Читать книгу Yalan - - Страница 7

Оглавление


II

Yusuf Aksu, yıllar yılı, sık sık düşünmekle birlikte, hiçbir zaman doğru dürüst açıklayamadı bu olanları, hiçbir zaman tam olarak anlayamadı, yeniden yaşamakla kaldı. Böylece, çok kısa sürmüş bir iki kuşku dönemi bir yana bırakılacak olursa, o ilk karşılaşmayı ve bunu izleyen büyük dostluğu tüm yaşamı boyunca bir tansık olarak düşündü. Üstelik, birkaç tansık birden giriyordu işin içine: Yunus’un koca sınıfta başka birine değil de, en arkada, yalnız başına oturmasına karşın, kendisine yönelmesi, kendisinin de, genel olarak herkese surat asarken, birdenbire başka bir insan oluvermiş gibi, ona gülümsemeye başlaması, daha da önemlisi, sınıfta hiçbir öğrencinin bu dostluğu bozma yolunda en küçük bir girişimde bulunmaması. Bir de, nasıl söylemeliydi, Yunus’un kendisi tansıktı.

Alabildiğine ak, nerdeyse dokununca yok olacakmış gibi saydam yüzü ve elleri mi, çevresini aydınlatır gibi görünen saçları mı yaratıyordu bu izlenimi, insanlara hep aşağıdan bakması gibi tatsız bir durum yaratan kısa boyu mu, yaşıtlarının tersine, daha sakalı çıkmamış olmasına, çıkacağa da benzememesine karşın, en kendini beğenmiş kızların bile göz göze gelince bir akıma kapılmış gibi titremesine yol açan çekici ve güleç yüzü mü, her an düğüne gidecekmiş gibi, tiril tiril, kusursuz giyimi mi, ne zaman bir başka gözle karşılaşsa, karanlıkta üzerine ışık vurmuş bir su gibi ışıldayan gözleri mi, her şeyden bir kahkaha nedeni çıkarması mı, kendisini dışlamış olanları alaya alması mı, canlı bir ansiklopedi gibi her şeyi bilmesi, ansiklopediyi de aşarak olguları, nesneleri ve sözleri birbirine kendince yeniden bağlayıp yeniden anlamlandırması mı? Başkaları gibi Yusuf Aksu da herhangi bir yanıt getiremiyordu.

Anlamaya çalışmadığından değil; tam tersine, çok kafa yordu bu konuya, uzun yıllar süresince, nice deviniyi, nice sözü, nice kahkahayı, nice bakışı, belki ilk doğdukları andakinden de kapsamlı bir biçimde, belleğinde yeniden canlandırdı, ama iş anlamlarını, en azından nedenlerini çıkarmaya gelince, varlığını ancak sezmekle kaldığı bir nesneye ulaşmak üzere, çok derin bir suya dalmak gibi bir şeydi: soluğu tükeniyor, çevresi karanlığa kesiyor, yarı yola bile varmadan geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir kez daha, yaşanmışı yeniden yaşamaktı tüm yapabildiği. Örneğin Yunus elleriyle göğsünü döverek gülmeye başladığı zaman, kendisi de hemen o saniyede, aynı biçimde, elleriyle göğsünü döverek, gözlerini onun gözlerine ya da baktığı noktaya dikerek gülmeye başlıyordu. Onun gülünç bulduğunun gülünçlüğünü de apaçık görüyordu. Ama burada duruyordu her şey, nesnenin kendisi mi gülünçtü, yoksa Yunus’un bakışı ya da kahkahası mı gülünçleştiriyordu, o zaman olduğu gibi yaşını başını aldıktan sonra da çıkaramadı, çünkü her şeye gülebiliyor, ama ne zaman neye güleceği kolay kolay kestirilemiyordu. Örneğin yazın öğretmeni bir tatlıdan söz edecekmiş gibi dudaklarını şaklatarak, “Bakın, bugün ne okuyacağız,” deyip de “Birçok gidenin her biri…” diye şiir okumaya giriştiği zaman kopardığı kahkahaya da bir açıklama bulamamıştı. Tüm bildiği, nerdeyse saniyesinde, aynı kahkahayı kendisinin de kopardığıydı

Hiç kuşkusuz, Yunus benzerine kolay kolay rastlanmayacak bir çocuktu, nerdeyse her şeyi bildiği gibi, her konuda hep en kestirme çözümü buluyor, tahtada bir matematik ya da fizik problemi çözerken, tebeşir tutan elini izlemek bile zor oluyordu, ama, hele biraz coşunca, öyle bir kekeliyor, en kısa ve en sıradan sözleri söylemesi bile öylesine uzun bir süre gerektiriyordu ki kolejdeki ilk günlerinde bunu oyun olsun diye, yani “milletle dalga geçmek için” yaptığını ileri sürenler olmuştu. Daha sonra, varsayımın yanlışlığı anlaşılmış olmakla birlikte, Yunus’un kekemeliği çevresindekileri hep rahatsız etmişti: her konuda arkadaşlarınınkini kat kat aşan bilgisine, inci gibi yazısına ve sınav kâğıtlarında sergilediği kusursuz türkçeye, aynı ölçüde kusursuz ingilizceye karşın, en deneyimli hocalar bile bu özelliğini bir sakatlık olarak gördüklerini belli etmekten kendilerini alamıyor, Yunus’un belki çok doğru, çok anlamlı, ama kesintili konuşması uzadıkça, yerlerinde kıvranmaya, esnemeye, gözlerini ovuşturmaya başlıyorlardı; öte yandan, Yunus, sözcükleri dosdoğru yüreğinden fışkırtmak istermiş gibi, sol eli hep sol göğsünün üstünde, belki bir tür meydan okumayla, belki gerçekten başka türlü yapamadığından, hep yüksek sesle, nerdeyse bağıra bağıra kekelediğinden, onu dinlerken ister istemez dişlerini sıkıyor, parmaklarını kulaklarına bastırmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Onlar bunu yapmasa da kendisi görüyor, tahtaya çağrıldığı zaman, bir süre hecelerle boğuştuktan sonra, hiçbir biçimde, hiçbir gerekçe göstermeden, tümcesini birdenbire yarıda keserek gidip yerine oturduğu, şaşkınlık içinde kendisini izleyen hocaya buradan dostça gülümsediği oluyordu. Ayrıca, yüzlerine hep alabildiğine içten bir gülümsemeyle bakmasına karşın, belki de böyle alabildiğine içten bir gülümsemeyle baktığı için, içlerinden geçenleri olduğu gibi görüyormuş gibi bir duyguya kapılarak ürküyorlardı ondan, gözlerini gözlerinden kaçırmaya çalışıyorlardı.

Böylece, onun karşısında kendilerini daha yüzeysel, daha yetersiz, daha içinden pazarlıklı bulduklarından, gene de bunun suçunu ona yüklediklerinden olacak, nerdeyse tüm öğretmenler kendisiyle ilişkilerini en aza indirgemişlerdi. Öğrencilerin tutumu da çok farklı değildi bu konuda; ama onlar daha açıktı hiç değilse: heceler arasında geçirdiği süre çok uzun olduğundan, tümcenin başında işittiklerini ortasında unuttuklarını söyleyerek kahkahalarla gülmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Yunus’a gelince, topu topu iki hecelik adını dünyanın en uzun adı olarak nitelemelerine, adının başına bir hece daha ekleyerek Yuyunus’a çevirmelerine, bununla da yetinmeyerek “Yuyunus ne olabilir? Kekeme bir yunus!” türünden soğuk mu soğuk söz oyunları çıkarmalarına kızmadığı gibi buna da kızmıyordu, ünlü kahkahasını bir kez daha koparıyordu yalnızca. Öyle de içten görünüyordu ki böyle zamanlarda yaşamı kesintisiz bir şenlik olarak algıladığı söylenebilirdi. Tersi de söylenebilirdi kuşkusuz. Örneğin bir gün, elleri pantolonunun ceplerinde, başı önünde, ağır ağır bahçede yürürken, ilgisiz biri, hiçbir şeyden anlamaz görünen genç jimnastik öğretmeni, yanındaki arkadaşına onu göstermiş, “Şu çocuğu görüyor musun, hiçbir zaman mutlu olamayacak!” demişti. En azından o sırada, pek de haksız sayılmazdı: arada bir, birden dalıp gittiği anlarda, Yunus’un yarı yumulmuş gözlerini görenler bu genellikle gülen gözlerin ardında derin bir kederin, daha da kötüsü, aşılmaz bir umutsuzluğun yattığını düşünebilirlerdi. Ne var ki böyle birden dalıverdiği zamanlar hem çok azdı, hem de çok kısa sürüyordu: çabucak topluyordu kendini.

Öyle görünüyordu ki her zaman söyleyecek bir şeyleri vardı, hem de, heceleri yinelerken yitirdiğini daha çok konuşarak kurtarmak mı istiyordu, neydi, yalnızca sıra arkadaşı Yusuf’la değil, öteki arkadaşlarıyla da konuşmak için hiçbir olanağı kaçırmıyordu. Onlarsa, özellikle anlamakta güçlük çektikleri fizik ya da matematik konularını soluklarını kesintili hecelerin akışına uydurarak sonuna dek dinleseler bile, belki çok daha ilginç, ama çıkarları dinlemelerini gerektirmeyen konulara geçtiği zaman, solukları hemen düzlem değiştiriyor, yüzlerinde yavaş yavaş alaycı gülümsemeler beliriyordu. Kim bilir, belki de ağzını açmasına bile gerek kalmadan tüm varlığından yayılan o başkalık ve üstünlük havası neden oluyordu buna. Kendisi de bunu bilir ve vurgular gibi davranıyordu. Örneğin, zaman zaman, özellikle de sınıfta çalışkan diye bilinen arkadaşlardan biri yanına gelip içinden çıkamadığı bir fizik ya da matematik problemini çözmesini isteyince, her işi bırakıp istenileni yapıyor, ama konuyu bir kez de sormuş olana açıklattırdıktan sonra, “Çok güzel! Ama sen de herkes gibisin: üstesinden geliyorsun da altından kalkamıyorsun, tıpkı benim gibi,” diyordu. Belki yaşamında gerçekten altından kalkamadığı bir şeyler bulunduğundan, belki şaka olsun diye, belki de, bu sözden sonra hemen herkes “Eşşoğlu eşşek!” diye söylenerek uzaklaştığına göre, onları minnet borcundan kurtarmak ya da yardımı bir söz alışverişine dönüştürmek için böyle konuşuyordu. Ancak, üstün bilgisi ve çekici görünüşü de işin içine girince, bu türden davranışların sınıfla arasındaki uzaklığı daha da büyüttüğü kesindi. Okula gelişinin daha üçüncü ayında, ilk günden dosdoğru Yusuf’a yanaşmasını da bir gösterge gibi değerlendirerek, bir tür deli olarak niteliyorlardı onu. Bir tür deli olarak niteledikleri için de ne bilgisini kıskanıyor, ne ona gereğinden fazla kızıyorlardı.

“Yetti, be! Fazla uzattın!” deyip uzaklaşıyorlardı yanından.

Ama Yunus’un bu tür davranışlara öteden beri alışkın olduğu belliydi: hiç alınmadığı gibi, onları tutmaya da çalışmıyordu, “Hıyarlar, insan ne kadar çok kekelerse, o kadar doğru konuşur, çünkü aralarda düşünür. Bunu anlayamamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diyerek meydan okuyordu onlara. Şu var ki tek kaygısının doğruyu dile getirmek olmadığı da belliydi: çoğu zaman, sözü uzattıkça uzatıyor, onlar için katlandığı özverinin karşılığını almak istercesine, sol elini sol göğsüne bastırıp her konuda uzun mu uzun ayrıntılara dalıyor, her mevsimi meyveleri ve renkleri, her insanı boyu posu, kenti, evi, dostları ve düşmanları, her evi eşyaları ve insanlarıyla anlatmaya girişiyor, sanki sözcüklere ne denli çok başvurulursa, iletişimin o denli olanaksızlaştığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amacı buysa, kanıtlıyordu da: çocuklar, anlayamadıkları bir konuyu sormak için gelmişlerse, ona gene işleri düşeceğini düşünerek dayanmaya çalışıyorlardı; ama, amaçsız bir biçimde bir araya gelmiş olmaları durumunda, söyleşi fazla uzamıyor, kimi, “Yeter! Bundan fazlasını kaldıramam!” diye açıkça sözünü kesiyor, kimi de, sanki gerçek sakatlığı tek elle konuşmakmış ya da el yerinden oynayınca konuşma bitecekmiş gibi, ikide bir sol kolunu çekerek elini yüreğinin üstünden uzaklaştırmaya çalışıyordu; en sonunda, içlerinden biri, uzun bir tümcenin orta yerinde, “Yuyunus, sen adamı öldürürsün: gene çok uzattın!” deyip kalkıyor, yanındakileri de ardına takarak uzaklaşıyordu. Yunus, anlatılmaz gülümsemesinin içinde incecik bir gölge, kısa bir kahkahanın ardından, “Orospu çocukları!” diye haykırıyordu. “Du… du… durun! Bi… bi… bitiyor şimdi!” Çocukların arkasından seğirtir gibi yapıyor, sonra, gene aynı topluluğa seslenir gibi, gene yüksek sesle, ama yalnızca Yusuf’a anlatıyordu öyküsünü. Yusuf’sa, kim bilir kaçıncı kez, güçlü bir akıntıya kapıldığını duyuyordu. Ona öyle geliyordu ki Yunus’un değil sözleri, kahkahası bile her anlama açık bir sözce gibiydi, kimi zaman bir olayı başlatıyor, kimi zaman noktalıyor, kimi zaman olgunun kendisi olarak belirip haksızlık karşısında başkaldırı biçiminde yükseliyor, kimi zaman da tüm anlamları ve tüm tutumları birden üstleniyordu. Açıklıkla dile getiremese bile, kesinlikle seziyordu bunu. Bu nedenle, ötekilerin tersine, dudaklarının her devinimini hayranlıkla izliyordu. Kendisi, eskisi gibi şimdi de fazla konuşmamakla birlikte, her sözcüğü beş tümcenin süresini de alsa, dostunu dinlemekten bıkmıyor, üstelik, o ne söylerse söylesin, doğru ve anlamlı buluyordu. Bir iki deneyimden sonra, çocukların dostunun düşüncelerini alaya almaları karşısında, “Yunus’un söylediği yanlışsa, ne doğru olabilir ki?” diye düşünüyor, onun söylediğiyle, hatta söyleme biçimiyle alay edilmesini gerçeğin alçaltılması olarak değerlendiriyor, biraz da bu yüzden, Yunus’un başkalarıyla iletişim kurmaya çalışması hiç hoşuna gitmiyordu. Başlangıçta, kekelemesinden rahatsız olmasa bile, kekeme olması canını sıkmıştı: söyledikleri incir çekirdeğini doldurmayan bunca insan saçmalıklarını rahat rahat sıralarken, hep doğru, anlamlı ve güzel şeyler söyleyen dostunun üç sözcüklük bir tümceyi karşısındakine iletebilmek için uzun süre elini yüreğine bastırıp gırtlağını paralamasını boyun eğilmesi olanaksız bir haksızlık olarak değerlendirmekteydi. Bununla birlikte, çocukları dostundan biraz da kekemeliğin uzaklaştırdığının ayrımına varınca, daha bir hoşgörüyle değerlendirdi bu sakatlığı. Sonra, iyice alıştı, hatta, bir adım daha atarak, kekemeliği düşünen insanın doğal koşulu olarak değerlendirmeye başladı. En sonunda, gerçekte en rahat olmasa bile, en güzel konuşanın Yunus Aksu olduğunda karar kıldı.

Şimdi, açıkça dile getirememekle bile, öyle sezinliyordu ki, gerek anadilinde, gerekse ingilizcede bildiği sözcük sayısının herkesin bildiğinin birkaç katını bulması bir yana, kekemeliği, ruhsal ya da bedensel bir aksaklıktan çok, kendine özgü bir konuşma biçimiydi, başka hiç kimseninkinde bulunmayan bir uyumu vardı, bu uyum da, şimdi, soluğunu onun kekelemesine gereğince uydurmayı başardıkça sezinlediği gibi, olsa olsa düşlemin ya da düşüncenin uyumu olabilirdi. Örneğin “Orospu çocukları!” ya da “Hey millet!” gibi kimi sözleri oldukça kolay söylerken, tahtaya kaldırıldığı her seferde, soruyu dinledikten sonra, hiç mi hiç kekelemeden “Çok güzel bir soru!” diyebilirken, çok daha kolay ve sıradan gibi görünen kimi sözcüklerin gırtlağından bir türlü tek parça çıkmaması bundandı belki, başkalarının sözcükleri gibi söylenmek yerine, yeryüzüne doğdukları, ilk kez yaratıldıkları, bir kez yaratıldıktan sonra da bir daha yinelenmedikleri, hep tekil ve özgün kaldıkları içindi. En güzeliyse, onu her dinleyişinde, soluğunu soluğuna uydurup her hecesini onunla nerdeyse aynı zamanda, içinden hecelerken, düşlemi ya da düşünceyi birlikte doğurduklarını, bir başka deyişle, birlikte kekelediklerini sanmasıydı. Bu paylaşım tutkusunun kaçınılmaz sonucu olarak, derslerde olduğu gibi ders aralarında da hep Yunus’un yanındaydı; çalışma saatlerinde, gözleri hep onun dudaklarında, her hecede kafa sallayarak yutarcasına onu dinliyordu. Yunus sesini alçaltmayı başaramadığı için de ötekiler bundan rahatsız olmaya başlıyor, bir süre dişlerini sıktıktan sonra, “Yetti be! Gidin, başka yerde konuşun!” diye bağırıyorlardı. Onlar da, Yunus önde, Yusuf arkada, bahçeye ya da koridora çıkıyor, coşkulu konuşmalarını burada sürdürüyorlardı.

İki arkadaşın konuşmasından, daha doğrusu, birinin kekeleyip ötekinin dinlemesinden en çok rahatsız olanlardan biri de üç dersinden ikisinde öğrencilere serbest ve sessiz çalışma yaptırtıp birinde yaşamın zorluklarından yakınan coğrafya öğretmeni Naim beydi, ikide bir “Hey ikizler, kesin sesinizi!” diyor, biraz sonra yeniden başladıklarını görünce de “Hey, ikizler, ya susun, ya dışarıya buyurun!” diye bağırıyordu. Kendisinin kumral, Yunus’un nerdeyse sarışın olmasına, üstelik kendisinin yanında onun boyunun bayağı kısa görünmesine karşın, Yusuf Aksu Naim beyin bu nitelemesinden çok hoşlanıyor, hemen her işitmesinde, kısa bir süre için de olsa, Yunus’un kardeşi olduğunu düşlüyordu.

Ne olursa olsun, Yusuf Aksu yaşamında en çok düşü o günlerde gördü, nerdeyse tüm düşlerinde de Yunus’la birlikte ya da tek başına kekeler gördü kendini, zaman zaman, insanlarla konuşurken, örneğin annesine okulda geçmiş bir olayı ya da ansiklopedide okuduğu bir açıklamayı anlatırken, kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı; hatta, bir kez, tarihten sözlüye kalktığında, tahtada ders anlatırken, Yunus gibi kekelemeye başladı; çocuklar kahkahalarla gülerek duruma uygun atasözleri sıraladıkları zaman, kızacak yerde, bundan gurur duydu; üç dört gün sonra, annesi, birkaç kez üst üste, “Oğlum, senin konuşman değişti! Hasta mısın, nesin?” deyince de bayağı sevindi: kekeme değildi kuşkusuz, ama, olgunun adını koyamamakla birlikte, kekemeliği bir iççağrıya dönüştürmeye başlıyordu. Sonuçta dinlediklerinden belleğinde çok güzel bir düşün tadı dışında çok az şey kalsa bile, onun için konuşmaların en güzelinin Yunus’un kekelemesine katılmak olduğu kesindi: bir gün, annesine anlatmaya çalıştığı gibi, insan düşünüyordu onu dinlerken, uslamlamasının çevrimine girip onunla birlikte ilerliyor, Yunus en yaygın sözcükleri bile içinde bir yerlerden söke söke çıkarırken, onu dinlemiyormuş da söylediklerini onunla birlikte söylüyormuş gibi bir duygu içinde yaşıyordu.

Bunca zamandır böylesine düzgün konuşmuşken, birdenbire başlayan bu kekemelik tutkusu bir neden mi, yoksa bir sonuç muydu? Öğretmeninden öğrencisine, herkes ondan uzak durmaya çalışırken, şu okulda dört yıl süresince herkesten uzak durmuş olan Yusuf’u yalnızca kekemelik mi çekiyordu bu Yunus’ta? Daha ilk karşılaşmalarında, ilk ve en yakın arkadaş olarak kendisini seçmesi mi, kekelemesi mi, hepsinin bir araya gelmesi mi, yoksa bambaşka bir şey mi? Daha önce de belirtildiği gibi, Yusuf Aksu hiçbir zaman doyurucu bir yanıt bulamadı bu soruya. Yalnız, özünü pek de iyi kavramamakla birlikte, ocak ortalarında bir perşembe akşamı, Yunus’un ağzından, yakınlıklarının bir nedeni daha bulunduğunu öğrendi.

Belki de tanışmalarından bu yana ilk kez, Yunus’un keyfi pek yerinde değildi, hiç yoktan bir hocayla takışmıştı, “Ömrümde böyle salak görmedim, bu herif millete zırva şeyler öğretmekten haz duyuyor!” deyip duruyordu. Hava da bahçede dolaşılacak gibi değildi. Yusuf okulun kitaplığına gitmeyi önerdi. Ancak, kitaplığın kapısından içeriye girdikten sonra, iyileşmez bir ansiklopedi tutkunu olduğunu gizlemesine olanak yoktu: başdöndürücü bir hızla, bilinmedik bir dansın devinimlerini gerçekleştirir gibi, bir ansiklopediden bir başka ansiklopediye, bir ciltten bir başka cilde gidip gelmeye, daha doğrusu uçmaya başladı. Kitaplığa girmelerinin üzerinden on dakika bile geçmeden, Yunus ünlü kahkahalarından birini daha kopardı. Sonra, çevredeki masalarda çalışanlara aldırmadan, yüksek sesle, “Bu… bu… buraya gel!” dedi. “Sana beni neden sevdiğini söyleyeceğim.”

Yusuf ansiklopedilerini bırakarak karşısına dikildi.

“Ne… ne… neden?” diye kekeledi.

Yunus elinden tutup karşısına oturttu onu.

“Çü… çü… çünkü ansiklopedileri çok seviyorsun,” dedi: “Ansiklopediler de kekemedir, onlar da her şeyi bölüp dağıtır, tıpkı benim gibi…”

Yusuf’un gözlerinden bir kuşku gölgesi geçti.

“Sen benimle dalga geçiyorsun,” dedi.

“Hayır, dalga geçmiyorum, en iyisi dağıtmaktır.”

Yusuf bu sözden pek bir şey anlamadı, gene de başıyla onayladı.

“Sağ ol,” dedi.

“Çok da güzel bakıyorsun, Britannica’nın eli ayağı olmuşsun sanki.”

Yusuf mutlulukla gülümsedi; sonra, iyice yüreklenerek, elinden tutup Brockhaus ciltlerinin önüne götürdü onu, birini alıp açtı, fazla bir açıklamaya gerek duymadan, derinlerden gelen, yumuşak ve uyumlu sesiyle, olağandışı yeteneğini bir kez daha gösterdi. Yunus, dostunun hem az da olsa bir yabancı dil daha bilmesine sevindi, hem bilgisinin yetersizliğine karşın gösterdiği büyük beceriye hayran kaldı, hem de, Refika hanımdan fazla olarak, becerisinin özellikle ansiklopedi tutkusundan kaynaklandığını anladı. Bir kahkaha daha kopardı.

“Bu pazar öğle yemeğine bize gel, bizim evde ansiklopediye doyarsın!” dedi, kendisini arabayla aldırtmak için, evinin adresini istedi, arkadaşı yalnız başına sokağa çıkmaya alışkın olmadığından, annesiyle birlikte geleceğini söyleyince, biraz şaşırır gibi oldu, ama fazla duralamadı, “İyi ya, annenle gelirsin,” dedi. “O zaman, ikinizi de yemeğe bekleyeceğiz.”

O pazar, öğleye doğru, Yunus’ların kocaman arabasından inip kapılarından içeri girdikten sonra, görkemli dairenin sahanlığında, Enis beyin gülümseyen yüzüne bakarken, onu öteden beri tanıyormuş gibi bir duyguya kapıldı Yusuf, bir tuhaf oldu. Aynı anda, Enis beyle annesinin bir an kaçamak biçimde birbirlerine gülümsediklerini ve kızardıklarını ayrımsadı. Sonra, birkaç adım ilerleyip de çevresine bakınca, evin eşyalarının olağanüstü büyüklüğü başını döndürdü. Kocaman masalar, geniş mi geniş koltuklar ve iskemleler devler ülkesinde bir eve düşmüş gibi bir ürperti uyandırdı içinde, sonra salonun tavanının yüksekliği, pencerelerinin biçimi ve boyutları şaşırttı onu, şaşkınlığını belli etmemek için başını önüne eğdi. Hiç böyle bir yer görmemişti, kolejin salonları ve eşyaları bile bu denli büyük değildi. Yunus hemen ayrımsadı şaşkınlığını, ağzını kulağına yaklaştırdı, “Bizimkiler hep kısa boyludur, ama evlerini ve eşyalarını büyük tutmuşlar,” diye fısıldadı. Yusuf yanıt verebilecek durumda değildi, gülümsemekle yetindi. Bir düşte ilerler gibi, kocaman salonun bir ucundan öbür ucuna yürüdüler. Önlerinde nerdeyse kendiliğinden açılan kocaman bir kapıdan geçip ikinci bir salona girdiler. Burada da tüm eşyalar aynı biçimde kocamandı, sanki bir kez bu koltuklardan birine oturma çılgınlığına kapılanlar hemen görünmez olacak ve bir daha dönmemesiye yaşamdan yalıtlanacaklarmış gibi bir ürperti uyandırıyorlardı insanda.

Ama tam karşıdaki duvarda, bir boydan bir boya, tavandan döşemeye, oymalı dolaplar içinde, sıra sıra dizilmiş ansiklopedileri gördü, rahatlayıverdi; ona öyle geldi ki, ansiklopediler sıradan kitaplara göre neyse, bu ev de başka evlere göre oydu; Yunus’a doğru eğildi, “Burada her şey ansiklopedilere göre,” diye fısıldadı. Gözlemini dostu da doğrulayınca, sevindi. Yunus dolapları açtı, Yusuf değişik ansiklopedi ciltlerini elleriyle uzun uzun okşadı, hayran, hiç konuşmadan. Sonra, birdenbire, okşamakta olduğu eski meşin ciltlerin Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin ciltleri olduğunu ayrımsadı, tepeden tırnağa titredi. “Olamaz, olamaz!” diye söylendi. Gözlerinin yaşardığını duydu. Ama çabuk topladı kendini, Diderot’nun büyük yapıtına, dünyanın tüm ansiklopedilerinin en şanlısına dokunmuş bir insan olarak, hiçbir şeyden fazla etkilenmedi artık: dostunun kendi evinden belki on kat daha büyük evi de, başka türden yaratıklar için yapılmış gibi büyük ve görkemli eşyaları da, dört kişilik bir sofra kurmak dünyanın en büyük olayıymış gibi durmadan oraya buraya koşuşturan özel kılıklı uşak ve hizmetçiler de fazla etkilemedi artık onu. Yunus, koluna girmiş, “İlk kez babamın dedesinin babası başlamış bunları toplamaya; söylendiğine göre, kaçığın biriymiş, ama sonunda herkes beğenmiş yaptığını, babam da içinde olmak üzere, herkes bir şeyler eklemiş, gene de bunca ansiklopediyi nasıl bir araya getirdiklerini hep merak ederim. Öteki kitapları sorarsan, onlar da hep ansiklopedilerde adı geçen kitaplardır,” diyordu, ama o dinlemiyordu bile, büyülenmiş gibi ansiklopediler ansiklopedisine dikiyordu gözlerini.

Daha sonra, yemekte, çok uzun ve kocaman masanın bir yanına oturtulunca, hafiften ürperdiyse de, bayağı uzaktan bile olsa, dostunun kendisine gülümsediğini gördü, biraz olsun rahatladı. Bu yüzden olacak, tüm yemek süresince ona bakmayı yeğledi. Gene de, arada bir, belki yalnızca denetlenip denetlenmediğini anlamak için, gözleri Yunus’un babasından yana kayınca, üzülmüş ya da utanmış gibi, ama, hep derin bir hüzünle, annesine baktığını görüyor, içgüdüyle ürpererek başını önüne eğiyordu. Çevrelerinde dönen uşaklar da bayağı rahatını kaçırıyordu: sanki hep lokmalarını sayarmış gibi, tabakları boşalır boşalmaz hemen önlerinden alıyor, yerlerine yenilerini koyuyorlardı. Kimse karşı çıkamıyordu onlara, Enis bey bile. Yemeklere gelince, bu kadar lezzetlisini hiçbir yerde, hiçbir zaman yemediğini söyleyebilirdi, ama bunları tanıyabilecek, aralarındaki ayrımı saptayabilecek durumda değildi.

Ne olursa olsun, iki arkadaş, bu arada büyükleri, bundan sonra tüm pazarlarını Maçka’daki dairede, birlikte geçirmeye başladılar.

Bir süre büyüklerle oturduktan sonra, sanki kendi aralarındaki dostluk Refika hanımla Enis bey arasında da geçerliymiş gibi, onları baş başa bırakarak kitaplığa geçtiler hep. Burada, en sevdiği insanla baş başa olmanın mutluluğuna nerdeyse dünyanın tüm ansiklopedilerinin varlığının verdiği sevinç de eklenince, Yusuf kendinden geçti her seferinde, The New International Encyclopædia’nın, Grand Larousse Encyclopédique’in, Der Grosse Brockhaus’un, Universal Jewish Encyclopædia’nın, Enciclopedia populare’nin, Enciclopedia italiana di scienze, lettere ed arti’nin, İngilizler’in, Amerikalılar’ın, Fransızlar’ın, İspanyollar’ın, özellikle de İtalyanlar’ın daha birçok ansiklopedilerinin bez ya da meşin kapaklarını saygılı bir ürkeklikle okşadılar, boylarını ve kalınlıklarını karşılaştırdılar, zaman zaman da bir cildi usulca yerinden çekip sayfalarını ağır ağır çevirerek kâğıdın ve baskının niteliğini, düzenini ve kimilerinde gözün zor seçebildiği çizgilerden, kimilerinde doğayı bile kıskandıracak renklerden oluşmuş resimlerini incelediler, içeriği konusunda bir görüş edinmek için de uzunca bir madde seçip okumaya giriştiler. Sonra, daha Maçka’da buluştukları ikinci pazarda, Yunus her ikisi için de doyumsuz bir tür oyun çıkardı: biri bir ansiklopedi aldı, öbürü başka bir ansiklopedi: kentler, savaşlar, ünlü kişiler, büyük buluşlar konusundaki maddeleri karşılaştırdılar, sonra sıra birtakım kavramlara geldi. Gene bu ikinci buluşmada, Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin serüvenini bir kez daha anımsayarak şu yeryüzünde her sorunun ansiklopediler aracılığıyla çözülebileceğine bir kez daha inandıktan sonra, Yusuf tüm bu ansiklopedilerin en az onda sekizinin dilini bilmememesine çok üzüldüğünü söyledi, her birini kendi dilinden okuyabilecekleri günlerin düşüne daldılar. Ama Yunus bu konuda da umulmadık çevrenler açtı onun önünde: görünüşünü çok beğendiği bir ansiklopedinin dilini bilmemenin üzüntüsünü belirttiği zaman, o, hemen, masallardaki derviş gibi, elinden tutarak “benim evim” dediği yere, girişteki küçük bir kapının ardındaki daracık döner merdivenden yalnız kendisinin oturduğu arakata götürdü onu. Yusuf salonlarda uğradığı şaşkınlıkla bir kez daha titredi: birincisinin tam tersi bir görünüm egemendi burada: masa, iskemle, dolap, yatak, kitaplık sıradan eşyalardan da küçüktü; öyle görünüyordu ki, bu eşyalar daha Yunus çok küçükken, altı yedi yaşındayken, onun boyutlarına göre yapılmıştı, ama duvarlardan birinde, saçları ortadan ayrılıp omuzları düzeyinde kesilmiş, uçları yana doğru açılan, açık renk gözlerinden anlatılmaz bir hüzün yayılan, genç, zayıf ve çok güzel bir kadını, iki yıl önce ölmüş olan annesini gösteren büyük boy bir fotoğraf, çekmecelerde, sıkı sıkı bağlanmış mektup ve fotoğraf desteleri, bir zamanlar annesinin kullandığı anlaşılan firketelerle, taraklarla, yüzüklerle, bileziklerle dolu kutular, komodinlerin üstünde gene annesinin fotoğrafları ve ufak tefek eşyaları aynı zamanda bir küçük kadının odasına dönüştürüyordu her şeyi, annenin odasında mıydı, çocuğun odasında mı, yoksa çocuk ölmüş annesinden kalan kimi eşyaları buraya mı taşımıştı, insan anlamakta zorlanıyordu.

Yusuf karşılarındaki duvarda, iki büyük fotoğraf arasında asılı gitarı gösterdi.

“Bu da annenin miydi?” diye sordu.

“Hayır, benim gitarım,” dedi Yunus.

“Gitar çalmasını da mı biliyorsun?”

Yunus dostunun sorusuna yanıt vermedi. Kalktı, duvardan gitarı alıp karşısına oturdu, çalmaya başladı. Yusuf birden büyülenmiş gibi oldu: bir çocuk ezgisine benziyordu çaldığı, ama öyle güzeldi ki, arkadaşı da öylesine güzel çalıyordu ki dinleyenin gözleri yaşlarla doluyor, zaman ve uzam duygusu silinip gidiyordu. Bitirdiği zaman, Yusuf ne geçen sürenin ayrımındaydı, ne de bulunduğu yerin.

“Biraz daha çalamaz mısın?” dedi yalnızca.

Yunus gene aynı ezgiyi çalmaya girişti. Sonra, bitirince, kalktı, gitarı yerine astı. Arkadaşının kendini toplayıp herhangi bir soru sormasına zaman bırakmadan, “Bunun adı Kuşlar,” dedi. “Benim tek bestem. Yalnız anneme çalmıştım, şimdi bir de sana çaldım.”

Yusuf, öyle donakalmış, şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu.

“Şimdi başka şeylere dönelim,” dedi Yunus.

Bir başka odaya geçtiler, burada, saatler boyunca, sayısız dil kitapları, dil plakları arasında, bilinmeyen dilin gizlerini zorladılar ya da çalışma odasındaki kocaman radyoda, cızırtılar içinde, bilmedikleri dili konuşan insanları dinlediler. Kimi zaman, bununla da yetinmediler, arkasını okulda getirmek üzere, kafa kafaya verip ispanyolca ya da japonca öğrenmeye giriştiler, Yusuf, bu işe her girişmelerinde, her şeyi kendisiyle karşılaştırılmayacak ölçüde çabuk öğrenen, hatta, kim bilir, belki dünyanın tüm dillerini anadili gibi bilip de yeni öğreniyormuş gibi davranan, insanüstü bir yaratık karşısında bulunduğunu düşünmekten kendini alamadı.

O dönemde iki dostun sınıf arkadaşlarının hemen hepsi “Yunus’la Yusuf birbirine hiç benzemez: biri kekeler, biri kekelemez!” deyip gülerlerdi. Ama aralarındaki gerçek ayrımı çok iyi bilirlerdi. Ne de olsa, Yusuf’u hep ağzı açık, yüzünde silinmez bir gülümseme, gözlerini Yunus’un ağzına ya da gözlerine dikmiş görüyorlardı, son günlerde ona eskisinden de büyük bir hayranlıkla bağlandığı açıkça belli oluyordu: sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yürürken, ayakta dikilirken, otururken, her zaman, her durumda. Hepsi de, Yunus’un bu sınıfa adımını attığı andan sonra, sessiz sınıf arkadaşlarının tümden değiştiğini, başsız sonsuz bir şaşkınlık, bir hayranlık, bir mutluluk içinde yaşadığını biliyor, gözlerinin önünde doğup gelişmiş olan bu dostluğa çoktan alışmış olmaları gerekirken, zaman zaman, Yusuf’un Yunus’u dikkatle dinlediğini gördükçe, kendinden daha küçük bir gezegen çevresinde dönen koca bir uydu görmüş gibi şaşırıyorlardı. Ancak, bir kez daha, bunu çok da aykırı buldukları söylenemezdi. Şimdi, her konuda söylenecek bir sözü bulunduğunu, her konudan kahkahalarla gülünecek bir şeyler çıkardığını iyice anladıktan sonra, arada bir, özellikle de karşılıklı kahkahalarının ardından, birer ikişer yanlarına yaklaşıp “Gene neyin dalgasını geçiyorsunuz?” diye soruyor, böyle durumlarda daha çok kekelemesine karşın, Yunus’un cömertçe baştan aldığı öyküyü soluklarını kekelemenin dalgasına uydurarak dinlemeye başlıyorlardı. Yunus, onlarla konuşurken, elleriyle, bakışlarıyla öyküsünü bütünlemeye çalışsa bile, söylemini kısa tutma yolunda en ufak bir çaba harcamadığından, ilk günlerde olduğu gibi o sıralarda da sonuna dek dayanabildikleri enderdi: öykü fazla uzadığı ya da kendi düzeylerini aştığı zaman, karnına yalandan bir yumruk atıyor, “Ulan, Yuyunus, sen ölüyü bile güldürürsün! Şu kekemeliğin olmasa, bayağı kıyak bir herif olacaktın!” diyerek yanlarından uzaklaşıyorlardı. Yunus, gözlerinde belli belirsiz bir hüzün, bir süre arkalarından bakıyor, “Orospu çocukları!” diye söylenerek ünlü kahkahasını koyveriyor, arkasından da, şaşmaz bir yankı gibi, Yusuf’un kahkahası patlıyordu. Çocuklardan biri, şimdi iki arkadaşın ikide bir hiç kimsenin üzerinde durmadığı, yalnız adını bildiği birtakım diller üzerinde çalıştıklarını görünce, böyle bir sürü dil öğrenmeye kekemeliğin verdiği aşağılık duygusuyla giriştiğini düşündü, bunu yüzüne karşı söylemekten de çekinmedi. Yusuf oğlanın üstüne atlamamak için kendini zor tuttu. Yunus’sa, güldü yalnızca, “Be… be… belki,” demekle yetindi. Bir başkası, “Ne diye öğreniyorsun bu dilleri, anlamıyorum, konuşamadıktan sonra!” diye araya girince, Yusuf artık dayanamadı, yaşamında ilk kez, kavga etmek üzere, bir insanın üzerine yürüdü, ama Yunus ona da güldü.

Görünüşe bakılırsa, insanların bu türlü tepkilerine çoktan alışmış, buna herkesten önce kendisi gülmeyi daha bu okula gelmeden öğrenmişti. Gene de, öyle anlaşılıyordu ki, kekemeliğinin bir eksiklik, daha da kötüsü bir sakatlık gibi görülmesini içine sindiremiyor, zaman zaman, bunun tam tersine bir üstünlük, bir özgünlük olduğunu düşlüyor, belki her şeyi ötekilerden daha iyi bilişine, bu arada Yusuf’un hayranlığına bakarak doğanın kekemelikle açtığı boşluğu başka şeylerle, örneğin sezgi ve usla kapattığını, bunun sonucu olarak da kendi koşulunun başka birçoklarınınkinden daha iyi olması gerektiğini düşünmeye yöneliyor, uykusuz gecelerinde, uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken, yavaş yavaş bir saplantıya dönüşmeye başlayan değişmez düşünü doğrulayacak kanıtlar arıyor, sonunda bu kanıtları bulacağını da umuyordu. Nasıl bulacağına gelince, kesinlikle bilmiyordu. Yusuf’a da söz etti bundan, o da hiç duralamadan benimsedi varsayımı, ne olursa olsun, düzgün konuşmanın bir üstünlük olmadığını söyledi. Sık sık döndüler bu konuya. Bu konuşmaların etkisiyle olacak, Yunus’un kolejdeki ikinci yılının ilk tarih dersinde, her sözünü özgün ve tartışılmaz bir gerçek gibi söyleyen, bilgiç tarih öğretmeni, binyıllar arasında konudan konuya atlarken, birden dilin ve yazının kökenleri konusuna gelip de insanların çağımızdan en az yüz bin yıl önce konuşmaya başladıklarını, çağımızdan elli bin yıl önce, yani konuşmaya başlamalarından elli bin yıl sonra da yazıyı bulduklarını söyledikten sonra, insanlığın dilsizlikten dile, yazısızlıktan yazıya geçmeleri kendi kişisel başarısı ya da üç kıtada at oynatmış atalarımızın sayısız utkularından biriymiş gibi, ballandıra ballandıra anlatmaya, yazının resim kökenli olduğunu kanıtlamaya yönelen örnekler sıralamaya girişince, Yunus’un tüm bedeninde bir tuhaf titremedir başladı, sonra birden yerinden fırladı, bayağı sinirli bir sesle, “Ha… ha… hayır, ya… ya… yanlış! Ben buna inanmıyorum!” dedi, ama nicedir bir uyurgezer gibi aradığı kapının önüne geldiğinin ayrımında değildi.

Öğretmen böyle bir tepkiyle ilk kez karşılaşıyordu, horgörüyle yüzünü buruşturdu.

“Saçmalama! Bunda inanılmayacak ne var?” dedi. “Kitaplar yazıyor! Önce piktogram’lar çıktı, sonra onlardan ideogram’lar, sonra da fonogram’lar, böylece bildiğimiz yazılar doğdu. Şimdi anladın mı?”

Yunus Aksu sol elini yüzüne götürüp bir süre düşündü, sonra göğsüne bastırdı.

“Be… be… benim sorunum anlayamamak değil, ama bu… bu… bunlar varsayım!” diye kekeledi. “Bence dile o saydıklarınızdan gelindi, yani dilden önce yazı vardı.”

Öğretmen azıcık gözünü açıp da baksaydı, Yunus Aksu’nun yüreğinin göğsünü parçalamak istercesine çarptığını yüzünden anlayabilirdi, ancak kekeme öykünüsü yaparak ve söylediklerinin tersini savunarak kendisiyle dalga geçmeye kalkışan bir şakacı karşısında mı, yoksa kafası hiç çalışmayan bir öğrenci karşısında mı bulunduğu konusunda bir karara varamadı, anlattıklarında dayatmayı yeğledi.

“Bırak saçmalamayı! Herkes bilir ki dilin doğuşu yazının bulunuşundan elli bin yıl öncedir!” dedi güvenle. “Mağaralarda bunca yazı var.”

Yunus ünlü kahkahalarından birini daha attı o zaman.

“Mağaralardaki yazılar neyi kanıtlar? Kulaklarımızı kayalara dayasak, sesleri de duyar mıyız diyorsunuz?” dedi. “Herhalde ilkel toplulukların tarih öncesinden beri hep aynı ilkel topluluklar olarak kaldıklarını da düşünmüyorsunuz. Hayır. Yazı var, dil yok! Kimse de çetele tutmadı. Bence dil yazıdan çıktı, yazı dilden değil! Birinin doğduğunu, ötekinin bulunduğunu söylemeniz de bunu gösteriyor.” Bir an durup düşündü, sonra anlatılmaz bir biçimde gülümsedi. “Her şey işte o zaman bozuldu!” diye ekledi.

“Oğlum, hiç duymadın mı sen, önce söz vardı,” dedi öğretmen. “Hristiyanların kutsal kitapları bunu böyle söyler.”

Yunus Aksu tarih öğretmeninin yüzüne acır gibi baktı, ama acımadı.

“Be… be… bence yalan,” dedi. “Öyle olsa, başlangıçta insanın da olması ve bülbül gibi konuşması gerekirdi. Başlangıçta, yani bundan yüz bin yıl önce değil, çok daha önce.”

Tarih öğretmeni kürsüye bir yumruk indirdi o zaman.

“Tüm tarih ve dilbilim kitapları böyle yazar!” dedi.

Yunus gene gülümsedi.

“Hepsini okudunuz mu?” diye sordu.

Tarih öğretmeni bir yumruk daha indirdi kürsüye.

“Çık dışarı!” diye bağırdı. “Hemen çık dışarı!”

“Ama kutsal kitap doğruysa, tarih ve dilbilim kitapları yanlış; tarih ve dilbilim kitapları doğruysa, kutsal kitap… Benim bunda hiçbir suçum yok, efendim.”

“Çık dışarı dedim sana!”

Yunus, hocanın sesinin kinle titremesine karşın, derin bir mutluluk içinde, gülümseyerek kapıya doğru yürüdü, tam çıkacağı sırada, geriye döndü.

“Sö… sö… sözlerimi anlayamamanız çok acı, hocam; benim için değil, sizin için!” dedi.

“Çık dedim sana!” diye haykırdı öğretmen, önündeki kitabı var gücüyle Yunus’a doğru fırlattı.

Yunus kitabı havada yakaladı, özenle kapatıp en yakın sıranın üzerine bıraktı; yüzünde mutlu bir gülümseme, öğretmeni ve sınıfı selamlayıp çıktı kapıdan. Birkaç dakika sonra, okul müdürüyle burun buruna gelince de silinmedi gülümsemesi.

Müdür ders saatinde neden sınıfta olmadığını sordu. O da, hep gülümseyerek, bu soruyu tarih öğretmenine yöneltmenin daha doğru olacağını, çünkü onun hiç kekelemeden, yani ezbere konuşmayı iyi becerdiğini söyledi. Müdür gülümsedi, elini Yunus’un omzuna koydu, “Şimdi de bu mu çıktı?” dedi. “Benden sana baba öğüdü: hocalarla zıt gitme!”

Yunus mutluluktan uçuyordu.

“Haklısınız, efendim: bir nasihatte bin musibet vardır,” deyip bahçeye doğru yürüdü.

Buluşunun tadını çıkarmak istiyor, bahçede, ağaçlar altında, hiçbir şeye bakmadan yürürken, “Daha önce bunu nasıl düşünmedim?” deyip duruyordu. Yusuf’a da yineledi bunu. Ama kekelemeden konuşanlar kalabalığının gurur duyduğu anlaşılan dilin ortaya çıkışını bir bozulmanın başlangıcı olarak göstermesi, bir de, yazıdan sonra geldiğini söyleyerek, insanlığın uzun tarihinde dilin görece yeni bir kurum olduğunu, dolayısıyla doğal bir veri sayılamayacağını, bunun sonucu olarak da kekemeliğin bir sakatlık olmadığını anıştırmış olmak hoşuna gidiyordu. Ancak, tüm bunlarla nicedir kafasını karıştıran arayış arasında doğrudan bir bağ kurmayı usundan bile geçirmemişti. Dersten atıldığı sırada, çok yakında böyle bir etkinliğe gireceğini söyleseler, kahkahalarla gülerdi.

Ama, o günden sonra, Yunus’la Yusuf’un, bir ölçüde de tüm okulun yaşamında, yepyeni bir dönem başladı: kimilerine göre bir uydurmaca, kimilerine göre bir kurmaca, iki arkadaşa göre de bir araştırma ve bulgulama dönemi: iki arkadaş, özellikle pazar günleri, ansiklopedilerde ve kitaplarda hep ilginç kuramı doğrulayacak bilgiler aradılar. En sonunda, bir gün, akşamüzeri, kuramlarını kanıtlamaktan umutlarını kesmeye başladıkları bir sırada, Yunus, gözleri çakmak çakmak, “Buldum! Buldum! Buldum!” diye haykırdı, sonra, elindeki kitabı dostuna uzatmak varken, kekeleye kekeleye okumaya başladı: değişik dönemlerde, değişik düşünürler yazının dilden önce bulunduğunu öne sürmüşlerdi. Örneğin Fransa’da, daha on yedinci yüzyıl başlarında, Vigenère ile Duret coşkuyla savunmuştu bu kuramı, örneğin yirminci yüzyılda Jacques van Ginneken’in aynı kuramı aynı coşkuyla, hem de daha güçlü kanıtlarla savunduğu görülmüştü. Ona göre, ilk piktogram’lar elin devinimlerini yansıtmaktaydı, yazı da, çok daha sonra eklemlenimli diller de bu devinimlerden kaynaklanmıştı. Kanıtı da en eski Çin harflerinin büyük bölümünün bu devinimleri göstermesiydi. Leibniz’in, bilerek ya da bilmeden, Çin yazısını uluslararası dil olarak önermesinin nedeni de bu olmalıydı: Çin yazısı ilk ve doğal yazıydı. Savın yanlışlığını kanıtlamaya kalkanlar da vardı kuşkusuz, ama onlar umursamıyordu: bu kadarı yeterdi. Yusuf kalktı, hiçbir şey söylemeden kucaklayıp havaya kaldırdı dostunu. Gözlerinde sevinç gözyaşları, yanaklarını öpüp usulca yere bıraktı.

Ertesi gün, okulda, önlerine gelene allayıp pullayıp anlatıyorlardı büyük buluşlarını. Daha doğrusu, bu iş için belirledikleri yöntem uyarınca, Yunus kuramı açıklıyor, Yusuf da, onun belleği çok sağlam ve konuşması çok düzgün destekçisi olarak, kuramın kanıtlarını sıralıyordu. Sınıf arkadaşları, başka sınıflardan meraklı öğrenciler, kafaları iyice karışmış bir durumda, anlatılanları dinliyor, bir türlü kesin bir kanıya varamıyor, ama içlerinden biri nicedir kesin olarak benimsenmiş görünen bir saptamayı böylesine sarsabildiği, İngiliz ve Amerikalı öğretmenler arasında bile hiç kimse karşısına çıkamadığı için gurur duyuyorlardı. Bir öğrenci topladığı kanıtları kendisini sınıftan atan tarihçiye göstermesini salık verdi. Yunus “Boş ver, değmez!” demekle yetindi. Ama genç bir ingilizce öğretmeni, “Senin van Ginneken kesinlikle yanılıyor,” deyince, kuşkusuz hep kekeleyerek, ama güven içinde, “Bence hiç de yanılmıyor, ama benim kuramım onunkinden farklı, efendim,” diye yanıtladı. “Ben önce söz yoktu demedim hiçbir zaman; bana göre, başlangıçta, söz yalnız insan için değil, tüm yaratıklar için vardı.”

Yunus daha önce hiç usuna getirmemişti böyle bir şeyi, nerdeyse hiç düşünmeden, birdenbire, bir savunma güdüsüyle söyleyivermişti, ama, hemen o gün, dostunun da desteğiyle, kuramını geliştirmeye başladı: evet, söz her zaman vardı, ancak, başlangıçta, hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de eklemlenimsiz bir söz, yani bir tür ötüş söz konusuydu, kimi insanlar, dilin yetersiz kaldığı kimi durumlarda, kimi hayvanların da yaptığı gibi, el ve yüz devinimlerini kullanmaya başlamış, devinimlerin yaygınlaşıp ortak özellikler kazanması üzerine, işin içine somut nesneleri de katarak piktogram denilen yazıya geçmiş, yazıdan da zaman içinde eklemlenimli dili çıkarmışlardı.

Amerikalı genç öğretmen bayağı etkilendi bu sözlerden, sevgiyle saçlarını okşadı Yunus’un, “Ama devinimlerden yazıyı çıkarmanın gereğini açıklamak hiç de kolay görünmüyor, dostum,” dedi.

Yunus bir süre düşündü.

“İnsanlar karşı karşıyayken, şimdi bizim konuştuğumuz gibi konuşmaya da, yazmaya da gereksinimleri yoktu, ama, karşı karşıya gelememeleri durumunda, anlamlı devinimleri taşa, toprağa çizmelerinden daha doğal bir şey olamazdı,” dedi.

“Olabilir, ama, biliyorsun, bugün bile dünyanın kimi yerlerinde yazısız toplumlar görüyoruz,” dedi Amerikalı.

Yunus bir an duraladı, sonra, kararlı bir biçimde, ama hecelerini her zamankinden çok daha fazla yineleyip aralarını çok daha fazla açarak “Bunlar hep tarihsiz toplumlar, efendim,” diye yanıtladı, “yazıyı söze geçtikten sonra bırakmadıklarını kim ileri sürebilir?”

Amerikalı gülümsedi.

“Tam inandım diyemem, ama sen başka türlü bir çocuksun, burası kesin,” dedi.

Yunus’un utkusunun kesinlenmesi için bu kadarı yetti de arttı bile: bundan sonra, daha bir güvenle girişti araştırmasına. Hiç kuşkusuz, bu konuda ansiklopedilerin ve kitapların istenen kanıtları sağladığı söylenemezdi, ama o, genel bir kandırmaca karşısında bulunduklarını kesinledi, ansiklopedilerde ve kitaplarda bulamadığını gene ansiklopedilere ve kitaplara dayanarak kendisi üretti. Sınıf arkadaşları tarih öğretmeniyle tartışmasını sürekli bir şaka konusuna dönüştürüp de dostuyla koyu söyleşilere daldığı her seferde, “Gene neler kesiyorsun, kuramcıbaşı?” dedikleri ya da ondan bu tartışmada ortaya attığı görüşün gerekçelerini istedikleri zaman, bir tür meydan okumayla, yüzlerden giysilere, yollardan evlere ve baltalara varıncaya kadar, ortamın tüm ayrıntılarına da girerek, daha konuşma evresine ulaşmamış insanların bildirişim için çizdikleri resimlerin ister istemez belirli bir yalınlaşmanın ardından tek biçimliliği, tek biçimliliğin de yinelemeyi getirdiğini, bunun sonucu olarak, tarihöncesinde benzerleri çok bulunan bir öykünmeyle, artık gösterdiklerine hiç benzemeyen resim birimlerinden belirttiklerine hiçbir zaman benzemeyecek olan söz birimlerine, yazının gittikçe daralmış kalıplarından bu daralmışlığı her zaman sürdürecek olan dilsel kalıplara gelindiğini anlattı, arkasından, sanki dil yaratılırken kendisi de oradaymış gibi, uzun ve karmaşık betimleme ve açıklamalara daldı, sonra, belleği ya da imgelemi çenesine direnmeye başlayınca, ünlü kahkahasını koyverdi. Hemen her seferinde de sözlerini, “Benim bunda bir suçum yok!” diye bitirdi. Hiç kuşkusuz, sık sık yinelenen kahkahalarının sezdirdiği gibi, Yunus’un her şey gibi kendi varsayımını da fazla önemsemediği düşünülebilirdi, ama, biraz da çevresindekilerin kışkırtmasıyla, gittikçe daha coşkulu, gittikçe daha güvenli konuştu.

Konuşmakla da kalmadı: bir gün, yaşlı türkçe öğretmeninin verdiği serbest yazı ödevinde, yeryüzünde en gelişmiş dilin kuşların dili olduğunu, insanların konuştuğu dile gerçek bir dil bile denilemeyeceğini, çünkü gerçek dillerini çoktan yitirdiklerini, bu açıdan bakılınca, hayvanlar arasında en geri türü oluşturduklarını anlattı. Beklediği etkiyi de fazlasıyla sağladı: bir hafta sonra, kâğıdını verirken, yaşlı öğretmenin elleri titriyordu. “Okurken başım döndü, uydurmacılığın da bir sınırı olmalı!” dedi. Ama, hemen arkasından, ileride iyi bir ozan olabileceğini söyleyince, Yunus sinirlendi. Tartışma uzadıkça uzadı. Sonra Yunus, gerekçesini kimsenin anımsayamadığı bir sıçramayla, kekemeliğin bir geçiş dönemi olduğunu ve insandan çok kuşlara yakınlığı belirttiğini kesinlemeye dek götürdü işi. Sınıfta bir kahkaha koptu. Hoca da bu kahkahayı yengisinin göstergesi olarak değerlendirdi. “Tamam, Kuşların Oğlu, böyle saçmalıklarla uğraşma artık!” diyerek tartışmayı kesti.

Yusuf Aksu, o günün akşamı, kolejin bahçesinde, yaşlı bir çamın dibinde, Yunus’un kendisine kekemelik konusunda kekelemesini büsbütün abartarak anlattıklarını hem apaçık, tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı, hem benzersiz bir ezgi gibi dinledi, her zaman da öyle anımsadı. Öyle ki, yıllardan sonra bile, biraz kendini zorlasa, sözcüğü sözcüğüne yineleyebilirdi hepsini. “İnan bana, kekeme kesik kesik konuşur, sözcükleri parçalar durur, ama konuşması insanların ilk dilinden, insanların tıpkı kuşların dili gibi kesintisiz dilinden bir şeyler saklar, en azından onun özlemini taşır,” demişti. Ona göre, hecelerin ve sözcüklerin arasındaki sessizlikler hiçbir zaman boş değildi, belki bir ölçüde sözcüklere koşut olan, ama onlarla örtüşmeyen, onları aşan anlamlarla doluydu, yani sözcüklerin arasına dolan sessizlikler sözcüklerin söylediğinin çok daha fazlasını söylerdi, yani, dinlemesini bilenler için, kekemelik çok seslilik ya da çok boyutluluktu, dilin yoksullaştırıcılığını aşma çabasıydı. “Anlam hep aralıklardadır,” diye bitirmişti.

Bu noktaya geldikten sonra, durması söz konusu olamazdı artık. Durmadı da; tam tersine, kaptırdıkça kaptırdı bu işe kendini, bir görünge oyunuyla, varsayımlar arasına bir varsayım daha sokuşturmakla kalmıyor da tarihi baştan düzenliyormuş, daha da iyisi, dünyayı yeni baştan kuruyormuş gibi coşkuluydu. İşin ilginç yanı, bu konudan söz ederken daha az kekeliyormuş, hatta, kendini iyice kaptırdığı anlarda, bayağı akıcı konuşuyormuş gibi geldi ona. Biraz da bu nedenle, hem sesini büsbütün yükseltti, hem de varsayımını evrenin tüm canlılarını kapsayacak biçimde genişletti. Yusuf bir gün kuramından hiç kuşku duyup duymadığını sorunca da “Üzerinde durmuyorum,” diye yanıtladı. “Doğruyu söylemesek de sırf herkesin söylediğinin dışında kalan bir şey söylemekle bile boyun eğmediğimizi göstermiş oluyoruz: seninle ben boyun eğenlerden en az bir parmak daha yukarıdayız.”

Böylece, bahçenin kocaman ağaçlarının gölgesinde ya da kitaplığın rahat bir köşesinde, hemen her zaman Yusuf’a, arada bir de çevresinde toplanmış dört beş okul arkadaşına, evrenin tüm canlılarının, bu arada insanların, daha ilk ortaya çıktıkları günden başlamak üzere, kendilerine özgü bir sesleri, kendilerine özgü bir söyleme, bir kendini anlatma biçimleri, en kestirme deyimiyle, bir ötüşleri bulunduğunu anlattığı görülüyordu.

“Nasıl herkesin kendi sesi varsa, tıpkı öyle,” diyordu. “Her hayvanın, her böceğin kendi ötüşü, yani, sizin anlayacağınız, kendi dili var. Tüm hayvanlar da birbirlerinin, en azından türdeşlerinin dilini anlar. Ama insanlar böyle mi? Örneğin Türkiye’den çıkıp Yunanistan’a ya da Bulgaristan’a geçtiler mi birer dilsiz oluverirler, Andersen’in kuşları bile bilir bunu. İnsan dili evrensel değil, çünkü yapay. Oysa hayvanların her türünün kendi dili var, her yerde anlaşıyorlar, çünkü dilleri doğal.”

“İyi de hayvanların dili olduğunu nerden biliyorsun?” diye soruyorlardı.

“Bilmiyorum, seziyorum; ama, öyle seziyorum ki hiçbir bilgi böylesine inandırıcı olamaz,” diye yanıtlıyordu. “Bunca yaratık, at, eşek, inek, domuz, kaz, tavuk, kanarya, yılan, börtü böcek içinde, yalnız insan yitirmiş dilini, hem de bu dünyanın konuşan tek yaratığı olacağım diye yitirmiş. İşin korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz?”

“Ama diller değişiyor, gelişiyor, kimi zaman da ölüyor!”

“Bu da onların zayıflığını ve yapaylığını gösterir. Bülbülün ötüşü değişiyor mu?”

“Ama ben inanmıyorum, buna ne diyorsun?” diyordu biri.

Yunus ünlü kahkahalarından birini daha koparıyordu.

“Ne diyeyim? Sen salağın tekisin! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlıyordu.

Çocuklar, belki elli kez, Yusuf’a dönüp onun düşüncesini sordular. O Yunus’un kuramının doğruluğundan bir an bile kuşku duymamıştı.

“Yunus yüzde yüz doğruyu söylüyor,” diye kesip attı her seferinde.

“Bu hıyar hep Kuşların Oğlu’na hak verir,” dedi biri.

Bu sözle herkesin düşüncesini dile getirdiği söylenebilirdi: Yunus’a bir Yusuf gerçekten inanmaktaydı onlara göre; buna karşılık, tıpkı kendileri gibi, arada bir bu ilginç kuramların çekimine kapılarak inanır gibi olsa bile, Yunus gibi akıllı bir çocuğun kendi uydurduğu bu aykırı masallara inanması olanaksızdı. Yusuf çok kızıyordu bu tür gözlemlere, dostunun, ansiklopedilerden söz ederken, “En iyisi dağıtmaktır!” demesine bir anlam veremediği gibi, sürekli olarak gerçeği değiştirmeye, her şeyi oyuna dönüştürmeye yöneldiğini, yaşamı bir ansiklopedi gibi “dağıtmaya” çalıştığını düşünemiyor, onun her söylediğini tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı olarak algılıyordu. Biraz yakından bakanlar rahatlıkla sezebilirlerdi bunu. Bir gün, derste, bilgiç tarih öğretmenine kuramını özetleyip görüşünü sordukları zaman da gösterdi bunu. Tarihçi, anlatılanları horgörüyle dinledikten sonra, tiksinmiş gibi, “Salaklık bunlar!” deyip de öğrenciler Yunus’a dönerek “Peki, buna ne diyorsun?” diye sordukları zaman, umursamazlıkla gülümsedi, “Bi… bi… bir şey demiyorum, gerçeği söylüyor! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlaması, dersten sonra, başına toplanarak “Gördün mü, sen de gerçeğe boyun eğdin işte!” diye alaya başladıkları zaman da horgörüyle yüzünü buruşturup “Gerçek böyle hıyarların yalanlarının son dönüşümüdür!” diyerek önündeki japonca dilbilgisine dalması da bunu gösterirdi.

Böylece, bu kendine özgü dağıtma taşkınlığı içinde, her sözün altından kalktığı gibi, her zaman yeni açıklamalar, yeni örnekler, yeni karşılaştırmalar buldu, kendisine karşı çıkanlara gözlerini ve kulaklarını açmalarını salık verdi örneğin: sıcak yaz günleri, iyice kulak verilirse, her cırcırböceğinin ayrı öttüğü, akşamları, kumruların her birinin eşini bir başka sesle çağırdığı duyulurdu; hiç kuşkusuz, insanlar da böyleydi bir zamanlar, birbirlerini anlarlardı, üstelik, hem daha çabuk, hem daha kolay anlarlardı; sonra, başka yaratıklar bu gereği duymazken, kendilerinin de buna hiç gereksinimi yokken, şu hep en kolayı arama hastalıkları yüzünden, tekilin yerini çoğula, bireyin yerini topluma, özgünün yerini genele, derinin yerini yüzeysele verdikçe, yazıyı bulmuşlar, bununla da yetinmeyerek bildirişimin yerine bildirişimin öykünüsünü egemen kılmak pahasına, dili uydurmuş, doğadan ve doğallıktan kopmuşlardı. Dil tarihöncesi insanının ötüşünü hiçbir zaman veremezdi, değil vermek, onu tasarlayabilmemiz için bir ipucu sağlaması bile çok zordu.

Yunus Aksu, varsayımının burasında, kuşlarla kekemeler arasındaki koşutluğu daha da geliştirdi: kekemelik bir sakatlık değildi, bir kusur bile değildi, tam tersine, insanların yazıya öykünülerek oluşturulmuş yapay dili karşısında içgüdüsel bir direnmenin iziydi, kaynağından kopmuş bir iz de değildi, bilinçsiz bir biçimde bile olsa, kaynağa dönme çabasının sürdürülmesiydi, dolayısıyla, ne kadar çelişkin görünürse görünsün, insan ötüşüne en yakın konuşma biçimiydi. İnsanlar gerçek dilin kökenlerine ulaşmak istiyorlarsa, işe kekemeliği incelemekle başlamaları gerekirdi. Bu varsayımı ortaya atmasından birkaç gün sonra, arkadaşlarından biri, hem de kuramlarıyla en çok dalga geçeni, dilbilimcilerin daha az çaba ilkesi diye bir ilkeden söz ettiklerini, kekemeliğinse, konuşma çabasını birkaç katına çıkardığını söyleyerek kendisini alaya almaya kalktı. Ama o ünlü kahkahalarından birini daha kopardı.

“Biliyorum, biliyorum,” dedi. “Dilbilimciler olayı açıklarlar da nedeninden hiç söz etmezler: daha az çaba ilkesi insanların içinden hâlâ silinmemiş olan kökene, yani doğala dönme özleminin belirtisidir.”

“Ya kekemelik?”

“Kekemelik özlemin daha ileri bir aşamasıdır.”

“Yani, sana göre, kekemeler bir üstün tür mü oluşturuyor?”

“Evet, bir bakıma. Beğenemedin mi?”

Dinleyenler kahkahalarla güldüler.

Ama Yusuf, gözleri gözlerinde, tartışılmaz bir gerçeği öğrendiğinden bir an bile kuşku duymadan kendisini dinlerken, dostunun kuramına bir ayrım da kendisi kattı, “O… o… o… ozanlarınki gibi,” dedi.

“Çok güzel! Tam üstüne bastın!” diye atıldı Yunus: ozanlar da, hecelerle, uyaklarla uğraşırken, bilerek ya da bilmeden, benliklerinin derinlerinden gelen bir yönelimle, her bireyin kendine özgü türküsünün yerini almış olan yapay dile başkaldırır, insanın ilk sesini ararlardı; bir bakıma, onlar da birer kekemeydi. “Müzik de böyledir,” dedi. “Şöyle can kulağıyla bir Mozart ya da Ravel ezgisi dinlerseniz, sezersiniz: ezgiler de hep aynı özlemi dile getirir, ilk dile dönme özlemini.”

Yunus önermesinin tersinin de doğru olup olmadığını araştırmadı; ama, tıpkı ozanlar gibi, o da zoru denemeye karar verdi: kekelemenin yazıdan sonra doğmuş yapay dilin payını indirgemek, hiç değilse insanın doğal dilinin başlangıçta nasıl eklemlendiğini kavrama yolunda bir çaba olduğunu gösterebilmek için her şeyin altında onun izlerini aramaya başladı. Hiç kuşkusuz, amacını gerçekleştirmek için fazla olanak yoktu elinde; ama elinde fazla olanak yok diye kollarını kavuşturup oturacak değildi. Önceleri, dostuyla birlikte, daha çok ansiklopedi okuyabilmek için giriştiği işi: yeni yeni diller öğrenmeyi yaşamın temel gizlerinden ya da, kendi deyimiyle, “insanlığın dönüm noktalarından” birini kavramak amacıyla, büsbütün hızlandırarak sürdürdü artık: yeni bir dil öğrenmenin, yeni bir dilin sözcüklerini kekelemenin, ilk bakışta zorlama ve yapay görünmesine karşın, bizi yapay dillerin bu denli dizgeleşmediği, insanın kendi doğal türküsüyle yeni yeni taşlaşmaya başlayan yapay dil arasında bocaladığı dönemlere götürmesi gerektiğini düşündü. Sonra, işi ilerlettikçe, düşündüğüne inanmaya başladı. Öte yandan, ona göre, kekemeler, özel yaradılışları gereği, yapay dile ayak uydurmakta zorluk çektiklerinden, kendisinin değişimi başkalarından daha iyi kavrayacağına inandı. Böylece, Yusuf’la birlikte, insan ötüşüne daha yakın gibi gördüğü dilleri, örneğin italyancayı, çinceyi, japoncayı kitaplardan ve plaklardan öğrenmeye girişti; gene Yusuf’la birlikte, dilimizin ilk seslere yakın gibi görünen sözcüklerinin değişik dillerdeki karşılıklarını aradı; anlasın anlamasın, olanak buldukça yabancı radyoları dinledi, yapay, doğadışı, kulak tırmalayıcı, asalak sesler arasında, insanın ilk sesini yakalamaya çalıştı; arada bir yakalar gibi de oldu; ama, belki de dilin taşlaşmışlığı yüzünden, yakalar gibi olduğunu sözcüklere dökemedi. O zaman, bir yandan dilbilgisi ve dilbilim kitapları okuyarak, bir yandan imgelemini kullanarak, yapay dil konusunda söylenmiş her şeyi tersine çevirecek gerekçeler aradı, bulur gibi oldukça da sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yüksek sesle söyledi. Örneğin, ayrı ayrı dillerin doğması toplumları düzelmez bir biçimde bölmüştü, şimdi de her biri, kendi içinde, bireyleri bölüyordu, çünkü, nesneleri kendilerine doğal bir bağla bağlanmayan seslerle adlandırdığından, seslerin nesnelerden bağımsız olarak, en saymaca biçimlerde düzenlenmesini önleyebilecek herhangi bir düzeneği de bulunmadığından, yalanı olanaklı, olanaklı da söz mü, egemen kılıyor, gerçek bildirişimi önlüyordu. Öyleyse tüm bu yapay dillerin gerçek bildirişimi önlemeye yönelik birer tuzak olduğu söylenebilirdi. Dilcilerse, dilin tüm bu açmazları konusunda bizi uyarmaları, daha yalansız bir bildirişime ulaşmanın yollarını araştırmaları gerekirken, her şeyi çorbaya çeviriyorlardı: örneğin, durup dinlenmeden yineledikleri gibi, dilin bir dizge olduğu doğruysa, ister istemez kapalı olması gerekirdi, kapalılığıysa, sayıca sınır tanımayan adlar değil, hem sayıca çok sınırlı kalan, hem de aralarında bir ölçüde mantıksal bağlar bulunan adıllar ve adıllar gibi öğelerin sağlaması beklenirdi; ama onlar, ağız birliği etmiş gibi, adların adılların değil de adılların adların yerini tuttuğunu söyleyerek gerçeği yüz seksen derece tersine çeviriyorlardı.

İlk çıkışında, dilin yazıdan doğduğunu söylediği zaman, tarih öğretmeni Yunus’u sınıftan dışarı atmıştı; bu son çıkışında, yaşlı türkçe öğretmeni Rıza bey anlayış gösterdi: aykırı önermesini iki kez üst üste baştan anlattırttı, sonra, “Yani sen adıllar adların yerini değil de adlar mı adılların yerini tutuyor diyorsun?” diye sorup “Evet, öyle diyorum, hocam, adlar adılların yerini tutuyor, yani geçici olarak onların yerine kullanılıyor: o dedik mi sizden ve benden başka herkes girer işin içine, ama Veli dedik mi bu Veli sayısız o’lardan yalnızca biridir, onun sayısız durumlarından biridir, yani onun yerini tutar!” yanıtını alınca da gene anlayışla güldü, bildiği kadarıyla, kitapların bunu böyle yazmadığını söyledi. Yunus’sa, usulca Yusuf’un kolunu dürttükten sonra, “Hocam, bunu yalnız ben söylemiyorum, koskoca Ferdinand de Lesseps de böyle söylüyor,” dedi.

“O da kimmiş?” diye sordu Rıza bey.

“Süveyş kanalını açan adam.”

“O kendi kanalıyla uğraşsa, daha iyi olmaz mıydı?”

“Ferdinand de Lesseps aynı zamanda büyük bir dilciydi, hocam; gerçek ve özgün bir dilciydi.”

“Ben duymadım.”

“Dilciydi, hocam.”

“Ben de değildir demedim, ama bizim dilbilgisi kitapları bize bu adamdan hiç söz etmiyor,” dedi Rıza bey.

Yunus Aksu kendi savını da yaralamak pahasına, ünlü kahkahalarından birini daha kopardı o zaman. Sınıf da onu izledi. Rıza bey kızdı, daha dersin bitmesine en az on dakika bulunmasına karşın, çıkıp gitti. Zorlu bir alkış koptu; çocuklar, bir ağızdan, “Yaşa, Kuşların Oğlu!” diye haykırdılar. Yunus kalktı, alışılmış oyunculuğuyla, gol atmış futbolcular gibi, yumruğuyla aşağıdan yukarıya doğru bir eğri çizerek arkadaşlarını selamladı. Hiç kuşkusuz, sınıfta ve bahçede sık sık yinelenen bu alkışların birer alay belirtisinden başka bir şey olmadığını biliyordu; ama artık iyiden iyiye kaptırmıştı bu oyuna kendini, arkadaşlarının alayı da, öğretmenlerinin eleştirileri de hoşuna gidiyor, en azından tutumunu daha da kesinleştirmesine yardımcı oluyordu. Aykırı önermelerini çoğalttıkça çoğalttı böylece, varsayımlar birbirini bütünlemeye, kopuk kopuk karşı önermeler, çok bulanık bir biçimde, dizgeye benzer bir şeyler oluşturmaya yöneldi. İyice güvene geldi o zaman, öğretmenler dil konusunda ne söyledilerse, hepsinde karşı çıkılacak bir şeyler buldu. Yusuf da, genellikle pek konuşmamakla birlikte, her söylediğine katıldı. Sınıf arkadaşlarına gelince, karşı çıktığı öğretmene besledikleri duyguya ya da o günkü havalarına göre, kendisini desteklediler ya da yerdiler. İngilizce öğretmeniyle giriştiği uzun bir tartışmadan sonra, basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, çok uzun boylu bir arkadaşı gülümseyerek yaklaşıp elini başının üstüne koydu, “Yaşa be, Kuşların Oğlu, sen bu işin kitabını yazacak adamsın!” dedi. “Doğru dürüst konuşamadığına, üstelik, yazının dilden önce geldiğini savunduğuna göre, otur da yaz bari!” Yunus kahkahalarla gülerek göğsünü kabarttı, “Evet, bir gün, çok yakın bir gelecekte, boyum bir doksan olunca, ben de bir kitap yazacağım: Evrensel dilbilim,” diye yanıtladı. “Bu kitapta, insanlardan kuşlara, balıklara, böceklere, hatta otlara değin, tüm canlı varlıkların dilini anlatacağım!” Dinleyenler güldüler, hep bir ağızdan, üç kez üst üste, “En büyük dilci bizim dilci!” diye bağırdılar. “Türkiye seninle gurur duyuyor!”

Bir sessizlik çöktü ortalığa. O zaman, çocuklardan biri, Sarı Selim, gözünün içine baka baka, “Hepsi çok güzel, çok hoş da en büyük dilcimiz bir kekeme! Gel de bu ülkede kalkınma bekle!” dedi. Şakanın da bir sınırı olmalıydı: Yunus, okula gelişinden bu yana, ilk kez sinirlendi.

“Bu… bu… bu sınıf bir tımarhane,” diye homurdandı.

“Ağzını topla!” dedi Sarı Selim.

Yunus bu kez gülümsedi.

“Deliyi tımarhaneye koymuşlar da dünya varmış demiş, tıpkı senin gibi,” dedi, arkasını döndü, Yusuf’u da alıp ağır ağır uzaklaştı, bir daha da bu Sarı Selim’in yüzüne bakmadı.

Ne var ki her ilişki böyle kolaylıkla kesilemiyordu. Yunus, o yılın ortalarına doğru, kolejin kızlar bölümünden, kendi yaşında, ama kendisinden en az yirmi santim daha uzun bir kıza tutulduktan sonra anladı bunu. Yusuf, arkadaşının durmamacasına bu kızdan söz etmesine, odasında gitarının yukarısına, yani annesinin fotoğrafının tam karşısına, onun küçücük bir vesikalıktan büyütülmüş, kocaman bir fotoğrafını asmasına bakarak, dostluklarının artık eskisi gibi sürmeyeceğini, gittikçe daha az görüşeceklerini düşündü: Yunus’a öylesine hayrandı ki onun ilgi duyduğu bir kızın sevgisine hemen karşılık vereceğinden, onu başkalarından koparıp zamanını kendisiyle geçirmesini sağlamak için elinden geleni yapacağından kuşkusu yoktu. Ayrıca, Yunus’un kendisini de sürüklediği kimi arkadaş toplantılarında, boyunun kısalığına, konuşmalarının yoruculuğuna karşın, nerdeyse tüm kızların hep onun çevresinde döndüğüne sık sık tanık olmuştu. Onun kızlar üstündeki karşı konulmaz etkisini arkadaşları hep kıskanmışlar, ama kendisinin onlar karşısında genellikle ilgisiz kalmasına bir anlam verememişlerdi. Bu yüzden olacak, bu “yıldırım aşkı” herkesi şaşırtmıştı: Kuşların Oğlu nasıl olurdu da bunca kız arasında Canan gibi bir köylüyü seçerdi ki? Sınıf arkadaşlarından biri kendisine de sormuştu bunu. O zaman, hiçbir şeye kolay kolay kızmayan Yunus, boyuna bakmadan, arkadaşının üstüne yürümüş, ama, ne o gün, ne başka bir zaman, herhangi bir yanıt vermemişti.

Ne olursa olsun, başlangıçta her şey çok iyi gitti. Hatta Yunus’la görüşmeye başladıktan sonra, tüm arkadaşları kızcağızın ortalıkta sarhoş gibi dolaşmaya başladığını söylüyor, “Köylülüğünün üstüne bir de Kuşların Oğlu binince, bizimki feleğini şaşırdı,” diyorlardı. Her fırsatta birlikte olmaya can attıkları da ortadaydı: iki arkadaş kimi hafta sonları görüşemez oldular. Yusuf tam üç hafta süresince bir kez bile Kuşlar’ı dinleyemedi. Maçka’da, arakatta buluştukları ender zamanlarda da Yunus ozanlığın ve kekemeliğin kaynağını bir yana bırakarak hep bu kızdan söz etmeyi yeğledi. Anlaşılan, kötü tutulmuştu: bu kızdan uzakta kalmaya dayanamıyor, hep ondan söz ederek yokluğunun yarattığı sıkıntıyı biraz olsun bastırmaya çalışıyordu. Bulduğu bir başka çözüm de yanından her ayrılışında ondan bir şeyler almaktı: bir fotoğraf, bir mendil, kala kala ucu kalmış bir kurşunkalem, çayını karıştırdığı kaşık, yarım bıraktığı ekmek dilimi. Vesikalık fotoğrafını büyüttürtüp annesinin fotoğrafının karşısına astığı gibi, bu ufak tefek nesnelerin kimileriyle masasını ya da kitaplığının raflarını süsledi, kimilerini de masasının alt çekmecesinde ya da ceplerinde sakladı, derslerde canı sıkıldıkça çıkarıp baktı, çevrelerinde dönerek tutkusunu alaya almaya kalkanlara kulak bile asmadan, sesini alçaltmaya da gerek görmeden, dostuna bu küçük nesnelerin ilginç öykülerini anlattı durdu.

Bir pazartesi sabahı, çok daha gözüpek bir adım attı: sırtında sevgilisinin kırmızı kazağıyla geldi okula. O günlerde, bir erkek öğrencinin kırmızı kazakla dolaşması görülmüş şey değildi; üstelik, bu kazak hem kendisine bayağı büyük geliyor, hem de ne zamandır biçimini aldığı genç kız göğsünün çıkıntılarını belli ediyordu. Çocuklar çığlıklar kopararak çevresinde toplandılar. Orasından burasından, özellikle de göğsündeki şimdi içi boş çıkıntılardan tutup çekiştirmeye kalkanlar oldu, yumruklarla, tekmelerle dağıtmaya çalıştı onları. Ne olursa olsun, arkadaşlarının bitmez tükenmez alaylarına, öğretmenlerin şaşkın ya da kızgın bakışlarına aldırmadan, tüm hafta boyunca, göğsünü gere gere giydi kırmızı kazağı.

Ama, olay öyle büyüdü, öyle dallanıp budaklandı ki, o haftadan sonra, Yunus sevgilisinden hemen hiçbir şey koparamadı, onunla haftada iki gün buluşmak da erişilmez bir düş oldu. İkide bir telefona sarılıp aradı onu, buluşmak için sıkıştırıp durdu, ama bu ayrıcalığa çok seyrek ulaşabildi. İşin şaşırtıcı yanı, kız sanki istemediği için değil de önüne çıkan korkunç bir engeli aşamadığı için geri çeviriyordu kendisini. Çok seyrek bir biçimde, ıssız ve uzak yerlerde, çok kısa süren buluşmalarında, Canan, iki gözü iki çeşme, bu ilişkinin geleceği olmadığını, sanki bir aradalarmış gibi, ayrılmanın daha uygun olacağını söyledi, bir delilik nöbetine tutulmuşçasına, dakikalar süresince, şaşırtıcı bir hızla, iki eliyle birden, yanaklarını, saçlarını, ellerini okşadıktan sonra, hıçkıra hıçkıra, arkasından gelmemesini söyleyerek hızla uzaklaştı.

Eski aşk söylencelerinin kahramanlarını ayıran engeller gibi aşılmaz bir engel vardı sanki aralarında. Oysa ne aileler arası düşmanlık, ne zenginlik ve yoksulluk, ne yerlilik ve yabancılık, ne müslümanlık ve hristiyanlık türünden bir karşıtlık söz konusuydu; kötü sonucun boylar ve konuşma genlikleri arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklandığını düşündürtebilecek bir belirti de yoktu ortada. Yunus, kuramının adamı olarak, yazıdan doğan dilin kurbanı olduğunu, çünkü bu dilin yalnızca yapay bir dil olarak kalmadığını, zaman içinde bir yığın asalak tutku, yalancı gerçek yarattığını, Canan’ın da bu asalak tutkuların, bu yalancı gerçeklerin etkisiyle kendisinden uzaklaştığını söylemişti dostuna. O yıllarda kendilerini oldukça yakından izlemiş, ozan yaradılışlı bir arkadaşın: Kara Özdemir’in yorumuna göre de, söylencelerdekinden daha korkunç bir güç dikilmişti iki sevgilinin karşısına: insan dili kendisini aşağılamaya kalkan ölümlüden öcünü alıyordu: kırmızı kazağın öyküsünün kızlar bölümünde dilden dile dolaşmaya başlamış olması bir yana, Yunus’un sevgilisini okuldan almaya gittiği gün, sınıftaki kızlardan biri, pencereden onu göstererek, yüksek sesle, “Canan’ın cep sevgilisi geldi!” demişti; bir başka kız, gene yüksek sesle ve sanki “cep” sözcüğü cinsellikten başka bir şey çağrıştırmazmış gibi, “Boyunun küçük olması her şeyinin küçük olduğunu göstermez, hatta bir ters orantıdan söz edenler bile vardır!” diye yanıtlamıştı. “Cep sevgilisi” sözünü kullanan kız “O zaman, o işi de konuşmaları gibi uzatırsa, Canan yandı, ya da yaşadı!” diye bağlamıştı. Bir başka zaman, iki sınıf arasındaki bir toplantı sırasında, Yunus’un kekemeliğiyle boyunun kısalığını dillerine dolayan kızların önünde, onun kekelemesinden çok, kendisinin bu kekeme çocuğu dinlemesinin izlenmesinden rahatsız olan Canan “Ne olur, buralarda bu kadar konuşma, fazla uzatma, çabuk bitir sözünü!” diye fısıldayınca, Yunus’un, başına gelecekleri usuna bile getirmeden, çınıltılı bir kahkahanın ardından, “Bu… bu… bundan kolay ne var ki?” diyerek ağızdan söyleyeceklerini hemen cebinden çıkardığı küçük defterin yapraklarına yazarak sayfalar doldukça yırtıp eline vermesi her şeyi bitiriverdi; kızlar “Bunlar gibisi Birleşik Devletler’de bile görülmemiştir: bu kumrular burun buruna mektuplaşıyor!” demeye başladılar: Canan Mersinli’ydi, en çok korktuğu iki şeyden biri dile düşmek, öbürü göze gelmekti, bu işi burada kesinlikle noktalamaya karar verdi. Sevmesine seviyordu, annesi, babası, kardeşleri de işin içinde olmak üzere, bir daha hiç kimseyi böylesine sevemeyeceğini biliyordu; gene de, değil onunla görüşmek, telefona bile çıkmaz oldu. Yunus gene yazıya başvurdu, sayfalarca mektup yazdı her gün. Ama Mersinli kız her sözcükten fışkıran bu taşkın sevinin bir korkunç yıkım getirmesinden korktuğundan, biraz da zamanla kendini gerçekten mektupların koyduğu yerde, yani çok yukarılarda görmeye başladığından, aldığı her mektup kararını biraz daha pekiştirdi. En azından, ondan uzak durmasını kolaylaştırdı. Yunus’sa, her gün biraz daha güçlenen bir tutkuyla bağlanıyordu ona. Daha sonra, kimi arkadaşlarının açıkladığı gibi, sanki sıradan bir kız değil de karşı konulmaz bir güçtü onu çeken, ne olduğu bilinmeyen bir ateşe doğru atıldığını sanıyor, ama, her seferinde, soğuk küllere bulanmış olarak doğruluyordu. Ne var ki bu düş kırıklıklarını bile gittikçe daha seyrek yaşamaktaydı.

Yunus onu ancak üç hafta sonra, kendisinin çağrılı olmadığı bir toplantıda görebildi.

Herkes eğlenirken, o bir köşeye çekilmiş, tek başına, açık pencereden dışarıya bakıyordu. Zayıflamış, hatta nerdeyse boyu Yunus’un boyuna denk gelecek ölçüde küçülmüştü. Yunus kararlı adımlarla yanına yaklaştı, elini tutmak istedi, ateş değmiş gibi geri çektiğini gördü, irkildi. Dayatmadı, “Be… be… ben…” diye kekelemeye başladı; “Sus, konuşma, hiçbir şey söyleme!” diye uyarıldı; güç de olsa gülümsemeye çalışarak cebinden defterini, kalemini çıkardı o zaman; ama, söylemek istediklerini yazıyla dile getirmeye girişince, bir kez daha uyarıldı: “Defterini alıp hemen gitmezsen, kendimi pencereden aşağıya atarım!” Yunus zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı o zaman, durduğu yerde sallanır gibi oldu. Gene de bir kez daha zorladı durumu; ancak, daha ilk sözcüğü bile yazamadan, Canan’ın gerçekten kendini pencereden atmaya yeltendiğini gördü, belki de yaşamında ilk kez, sımsıkı beline sarıldı; onu alabildiğine yumuşak bir devinimle kendine doğru çekerek kulağına eğildi, “Ta… ta… ta… tamam: anladım!” diye fısıldadı; ama fısıldaması bile bir bağırmaydı, herkes duydu. Kendisi de anladı bunu, gülümsemeye, olup bitenlere bir şaka görüntüsü vermeye çalıştı. Sonra, tıpkı geldiği gibi, kararlı adımlarla kapıya doğru yürüdü.

Tam çıkacağı sırada, kendisini aramaya gelmiş olan Yusuf’la karşılaştı, durdu, elini omzuna koydu, gözlerini gözlerine dikerek gülümsedi bir süre, sonra, birdenbire, içeride bir şey unutmuş gibi, “Ha! Gel bir dakika!” diyerek, kendisi önde, Yusuf arkasında, toplantı yerine geri döndü. Tüm arkadaşları, oldukları yerde durmuşlar, tek sözcük söylemeden ona bakıyorlardı. Ünlü kahkahalarından birini daha kopardı, konuşurken hep sol göğsüne bastırdığı elini bu kez Yusuf’un omzuna attı, “Aa… aaa… anladım,” dedi: “Sonunu bekliyorsunuz, anlatayım.” Sonra, hep gülümseyerek, ağır ağır, nerdeyse hiç kekelemeden, anlatmaya başladı: “Çocuklarım, eğer insanoğlunun homo sapiens’e doğru gelişmesinde homo erectus’un önemli bir aşama oluşturduğu doğruysa, kendisine en yakın yaratıklar dört ayaklı maymunlar değil, iki ayaklı kuşlar olmak gerekir,” dedi. Topluluğa ilk kez katılmış bir kız gülecek gibi oldu, arkadaşı kolunu sıkarak durdurdu. Yunus gözlerini bu kıza dikti. “Sonrasını hiç düşündünüz mü?” diye sordu, sonra kimi kuşların da, tıpkı insanlar gibi ve insanlarla birlikte, evcilleştikçe dillerini yitirdiklerini, dillerini yitirdikçe de birbirlerine yaklaştıklarını anlattı, önümüzdeki binyılda insanoğlundan sonra konuşacak ilk yaratıkların tavuklar olacağını muştuladı, arkasından kısa bir kahkaha daha attı. “Ben kümesten bıktım artık, uçan kuşların, yani atalarımın arasına geri dönüyorum. Hadi, eyvallah!” dedi.

“Yaşa! Kuşların Oğlu! Helal sana!” diye bağırdı biri.

Birkaç kişi de alkışladı.

Yunus yanıt vermedi. Tam kapıdan çıktıkları sırada, Yusuf’un koluna girdi.

“Senin de dikkatini çekti mi: nerdeyse hiç kekelemedim,” dedi.

“Evet, gerçekten!” dedi Yusuf.

Yunus ayaklarının ucunda yükselerek dudaklarını dostunun kulağına yaklaştırdı, ağır ağır, ama çok da kekelemeden, “Ama dağ dağa kavuşmuş da tavşanın haberi bile olmamış!” diye ekledi, tüm gücüyle sarıldı ona. Bununla birlikte, Yusuf da aynı şeyi yapmak isteyince, durdurdu onu, eliyle yalnız gitmek istediğini belirterek adımlarını hızlandırdı. Yusuf hiçbir zaman onun isteğine karşı çıkmamıştı, bu kez de çıkmadı; öyle durdu kapının önünde, köşede gözden silininceye dek arkasından baktı. Derin bir sıkıntı duyuyordu içinde: gerçeği değiştirme oyununun sonuna geldiğini, daha kötüsü, oyunu en korkunç gerçeğe dönüştürmek üzere olduğunu usuna bile getirmiyordu.

Ertesi gün, küçücük evinde, yatağına uzandıktan sonra, sanki sözcüklerin yolunu hep bu damarlar kapatıyormuş gibi, sol bileğinin damarlarını jiletle açtığını öğrendi.


Yalan

Подняться наверх