?” diye sordu.

“Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” dedi Bayram Beyaz.

Başlangıçta, gözünü bile kırpmadan, nerdeyse soluk bile almadan, ağzı açık dinlemiş, sonunda, Chateaubriand gibi ağlamış ve inanmıştı: Yusuf Aksu usuyla, belleğiyle, bilgisi ve insanlığıyla, şu yeryüzünde bulabileceği en büyük ustaydı; üstelik, felsefe, hukuk, politika, matematik, her alanı bilir göründüğüne göre, yaşamın her alanında öncülük edebilirdi insana. İşte, gerçeğe ulaşma yolunda, kuramın ve uygulamanın ilk öğelerini büyük bir cömertlikle önüne seriyordu. Öyleyse daha dün uzak bir düş gibi görünen yetişim sürecinin bir anda gerçekleşme evresine girdiğini düşünebilirdi. Kendini tutamayarak birden ileriye fırlayıp ellerine yapıştı, üst üste birkaç kez öpüp alnına götürdü.

“Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” diye yineledi. “Gözlerimin önündeki perdeyi kaldırıverdiniz.”

Yusuf Aksu “Bu çocuk deli mi yoksa? Önce el sıkıyordu, şimdi tutmuş el öpüyor! Böyle birdenbire ne oldu buna?” diye geçirdi içinden, sonra aradığı açıklamayı bulduğunu sandı, “Demek gidiyorsunuz,” dedi, gülümseyerek ayağa kalktı, “Umarım, gene görüşürüz: siz akıllı bir gençsiniz.”

Bayram Beyaz gitmeyi usundan bile geçirmemişti, ama soruya ister istemez olumlu yanıt vermek zorunda kaldı. Yusuf Aksu ne zamandır böyle uzun süre, hem de böyle coşkuyla konuşmamıştı, konuğunun, tam da böyle gençliğinin en güzel konusuna dönmüşken, birdenbire gitmek istemesine üzüldü, bu buluşmanın çok rahatlatıcı olduğunu, dünyasını genişlettiğini düşünüyordu. İçini çekerek elini omzuna koydu; bundan böyle, Müslüm efendinin aracılığına gerek kalmadan, istediği zaman kendisini görmeye gelebileceğini, bunun için birkaç saniyelik aralarla üç kez kapıya vurmasının yeteceğini söyledi. Sonra Saussure’ün kitabını koltuğuna sıkıştırdı.

“Bir de siz göz atın bakalım,” dedi. “Doğrusunu isterseniz, bana hep karışık, yer yer de saçma gelmiştir. Şu gösterge, ses, kavram, nesne konusunu o mu karıştırıyor, yoksa ben mi anlamıyorum? Okuyun da sonra bunu görüşelim.”

Bayram Beyaz göğsünün genişlediğini duyar gibi oldu.

“Peki, hocam, emriniz olur,” dedi, asansörle giriş katına, oradan da, merdivenle kapıcı dairesine inerken, bir an, başdöndürücü bir hızla göğe yükseliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Sanki bir düş evreninde deviniyor, ayakları yere değmiyordu.

Tokatlı Müslüm kapıyı açıp da “Buyur, hemşerim, şöyle buyur!” dediği zaman, gökten yere düşmüş gibi bir ürperti duydu. Ama o da bu yüceliğe uygun bir coşkuyla karşıladı kendisini. “Şimdi sıra kafaları çekmede!” diyerek çelik masanın üstüne damalı bir muşamba serdi, her biri başka bir boyda, başka bir biçimde, çatallar, kaşıklar, bardaklar, tabaklar getirdi. Bardaklara rakı koydu, Bayram Beyaz’ı zorla müdür makamına oturttu, rakı kadehini kaldırarak “Hadi, şerefe!” dedi.

Tam kadehlerin tokuşturulduğu sırada, kapı açıldı, buraya daha önceki gelişinde Müslüm efendinin sözü döndürüp dolaştırıp kendisine getirdiği Sivaslı Cemile, Müslüm’ün kendisinden bile iri bir kadın, başında çenesinin altından bağlanmış bir güllü yazma, sırtında kendinden kuşaklı, bol ve uzun bir basma giysiyle içeriye girdi, her şeyi önceden bildiğini kanıtlamak istercesine, “Oho! Bizim herifler sofrayı kurmuşlar bile!” dedi, ikisi altın, gerisi altın gibi pırıl pırıl dişlerini göstererek bir kahkaha attı. Kocaman kollarını dirseklerine kadar sıvayıp ak, yumuk ellerini birer makine gibi işleterek çoban salatası yaptı, sucuk doğradı, mezeleri ve yemekleri tabaklara koydu, geceye daha büyük bir katkıda bulunmak üzere, bol salçalı bir makarna hazırlamaya girişti. Bu arada, kendisi de “rakısını” alıp “Tokatlılar”la kadeh tokuşturdu; ama, kaç kez önerilmesine karşın, belki kocaman kalçalarını iskemleye sığdıramayacağını düşündüğü, belki kadın olarak ayakta kalmayı yeğlediği için, sofraya oturmadı; gelip gittikçe şöyle bir yudum aldı kadehinden, her seferinde de sol elinin tersiyle ağzını silmeyi unutmadı. Bu arada, yanından her geçişinde, Tokatlı Müslüm abartmalı bir biçimde dolgun kalçalarını, iri göğüslerini okşuyor, üzerinde üçer çift altın bilezik şıkırdayan tombul kolunu tutup öpüyor, bunun Tokatlılar’a özgü bir ayrıcalık olduğunu göstermek istercesine, hemşerisine göz kırpıyor, Sivaslı Cemile’nin harbiliği, cilvesi ve çekiciliği konusunda yorumlara girişiyor, “Ona Erkek Cemile demişler, baksana şu göğüslere, kollara ve bacaklara, on kadına bedeldir o!” diyordu. Sonra kuşağından yakaladı, çenesinin altındaki düğümü çözerek yazmasını çekip aldı. O zaman, Sivaslı Cemile’nin omuzlarına, sonra omuzlarından aşağıya doğru, en az on kadına yetecek bollukta, dalga dalga kınalı saçlar aktı. Ama Tokatlı Müslüm bununla da yetinmedi: bir şeyler getirip götürmek için yanına yaklaştığı her seferde, kolundan, belinden ya da ensesinden yakalayıp kendine doğru çekti onu, hamur, kurabiye, elma, karpuz, kavun benzetmeleriyle değişik yerlerinden öpüp durdu. Cemile hanım, aralarındaki açık ilişkiyi gizlemek gibi boş çabalara girişmemekle birlikte, hep utanır gibi yaptı, “Ayıp, rahat dur! Yaramazlığı bırak! Benden utanmıyorsan, hemşerinden utan!” türünden sözlerle kollarından sıyrılmaya çalıştı. Ama, öyle anlaşılıyordu ki, utanmak gerekmiyordu: hemşeri bir başka “ben”di, ondan utanmak kendi kendinden utanmak gibi bir şeydi, hep birlikte ikinci küçüğü yarıladıkları sırada, Erkek Cemile, bunu kanıtlamak istercesine, Tokatlı Müslüm’ün kollarından bir kez daha sıyrılarak “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar!” deyip Bayram Beyaz’ın iskemlesini kaşla göz arasında geriye çekti, ata biner gibi kucağına oturdu, iyice eğilerek sol kulağının memesini dişlerinin arasına aldı, ısırmak için bir buyruk beklermiş gibi, öylece durdu. Bayram Beyaz, yüzünde sonsuz bir acı, korku ve utanç anlatımı, içgüdüyle ellerini arkasına çekerken, Tokatlı Müslüm’le göz göze geldi; en beklenmedik durumda ölümle burun buruna gelmiş gibi, tepeden tırnağa titredi. Ancak, korktuğunun tersine, Tokatlı Müslüm gülümsüyordu.

“Bak şu işe, bu gece de canı seni çekti kancığın! Sen Tokatlı, o Sivaslı olmasanız, ikinizin de karnını deşerdim!” dedi.

Bayram Beyaz, Sivaslı Cemile’nin kollarında, boz bir yılanın ağzında bir yeşil kurbağa gibiydi, tek sözcük söyleyemedi. Tokatlı Müslüm “Anlaşıldı!” diye söylendi. “Ben biraz dolaşacağım; siz de ne bok yerseniz, yiyin!”

Hemşerisi kapıdan çıkarken, Bayram Beyaz umutsuzca arkasından baktı, seslenmeyi, gitmemesi için yalvarmayı düşündü; ama, düşünceden eyleme geçmesine zaman kalmadan, Sivaslı Cemile kollarını çözüp kucağından kalktı, hemen arkasından, çocukluktan analığa geçer gibi, elinden tutup çekerek arkadaki odaya götürdü onu; sonra, hiç duralamadan, kendini kapının hemen solunda duran kırmızı koltuğa bıraktı, terliklerini karşı duvara doğru fırlattı, bacaklarını ayırıp ensesini koltuğun arkalığında avuçlarına aldı, “Soy beni!” dedi. Bayram Beyaz çocukluğunda yasadışı ilişkilerin günahı konusunda dinlediklerini anımsayarak irkildi, ama, buyruk bir kez daha yinelenince, bir uyurgezer gibi, ağır ağır, kırmızı koltuğa doğru ilerledi; buyruğu yerine getirmeye girişti, Sivaslı Cemile’nin göğsündeki üç sedef düğmeyi çözerken, çocukluk günlerinde belki yüz kez işittiği “Ateş, Kerem, tutuş, Kerem, yan, Kerem!” dizesini anımsadı, bir kez daha irkildi, gene de, Sivaslı Cemile’nin gönüllü katılımıyla, oldukça başarılı bir biçimde sürdürdü işini, ama, nerdeyse gözlerini yumarak indirdiği çivit mavisi, uzun ve bol donunun ardından, iç gömleğini sıyırıp da Sivaslı Cemile’nin dev bedeni tümüyle ortaya çıkınca, iki kocaman bacağın arasına yığılıverdi.

Onu soymak da Erkek Cemile’ye düştü böylece: kolundan çekerek az önce kendi oturduğu koltuğa atıp ceketinden çorabına, anadan doğma soyduktan sonra, bir kez daha elinden tutarak göbeği havaya gelecek biçimde, boş bir çuval fırlatır gibi, dipte, masa, iskemle, somya, buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, dolap yığınının arasında sıkışmış, daracık yatağın üstüne attı, gelip üstüne yumuldu, kısa bir süre sonra da, nerdeyse yalnızca kendi çabasıyla, gittikçe hızlanıp sertleşen bir devinimi başlattı, devinimi hızlanıp sertleştikçe, birbirine yaslanıp sıkışmış dolaplar, masalar, somyalar, iskemleler, radyolar, televizyonlar, buzdolapları, merdaneli çamaşır makineleri, büyüklü küçüklü fırınlar ve bir Remington yazı makinesi, alt alta, üst üste, Sivaslı Cemile yalnızca Tokatlı Bayram’ın değil de Maçka’nın tüm erkeklerinin üstünde deviniyormuş gibi gıcırdadı. Bir ara, Sivaslı Cemile çok güzel bir yemek düşünmüş gibi dudaklarını şaklattı, Tokatlı Bayram’ın başını ensesinden tutup göğsüne doğru çekti, “Bu odanın gıcırtısına bayılırım,” diye fısıldadı. “Ama bu gece daha da başka, çünkü, iki gözüm içine aksın ki, sen avrat altına ilk bu akşam yatıyorsun.”

Yüzde yüz doğruydu gözlemi. Ne var ki, kendisi doğrulup kalktıktan sonra, kocaman göğüslerini hoplata hoplata dolaptan su içmeye giderken, birileri içeriye girse de Bayram Beyaz’ı öyle kıpkırmızı, öyle terden sırılsıklam, kolları yanında, bacaklarını karnına doğru çekmiş, sırtüstü yatar durumda görseydi, Sivaslı Cemile’nin altından değil de karnından çıktığını söylerdi. Tokatlı Müslüm de, kapıyı aralayıp şöyle bir baktıktan sonra, “O ne, kız, oğlan mı doğurdun?” demekten kendini alamadı.


Yalan

Подняться наверх