Читать книгу Yalan - - Страница 11

Оглавление


II

Bayram Beyaz çok aşağılardan, nerdeyse toprağın derinliklerinden geliyormuş gibi bir izlenim uyandıran birtakım insan ve araba sesleriyle gözlerini açtı, ama açmasıyla kapaması bir oldu: tüm varlığının hoş bir hafiflik, sıcaklık ve esenlik içinde yüzdüğünü duyuyor, bu yepyeni duygunun uçup gitmemesi için, değil çevresine bakmak, soluk almaktan bile çekiniyordu. Kollarının arasında bir yastık, uzun süre, parmağını bile oynatmadan yattı öyle. Sonra, bilincinde düşünceye, hatta anıya benzer hiçbir şey belirmemekle birlikte, bu hafiflik, sıcaklık ve esenliği akça pakça bir kadının kocaman kollarının ve kocaman göğüslerinin tadı olarak algıladı; yastığı bıraktı, yatağın iki yanında, elleriyle bu kadını aradı, bulamadı; bedenini bu kadının bedeniyle değiştirmiş, böylece, yüzü, elleri, göğsü, göbeği, bacakları eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde daha sıcak ve daha yumuşak bir nitelik kazanmış gibi bir duyguya kapıldı. Hep bu tuhaf, ama çok hoş duygu içinde, ellerini bedeninde dolaştırdı bir süre; sonra, bu umulmadık duygunun nedenini anlamak istercesine, birden gözlerini açtı. Tepesinde çok yüksek ve çok geniş bir tavan ve çok büyük bir avize gördü. “Allah Allah! Allah Allah! Ben buraya ne zaman geldim ki?” diye söylendi. “Yoksa sarhoş muyum?” Doğrulup oturdu, gözlerini çevresinde dolaştırdı.

Önce karşısında kapalı bir kapı, sonra kapıdan ayaklarının dibine dek gelen bir kırmızı yolluk, sonra, sağ yanında, koyu kırmızı kadife perdeleri kapalı iki kocaman pencere, sonra, duvar diplerinde, odanın ortasında, boy boy, biçim biçim sehpaların çevresinde, yan yana, karşı karşıya, boy boy, biçim biçim, renk renk koltuklar, bir köşede, kocaman bir yuvarlak masa, çevresinde yüksek arkalıklı iskemleler, en dipte içi silme porselen tabakla dolu, çok eski bir camlı dolap gördü, sonra üstünde oturmakta olduğu geniş ve yüksek pirinç karyolaya dikti gözlerini, titremeye başladı, “Buraya nasıl geldim ki? Peki, burası neresi?” dedi kendi kendine, kalktı, bir koltuğun üstünde pantolonuyla ceketini, onların üstünde de Yusuf Aksu’dan aldığı kitabı gördü, kapıya gitti, dört ayrı odaya açılan kapıları araladı, odaları da birbiri ardından dolaştı, ilk ikisi boştu, öbür ikisinde, tıpkı Müslüm’ün evinde gördüğü gibi, karmaşık bir biçimde, üst üste, alt alta, dağ gibi bir iskemle, masa, sehpa, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın yığını yükseliyordu. En üsttekiler nerdeyse tavana değecekti. Öyle durup baktı bir süre. “Bunca eşyayla ne yapılır ki?” dedi kendi kendine. Sanki uzun bir yolculuğa hazırlanıyorlardı, sanki hep yolculuktaydılar, sanki birileri tüm bu nesneleri ileride, en sonunda varacakları yerde, ikinci bir yaşamda kullanacaktı. Sonuncu odada, bir yarı karanlık içinde, birden başı döndü, olduğu yere yığılıp kaldı, sırtı duvarda, gözleri bir önceki odada gördüğüne çok benzeyen bir eşya yığınında, öylece durdu, sonra, birdenbire, kendisi de bu odanın bir parçasıymış ya da bu eşyalardan birine dönüşmek üzereymiş, en azından, bundan böyle hep bu eşyalar arasında kalacakmış gibi bir korku büyüdü içinde, titremeye başladı. Birkaç kez kalkmaya çalıştı, tam başardığı sırada, yeniden yığıldı olduğu yere, korkuyla gözlerini yumdu. En sonunda, büyük bir çabayla kalktı, duvarlara tutuna tutuna giriş kapısına doğru ilerledi, açmak istedi, kapının dışarıdan kilitli olduğunu anladı. Yatağın bulunduğu odaya döndü. En yakın pencerenin önüne geldi, perdesini çekti, içeriye yumuşak bir ışık doldu. Uzakta, ağaçların ve bir caminin ötesinde, deniz ışıl ışıldı. Pencereyi açmaya çalıştı, açamadı. Aşağıda, yoldan geçmekte olan arabaları gördü. Bir kez daha, buradan hiçbir zaman çıkamayacağını düşündü. Öylece, yalınayak, don gömlek, pencerenin dibine yığılıp kaldı.

Kapının anahtarla açılmakta olduğunu işittiğinde uyuyor muydu, yoksa hiçbir şey düşünmeden bekliyor muydu, ayrımına varamadı; ama, o anda, hemen kalkmak, eşya yığınları arasında bir yerlere saklanmak istediği kesindi. Erkek Cemile’nin, bir elinde bir kasetçalar, öbür elinde bir tepsi, içeriye girdiğini görünce, daha da güçlü bir biçimde duydu bu isteği. Kapının önünde, odayı bir süre gözden geçirdikten sonra, gülümseyerek kendisine doğru yöneldiği sırada da olduğu yerde büzülerek başını korkuyla önüne eğdi. Cemile hanım tepesine dikilerek ortalık koltuk doluyken neden böyle yerde oturduğunu sorunca da ürkek bir hayvan gibi yerinden fırlayıp yatağın yanında, bir iskemlenin üstünde duran giysilerine doğru atıldı, kaşla göz arasında giyiniverdi.

“Ne oluyor sana böyle, oğlum?” diye güldü Erkek Cemile. “Sanki hiç don gömlek görmedik mi seni?”

Bayram Beyaz yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu duyuyordu, yanıt veremedi. Erkek Cemile gözleriyle masayı gösterdi ona. Sonra kendisi de masaya yaklaşıp tepsiyi ve kasetçaları üstüne koydu.

“Sen bu sabah bir tuhafsın! Otur şuraya da kahvaltını et,” dedi, kasetçalarının düğmesine bastı, yanık bir kadın sesi yükseldi.

Bayram Beyaz elini ekmeğe, peynire, bardağa uzatacak gücü bile bulamadı. Çayını da, peynirini, ekmeğini de Cemile hanım verdi ağzına. Birbiri ardından üç bardak çay içtikten sonra, yavaş yavaş, korkusu geçmeye başladı. Odaya girişinden beri ilk kez, Cemile hanımın yüzüne bakmayı göze aldı.

“Ben buraya nasıl geldim?” diye sordu.

“Ben getirdim,” dedi Cemile hanım.

“Nasıl getirdin?”

“Kucaklayıp getirdim.”

“Evin burası mı?”

“Evet, burası,” dedi Cemile hanım, arkasından bir kahkaha attı. “Neden dersen, en çok burayı severim.” Durdu, neler düşündüğünü anlamak, ya da bir hayranlık belirtisi aramak üzere, uzun uzun yüzüne baktı. “Ama tek evim değil,” diye ekledi. “Öteki evlerimi de görmek ister misin?”

Bayram Beyaz’ın herhangi bir yanıt vermesine zaman kalmadan, elinden tuttu, öteki elinde koca bir anahtar destesini şakırdatarak kapıya doğru sürükledi. Kapının önünde, Bayram Beyaz birden durdu.

“Burası Yusuf beyin apartmanı değil mi?” diye sordu.

“Evet, iyi bildin,” dedi Cemile hanım, karşısında durup yukarıdan bakarak anlamlı anlamlı gülümsedi, destedeki anahtarlardan biriyle yandaki dairenin kapısını açtı. Odaları dolaştılar. Bayram Beyaz burada da üç aşağı beş yukarı aynı düzeni, aynı eşya yığınlarını gördü. Bir alt kattaki bir başka daire de üç aşağı beş yukarı aynı görünümü sunmaktaydı: masa, iskemle, koltuk, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, ayaklı ayaksız dikiş makineleriyle doluydu.

“Bunca daireyi, bunca eşyayı ne yapacaksın?” dedi Bayram Beyaz. “En az on beş buzdolabın var!”

“Fazla mal göz çıkarmaz,” dedi Cemile hanım. “Eşyaları müşterisi çıkarsa, satarım, olmazsa, yoksullara veririm. Evlerimin de hangisini canım isterse onda otururum, ayağımı uzatıp kasetimi dinlerim.” Belki dördüncü, belki beşinci dairenin kapısını açtı. “Burası da benim,” dedi. Bir elinde anahtar demeti, bir eli Bayram Beyaz’ın omzunda, bu daireyi de gezdirdi ona, sonra üzerine doğru eğildi, “Neyse, bu kadarı yeter! Şimdi yukarıdaki dairemize gidelim,” diye fısıldadı kulağına.

Bayram Beyaz öylece dikilip kaldı.

“Kiraladın mı bunları?” diye sordu.

“Yok, neden kiralayayım ki!” dedi Cemile hanım. “Müslüm anahtar uydurdu. Yusuf bey çok zengin, kiraya vermiyor. Biz de ona ortak çıktık.”

Öyle bir konuşuyordu ki her daire düşman elinden kurtarılmış bir yurt parçasıydı sanki. Bayram Beyaz, şaşkınlıkla kendisine bakıyordu.

“Ortak mı? Yusuf beye mi?” diye sordu.

“İyi bildin! Ortak!” dedi Cemile hanım. “Evet, Yusuf beye.” Anahtar destesini şakırdattı. “Canım neresini isterse, orada yatabilirim, canım neresini isterse, orada dinlerim teybimi.” Asansöre bindirip üçüncü kata çıkardı onu, az önce çıktıkları kapıyı açtıktan sonra, elinden tutup bir çocuk gibi pencereye doğru sürükledi. Perdeyi iyice açtı. “Buradan deniz de görünür. Şehirliler denize bakmayı çok sever. Sen de sever misin?” diye sordu.

Bayram Beyaz yanıt vermedi, bir şaşkınlıktan başka bir şaşkınlığa düşmüştü. Kafası belki eskisinden de karışıktı. Evin insanları ortadan çekilince, deliklerinden çıkarak kilerde ve mutfakta birer ev sahibi gibi keyif çatan fareleri anlatan bir masalı anımsadı. Bu kadınla bu adamın büyük ustanın arkasından dolap çevirdiklerini, onu aldattıklarını düşündü, gırtlağına bir şey takılmış gibi yutkundu. Aynı anda, Erkek Cemile koluna yapıştı, sürüklercesine yatağa götürdü onu, oturttu, sırtından ceketini, ayaklarından ayakkaplarını çıkardı, kucaklayıp kaldırmasıyla sırtüstü yatırması bir oldu, “Rakıyı fazla kaçırdığın belli, çok yorgun görünüyorsun, ama dert etme, ben seni kendine getiririm,” dedi, yanına oturdu, ensesini, sırtını, karnını okşadı, elini pantolonunun içine soktu, kulağına doğru eğildi, “Şimdi sen de bize ortak çıktın,” diye fısıldadı.

Bayram Beyaz büzüldükçe büzülüyor, bacaklarını birbirine yapıştırıp geriye doğru kaymaya çalışıyor, ne diyeceğini bilemiyordu.

“Peki, kocan?” dedi sonunda.

“Hangi kocam?”

“Şu yaşlı adam.”

“Hangi yaşlı adam?”

“Müslüm abi yaşlı bir kocası var diyordu.”

Cemile hanım bir kahkaha attı, artık nerdeyse duvara yapışmış olan konuğunu kendine doğru çekti.

“Kocam mocam yok benim,” diye yanıtladı. “Müslüm’ün uydurması o. Müslüm hep uydurur, bilmez misin? Doğruyu söylerken bile uydurur.”

“Neden uydursun ki durup dururken?”

“Neden olacak? Birilerini boynuzluyormuş gibi görünmek için,” dedi Sivaslı Cemile, bir kahkaha daha attı. “Desin, ne yapalım, biz ortağız.” Durdu, hiçbir şey söylemeden, Bayram Beyaz’ı bacaklarını açmaya zorladı. “Sen de bize ortak çıktın,” diye ekledi.

“Ben kimseye ortak çıkmadım, çıkmaya da niyetim yok,” diye sızlandı Bayram Beyaz, biraz daha büzüldü yattığı yerde, dönüp yüzükoyun yatmaya çalıştı.

Cemile hanım bu çabasını da boşa çıkardı, bacaklarını indirip elini göbeğinden aşağıya doğru uzattı.

“Çıkmasan da çıkacaksın, biz hemşeriyiz,” dedi.

“Evet, hemşeriyiz,” diye kekeledi Bayram Beyaz, başı dönüyordu, boşaldı boşalacaktı. “Ağır ol,” diye yalvardı. “Böyle şeyler gündüz olmaz. Utanıyorum.”

“Utanıyorsan, gözlerini yum,” dedi Cemile hanım, sonra daha da hızlandı. “Biz hemşeriyiz,” diye yineledi.

Bayram Beyaz kurtulmak için son bir çaba daha harcadı, ama başaramadı.

“Evet, hemşeriyiz,” diye doğruladı. “Ağır ol, ağır ol, ağır ol!” Bedeni tepeden tırnağa dalgalandı. Pantolonun üstünden Cemile’nin eline yapıştı, var gücüyle sıktı. Ama işe yaramadı. “Oldu mu şimdi?” dedi üzüntüyle, öylece uzanıp kaldı. “Hocaya böyle nasıl giderim?”

“Hoca aşağı, hoca yukarı! Aklın hep onda! Neden böyle bu çatlak İstanbullu’nun çevresinde dolanıp durursun ki? Kafanın içindeki ne?”

“Kafamın içinde bir şey yok. Yusuf bey çok kafalı bir adam.”

“Çok kafalı mı?”

“Evet, çok kafalı.”

“Adam çok kafalı oldu mu malı da çok mu olmalı? Ağzımı açtırtma şimdi!” dedi Cemile hanım, gizemli bir biçimde göz kırptı. Göründüğü kadarıyla, Tokatlı Müslüm gibi o da Bayram Beyaz’ın Yusuf Aksu’dan bir şeyler koparmayı tasarlamasından kuşkulanıyordu. Doğrulup kalktı. “Neyse, biz hemşeriyiz, Müslüm de, ben de senin arkandayız,” dedi.

“Sağ ol. Ama benim artık gitmem gerek,” dedi Bayram Beyaz.

“Burada su mu çıktı? Hem de sen hocaya gitmeyecek miydin?”

“Belki akşam. Şimdi gitmek zorundayım. Şu zarftaki koca kitabı okuyup bitirmem gerek. Neden hep okşamak istiyorsun ki beni?” dedi, sonra kolundaki altın bileziklere baktı. “Sana bilezik alayım diye mi?” diye üsteledi.

Cemile hanım birden sinirlendi.

“Sen Erkek Cemile’yi ne sandın, sığırcık cücüğü? Erkek Cemile bilezikle satın alınmaz! Açtırma şimdi ağzımı!” diye azarladı. Ama, Bayram Beyaz’ın ağlamaklı olduğunu görünce, yumuşayıverdi. “Benim hiç çocuğum olmadı. Sen de apak, bıngıl bıngılsın, yumurta gibi,” dedi, derin derin içini çekti. Gözleri yaşlarla doldu birden, “Beni memleketten kaçıran orospu çocuğu karnımı da, içindeki çocuğu da öyle bir kazıttı ki kuruttu beni: ne çocuğum oluyor, ne bir şey. Ben de, senin gibi birini bulunca, inadına…”

“İnadına?..”

“İnadına altıma alıyorum.”

“Öç almak için mi?”

“Öç alacak olsam, dünyada adam kalmazdı,” dedi Erkek Cemile, elinin tersiyle gözlerini kuruladı, ama gözyaşları gene ince ince akıyordu.

Bayram Beyaz, onunla karşılaştığından beri ilk kez, Erkek Cemile’nin yüzünün çok güzel olduğunu ayrımsadı, sonra, birdenbire, bir küçük kız yüzüne dönüştüğünü gördü, yüreği duracak gibi oldu, parmaklarının ucuyla gözyaşlarını kurulamaya çalıştı.

“Ağlama, beni de ağlatacaksın,” dedi. “Her şey çoktan olup bitmiş; ne diye ağlıyorsun ki?”

“Hiç olup biter mi? Öyle kolay mı?” diye inledi Erkek Cemile, yatağa uzandı, konuğunu da kendine doğru çekti, sonra, alabildiğine değişmiş, yumuşamış bir sesle, kendisi daha ana rahmindeyken, babasının askerliğini yapmak üzere Merzifon’a gidip bir daha dönmeyişini, küçücük toprak evlerinde anasının yatağında kocaların, kendi yatağında kardeşlerin birbirini izleyişini, evin nerdeyse tüm işlerinin kendi sırtına yüklenmesi yetmiyormuş gibi, son üvey babanın her fırsatta orasını burasını elleyip çimdiklemeye kalkmasını, bu üvey babadan kurtulmak için o Allah’ın belası kamyon şoförüyle Sivas’tan kaçışını, hepsi birbirinden tatsız, hepsi birbirinden alçaltıcı nice serüvenden sonra, Müslüm efendiyle karşılaşıp buraya yerleşmesini anlattı. “Bir yatağım bile olmamıştı hiç; şimdi her şeyim var. Ama yokluk da, pislik de, anam da, kardeşlerim de, yüzleri de, sesleri de hep duruyor: hepsi şurada!” dedi, parmağıyla sol göğsünü gösterdi. “Bazı bazı öyle sıkıştırıyorlar ki bağıracak gibi oluyorum.”

Bayram Beyaz, büyülenmiş gibi, hiçbir şey söylemeden, dakikalar süresince, onun kocaman küçük kız yüzüne baktı, sonra, gene dakikalar süresince, yüzünü, dudaklarını, burnunu, çenesini, nerdeyse tüm yastığı kaplayan kınalı saçlarını okşadı, sonra birden Cemile hanımın son üvey babasının, Allah’ın belası kamyon şoförünün ve tüm ötekilerin yaptığını yaparak onlarla özdeşleşmekten korktu, hemen toparlandı, masanın üstünden kitabını alıp çıktı.

Ancak, apartmanın kapısından çıkar çıkmaz, Cemile hanımın kokusu ve dokunuşları tüm varlığını sarıverdi, başı döndü, orada, hemen arkasındaymış gibi bir duyguya kapıldı. Gözlerini yumup öylece durdu bir süre, çok kadınlar tanımış gibi, “Bu kadın başka türlü bir şey!” diye düşündü, başına gelenleri bir kez daha, tüm yoğunluğuyla duymak, hafiflik ve sıcaklığın esenliğini yeniden yakalamak istedi, bir ölçüde başardı da. Bu yüzden olacak, Kızıl Tosbağa’ya doğru ilerlerken, memleketinde söylendiği gibi, ayakları gidiyor, topukları geri geliyordu. Ayrılmakla doğru bir şey yaptığından kuşku duyuyordu. Aynı kuşku Kızıl Tosbağa’da da sürdü, Maçka’dan Fatih’e gelinceye kadar en az üç kez önündeki arabaya çarpmasına ramak kaldı.

Bununla birlikte, terliklerini giydikten sonra, Saussure’ün kitabını masasının üstüne bırakırken, Yusuf Aksu’nun anısı her şeyi bastırıverdi: Maçka’daki uçsuz bucaksız dairenin salonunda, kocaman koltuklardan birinde, onun karşısında oturur buldu kendini: “Büyük dilci”, gözleri tavanda bir noktada, sol eli yüreğinin üstünde, ayakları boşlukta, nerdeyse soluk bile almadan konuşuyor, kendisi de, aynı biçimde, soluk almadan dinliyor, daha da güzeli, her sözcüğü, her tümceyi anlıyor, aralarındaki bağlantıları kavrıyor, bu olağanüstü söylemin bütünüyle ve bir daha hiç çıkmamak üzere belleğine kazıldığını duyuyordu. Proust’un anlatıcısının, bir kış günü eve döndüğünde, ıhlamura batırılmış çöreğin tadıyla gelen mutluluğa benzer bir mutluluk doldu içine. Ancak, Proust’un anlatıcısının mutluluğunun Combray’in gittikçe zenginleşip bütünlenen görüntüsüyle büyümesine karşılık, Bayram Beyaz, benzersiz söylemi defterine geçirebileceğini düşünür düşünmez, Yusuf Aksu’yla kendisi arasına yarı saydam bir perde indi, hızla kararmaya başladı, ses de hiç mi hiç duyulmaz oldu. Sonra, konuşmalarından usunda kalanları ajandasına geçirmek üzere masanın başına oturunca, hiçbir şey anımsayamadı, şaşırıp kaldı, konuşmanın hiç değilse ana çizgilerini anımsamaya çalıştı, ama, Yusuf Aksu’nun varla yok arası gülümsemesi, soluklanıp soluklanıp yeniden başlaması dışında, hiçbir şey kalmamıştı belleğinde. “Olamaz!” diye mırıldandı. “Hayır, olur şey değil! Ben bu kadar salak mıyım?” Her şey bu bedensel çabaya bağlıymışçasına, dişlerini sıkarak anımsamaya çalıştı. Böylece, en az yarım saat zorladı kendini, tek tümce çıkaramadı. “Olur şey değil! Oysa tüm söylediklerini anladığımı ve kafama yazdığımı sanıyordum, ben salağın tekiyim!” dedi kendi kendine. Hemen arkasından, tüm bunların belleğinin ve anlığının değil de Tokatlı Müslüm’le Sivaslı Cemile’nin kusuru olabileceğini düşündü. Umutsuzluk içinde yatağa attı kendini.

Korkunç bir akşamüstü ve korkunç bir gece geçirdi. Öyle ki, Yusuf Aksu’dan aldığı kitap hep gözlerinin önünde dururken, kapağını açıp şöyle bir bakmaya bile yeltenmedi. Ertesi sabah, gazetede, odasının kapısından girerken, yüzü kâğıt gibiydi, ayakta zor duruyordu; üstelik, zorlu bir utanç duygusu altında eziliyordu, dostlarına Yusuf Aksu’yla ikinci kez görüşmeyi de başardığını söylemesi durumunda, davranışlarından Cemile hanımla yaptıklarını ve Cemile hanımın acıklı öyküsünü de çıkarmalarından korktu, müdürün kapısını vurmayı ya da herhangi bir arkadaşına uğramayı göze alamadı. Masasının üstüne yığılmış belgelere elini sürmek bile istemedi. Odasına gelen birkaç kişi de kalın bir camın arkasında devinir gibiydi, söylediklerini üç dört kez yinelettirdi. Bununla birlikte, arada bir, göğsü çocuksu bir gururla kabarıyor, gerçekte yalnızca kendisine söyleneni yapmış olmakla birlikte, Cemile hanımla yaşadıklarını bir kez daha anımsayarak bir başka dünyaya doğru yol alıyor, zaman zaman da birden bastırıveren bir utanç duygusuyla tüyleri diken diken oluyordu. Böylece, sürekli olarak gururla utanç arasında gidip gelmek yüzünden, doğru dürüst çalışamadı. Bir ara, bilemedin iki adım ötesinden, müdürünün şaşkın şaşkın kendisine bakmakta olduğunu gördü, ayağa kalktı, ama, kendini zorlamasına karşın, tek sözcük çıkmadı ağzından, suçüstü yakalanmış gibi gözlerini yere dikti. Onun yerine müdür konuştu böylece: “Anlaşılan, sen bu gece hiç gözünü kırpmamışın, ya da hastasın. En iyisi, hemen eve git.”

Bayram Beyaz, nicedir böyle bir öneri beklermiş gibi, evinin yolunu tuttu. Başı öylesine dumanlı, bedeni öylesine gevşek ve ezikti ki arabasını park edip kapısını kilitledikten sonra, her zaman yaptığının tersine, akşam için bir şeyler almadan, dosdoğru evine yöneldi, evinde ilk yaptığı buzdolabını açıp birbiri ardından iki bardak suyu tepesine dikmek, ikinci yaptığı tuvalete girip tuhaf bir mutluluk duygusu içinde uzun uzun işemek, üçüncü yaptığı, Yusuf Aksu’nun kitabını zarfından çıkardıktan sonra, en az on dakika süresince, öylece oturup elinde tutmak oldu. Sonra kalktı, ceketini, pantolonunu çıkarıp önündeki iskemleye attı. Arkasından, kravatını, gömleğini, çorabını çıkarıp yatağa girdi, Sivaslı Cemile’nin üstünden kalkmasından sonraki duruşunu yeniden bulmak istercesine toplanıp büzüldü. Ama, tam uyumak üzereyken, Tokatlı Müslüm’le Sivaslı Cemile’nin patron havalarını ve Yusuf Aksu konusunda söylediklerini anımsadı, doğrulup oturdu, “Belki de masal anlatıyor bunlar bana, kötü bir oyun oynuyorlar! Bunu nasıl düşünmedim?” diye mırıldandı. Yusuf Aksu’nun yabancı radyo dinleme tutkusundan okuma biçimine, kapıcı Müslüm’ün güvercinlerinden Maçka çevresindeki saygınlığına, Sivaslı Cemile’nin daire ve eşya düşkünlüğünden ürkütücü, ama karşı konulmaz çekiciliğine kadar, birkaç gündür tanık olduğu her şeyi yeniden gözden geçiriyor, kimi zaman iyi yanından alıp rahatlıyor, kimi zaman kötü yanından alıp bunalacak gibi oluyordu.

Ama tüm bu olup bitenler içinde belirlemekte en çok zorlandığı şey kendi yeriydi. Hiç kuşkusuz, her biri kendi kişiliğine göre, ama üçü de kucak açmıştı ona: pek öyle çekici bir yanı bulunmamasına karşın, büyük bir yakınlık göstermişlerdi, hele Müslüm’le Cemile yakınlığın da ötesine geçmişlerdi. O güne dek hiç kimseden görmemişti böyle bir yakınlığı, görmediği için de tutumlarını kimi zaman onlar gibi hemşeriliğe bağlamaya yöneliyor, kimi zaman da kendisine, daha korkuncu, dünyadan el etek çekmiş görünen Yusuf Aksu’ya kötü bir oyun hazırlamalarından korkuyordu. Nasıl bir oyun? Uzun uzun düşündü bunu, büyük adamın dairelerini kendisinden izin almadan, gizlice, kapılarına anahtar uydurarak hoyratça kullanmalarını başkaldırtıcı buldu, daha kötüsünü de yapabileceklerini, canına bile kıyabileceklerini, kendisine bu kadar iyi davranmalarının tasarlamakta oldukları suça güvenilir bir ortak aramalarından kaynaklanabileceğini düşündü. “Durumu en kısa zamanda duyuracağım ona, gerekirse polisi de uyaracağım!” dedi kendine kendine. Gözlerini odasının tavanına vuran solgun ışıklara dikti. “Peki, polise ne diyeceğim?” diye mırıldandı. “Hangi durumu duyuracağım ki onlara?” Dalıp gitti, kafasının içinde yüzlerce imge birbirine karıştı. Çok geçmeden, yüzünde, omzunda, kollarında, kabalarında Sivaslı Cemile’nin kocaman ellerinin sıcacık dokunuşunu duydu, aralık ağzının içinde iki altın dişinin ışıldadığını görür gibi oldu, her yanı tere battı birden, “Benim onlara ne yararım olabilir ki?” diye mırıldandı. “O zaman…” Bu Müslüm efendi Türkiye’nin en büyük düşünürünü avcunun içine alıp dünyayla ilişkisini kesmiş olsa, hemşerilik memşerilik dinlemezdi, kendisini yanına bile yaklaştırmazdı. O zaman? O zaman, şeytanca bir tasarıları yoksa, durum çok da kötü değil demekti. Uyuyabilirdi. En sonunda, uyuduğunda, sabah ezanı okunmak üzereydi. Uyandığındaysa, Fatihliler öğle namazını çoktan kılmışlardı. Hemen fırlayıp kalktı, bir bardak çay bile içmeden gazetenin yolunu tuttu.

Böylece, büyük muştuyu: Yusuf Aksu’yla bir kez daha görüştüğü ve dostluğu bayağı ilerlettiği haberini dostlarına üç günlük bir gecikmeyle iletebildi, Yusuf Aksu’nun düşüncesine ulaşma yolunda birtakım ipuçları sağlayabileceğini umduğu meşin ciltli kitaba gelince, çok daha sonra, ancak eve dönüp yemeğini yedikten sonra eline alabildi. Ne var ki, iç kapağını açıp da Ferdinand de Saussure adının altında Cours de linguistique générale sözcüklerini görünce, büyük bir düş kırıklığına uğradı, “Olamaz, hayır, olamaz!” diye inledi. “Bu kitap ingilizce! Hoca bana kitabın ingilizcesini vermiş!” Derin bir umutsuzluk içinde, masanın üstüne bıraktı kitabı, hatta nerdeyse attı. Dirseklerini masaya dayayıp yüzünü avuçlarının içine alarak gözlerini yumdu, öylece donup kaldı. Neden sonra, birdenbire, kitabın dışının ingilizce, içinin türkçe olabileceği geldi usuna, elleri titreye titreye açtı, ilk sayfaları ağır ağır çevirerek başlıklara baktı: Préface, Introduction, Chapitre premier. “Hayır, baştan sona ingilizce,” dedi.

Tam kitabı kapatmak üzereyken, yeniden üzerine eğildi, baştan sona, hızla çevirdi sayfalarını, “Ama hepsini çizmiş bu adam, her şeyi, her şeyi çizmiş! Tüm kitabı çizmiş!” diye söylendi. Başa döndü, sayfaları tek tek incelemeye girişti: hayır, tüm kitabı çizmemişti; başlangıçta insanda böyle bir izlenim uyanıyorsa da yakından incelendiği zaman, bölüm başlıklarına ve ara başlıklara dokunulmadığı görülüyordu. Bayram Beyaz, daha özenli bir inceleme sonunda, metin içinde de, çok seyrek bir biçimde bile olsa, kimi sözcüklerin, hatta kimi tümcelerin çizilmediğini, çizgilerin de en az üç ölçüye göre çekildiğini saptadı: ince, orta, kalın. Çizgiler arasındaki bu ayrım, ince çizgilerin hem açık hem koyu, orta kalınlıktaki çizgilerin ne açık ne koyu, kalın çizgilerin yerine göre yok denecek ölçüde açık, yerine göre sözcüğün okunmasını engelleyecek ölçüde koyu olması da işin içine girince, bayağı kafasını karıştırdı. Bu kurşunkalem izlerinin bir anlamı olsa gerekti, ama nasıl eklemleniyordu bu anlam? İncelik/kalınlık karşıtlığında mı, açıklık/koyuluk karşıtlığında mı, varlık/yokluk karşıtlığında mıydı, yoksa üç karşıtlık birlikte mi işliyordu? Hepsi tek bir okuma süresi içinde mi çizilmişti, birbirini izleyen okumalar sırasında mı? Çizgiler arasındaki bu ayrımların anlamla bir ilgisi var mıydı? Bilemiyordu, ama bu iş tuhaf bir biçimde çekiyordu onu, bir anlamda yazıların yorumu, en azından onlara ilişkin birer ipucuymuş gibi inceleyip duruyordu çizgileri. Nerdeyse gün ağarmak üzereyken, alt çenesini üst çenesinden koparacak kadar zorlu bir esnemenin ardından, geriye yaslanarak kitaptan kendine döndü: hem düşünsel bir konu üzerinde saatlerce durabildiği, hem birbiri ardından bunca soru üretebildiği için her şeye karşın belirli bir hoşnutluk duydu: bu da bir ilerleme sayılırdı. Yusuf Aksu kendisini bir sınavdan geçiriyordu belki, belki kafasını çalıştırma yolunda yeni bir yöntem denemekteydi. Ne olursa olsun, nerdeyse her satırını çizmiş olmasının açıkça gösterdiği gibi, beğenmese de çok değer verdiği bir kitabı alıp evine getirmesine izin verdiğine göre, kendisine hem güveniyor, hem de ingilizceyi iyi bilen bir adam olduğunu düşünüyor demekti. Derin bir soluk aldı. Kitabı çantasına koydu.

Yalan

Подняться наверх