Читать книгу Kahramanların Görevi - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 9
3
Оглавлениеİri yarı bir adam olan Kral MacGil’in fıçıyı andıran bir gövdesi, katıldığı savaşlara ait izlerle dolu geniş bir alnı, griye çalan gür sakalları ve onunla yarışacak uzun saçları vardı. Kraliçesiyle beraber kale duvarlarının üzerinde duran Kral, günün gelişen olaylarını görmezden geliyordu. Tüm ihtişamıyla göz alabildiğine uzanan kraliyet arazisinin etrafı kadim taşlardan yapılma duvarlarla örtülüydü. İşte Kraliyet Sarayı, burasıydı. Birbiri içine giren karmaşık sokakların içinde her türden yapı bulunurdu. Savaşçılar, atlar, Gümüşler, Lejyon, muhafızlar, kışlalar, silah depoları, demirciler, temizlikçiler ve şehir duvarlarının içinde yaşamak isteyen vatandaşlar için yapılan yüzlerce konut, şehrin her bir yanına dağılmıştı. Bu yapıların arasında ise geniş çimenlikler, güzel bahçeler, taş kaplı meydanlar ve fıskiyeli süs havuzları bulunuyordu. Kraliyet ailesi tarafından yüzlerce yıldır geliştirilen şehir, şu an hiç kuşkusuz Batı Yüzük Krallığı’nın en iyi korunan kalesiydi.
MacGil bir kralın sahip olabileceği en sadık askerlere sahipti ve saltanatı boyunca henüz kimse ona saldırmaya cesaret edememişti. Tahta geçen yedinci MacGil olan kral, otuz iki yıldır hüküm sürüyordu ve halkı tarafından iyi niyeti ve bilgeliği ile tanınıyordu. Onun hükmünde topraklar genişlemiş, ordunun büyüklüğü iki katına çıkmış, şehirler zenginleşmiş ve halkı büyük bir refaha kavuşmuştu. Kraliyete ait topraklarda Kral’dan yakınacak bir kişi bile bulmak olanaksızdı. Cömertliğiyle tanınan bu Kral’ın hükümdarlığı kadar barış ve refahla anılan başka bir dönem olmamıştı.
Fakat ne kadar enteresandır ki, Kral’ın uykuları kaçıranda işte tam buydu. Çünkü MacGil tarihin nasıl işlediğini bilirdi; hangi çağda olursa olsun, iki savaşın arasında geçen zaman hiçbir zaman çok uzun değildir. Artık savaş olur mu diye düşünmüyor, ne zaman ve kimlerle olacağını kestirmeye çalışıyordu.
Şüphesiz ki en büyük tehdit Halka’nın dışındaki barbar imparatorluğuydu. Vahşi Diyarlar’da yer alan bu imparatorluk, Halka’nın dışında, Kanyon’un öbür tarafında yaşayan tüm insanları hakimiyeti altında tutuyordu. MacGil ve kendinden önce gelen yedi selefi için Vahşi Diyarlar asla bir tehdit oluşturmamıştı; krallığın bir yüzüğe benzeyen eşsiz coğrafyası, onu dünyanın geri kalanından ayıran bir buçuk kilometre kalınlığındaki derin kanyonu ile bu kanyonun içine MacGil’in emriyle kurulan enerji kalkanı sayesinde, Vahşi Diyarlar’dan korkmak için pek de bir sebepleri yoktu. Onlarca kez saldırmayı deneyen barbarlar ısrarla kalkanı delerek, kanyonu geçmeye çalışmışlardı. Kendisi ve insanları bu halkanın içinde kaldığı sürece herhangi bir tehditten söz edebilmek zordu.
Tabii bu herhangi bir iç tehditle karşılaşılmayacağı anlamına gelmiyordu. Zaten MacGil’i uyutmayan da işte buydu. Bugün şehirde yapılan hazırlıklar, en küçük kızının evlilik töreni içindi. Düşmanlarını kontrol altında tutarak, Doğu ve Batı Halka Krallıkları arasındaki barışı sürdürebilme gayretindeydi.
İki yöne doğru biner kilometre uzanan Halka, tam ortasından bir dağ sırası ile bölünüyordu. Buraya Yüksek Topraklar denirdi. Yüksek Topraklar’ın diğer tarafında yer alan Doğu Krallığı, Halka’nın öbür yarısında hüküm sürüyordu. Asırlardır McCloud hanedanlığı tarafından yönetilen Doğu Krallığı, MacGil’ler ile aralarındaki hassas ateşkes anlaşmasını her zaman bozmaya çalışırdı. Hep bir şeylerden şikayet eden McCloud’lar, Halka’nın kendilerine ait kısmındaki toprakların daha verimsiz olduğunu iddia ederlerdi. Yüksek Toprakları da sürekli tartışma konusu yapan McCloud’lar, tüm dağ sırası üzerinde hak iddia eder ve MacGil’lere ait olan kısmın, kendilerine verilmesini talep ederlerdi. İki taraf arasındaki sınır çatışmaları ve işgal tehditlerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmezdi.
Tüm bunları enine boyuna düşünen MacGil’in sinirleri gerilmişti. McCloud’lar hallerine şükretmeliydiler; çünkü hem verimli topraklarda yaşıyorlar hem de bu topraklar Kanyon tarafından korunuyordu. Halka’nın içinde kendilerine bir yer bulabildikleri için şükretmeliydiler. McCloud’ların saldırmaya cesaret edememesinin tek nedeni, tarihte ilk defa MacGil’lerin bu kadar güçlü bir orduya sahip olmalarıydı. Fakat tüm bilgeliğiyle MacGil, ufukta bir savaşın olduğunu biliyordu; çünkü hiçbir barış bu kadar uzun sürmemişti. MacGil işte bu yüzden en büyük kızını, McCloud’ların en büyük prensiyle evlendirme kararı vermiş ve düğünün gerçekleşeceği gün gelip çatmıştı.
Aşağı baktığı zaman, rengarenk kıyafetleriyle Yüksek Topraklar’ın iki yanından gelen binlerce insanın kale duvarları içine doluşmasını izleyebiliyordu. Aylardır bugün için hazırlanan halka, her şeyin ihtişamlı ve güçlü görünmesi için devamlı tembihlerde bulunulmuştu. Bu alelade bir düğün değil, McCloud’lara yollanacak bir mesajdı da aynı zamanda.
Şehrin stratejik noktalarına yerleşen yüzlerce askerini izleyen MacGil, durumdan hoşnuttu. Onun istediği işte tam da böyle bir güç gösterisiydi. Fakat gene de biraz gergindi; çünkü iki halkın bir araya gelecek olması, çıkacak taşkınlıklara zemin hazırlıyordu. Alkolün verdiği cesaretle birilerinin yanlış bir şeyler yapmamasını umuyordu. Mızrak ve spor müsabakaları için ayrılan alanlarda göz gezdiren MacGil, o gün düzenlenecek eğlenceleri şöyle bir düşündü. Müsabakalar epey gergin geçecekti. Küçük çaplı da olsa bir orduyla gelecek olan McCloud’ların her karşılaşmayı bir gurur meselesine döndüreceğinden şüphesi yoktu. Bunlardan sadece birinde çıkabilecek anlaşmazlık, anında tam teşekküllü bir çatışmaya dönebilirdi.
“Kralım?”
Kraliçenin nazik elini omzunda hisseden Kral, ona doğru döndü ve bunca yılın ardından bile halen gördüğü en güzel kadın olduğunu düşündüğü Kraliçesine baktı. Hükümdarlığı boyunca evli olduğu bu kadın ona üçü erkek, toplam beş çocuk vermiş ve bir kere bile şikayet etmemişti. Daha da önemlisi ise Kraliçe’yi en güvenilir danışmanı olarak görüyordu. Bunca yıl içinde kadının, emrindeki erkeklerin hepsinden daha bilge olduğunu anlamıştı. Hatta kendisinden bile daha bilge.
“Politik açıdan önemli bir gün.” dedi Kraliçe. “Fakat aynı zamanda kızımızın düğünü de. O yüzden keyfini çıkarmaya çalış. Ne de olsa bir kere gerçekleşecek bir olay.”
“Elimde hiçbir şey yokken daha az endişelendirdim.” diye cevapladı Kral. “Fakat artık her şeye sahibiz ve bu yüzden sürekli endişeliyim. Güvende sayılırız. Ama ben hiç öyle hissetmiyorum.”
Kadın ona iri ve ela gözleriyle, merhamet dolu bir bakış attı; sanki dünyanın tüm bilgeliği bu gözlerin içine toplanmıştı. Her zaman mahmur bakışlı olan bu gözlerin etrafı içinde yer yer beyazların olduğu, düz kahverengi saçlarla örtülmüştü. Suratındaki birkaç kırışıklık dışında, yıllar ona iyi davranmıştı.
Kraliçe, “Çünkü güvende değilsin.” dedi. “Hiçbir kral değildir. Sarayımızdaki casus sayısı duymak isteyeceğinizden bile fazla. Çünkü bu işler böyledir.”
Adamı öpüp, gülümsedi.
“Keyfine varmaya çalış. Ne de olsa bu bir düğün.” diyen Kraliçe, surlardan aşağı inmeyi başladı.
Kadının gitmesini izleyen Kral, dikkatini tekrar sarayın içine çevirdi. Kraliçesi haklıydı; tıpkı her zaman olduğu gibi. Bu bir düğündü, hem de çok sevdiği kızının düğünü. Yılın en güzel zamanının, en güzel gününde yapılacak olan düğün, baharın zirveye ulaştığı, yazın ise yavaştan kendini gösterdiği bir zamana denk getirilmişti. Doğa ise cıvıl cıvıldı. Pembe ile morun, turuncu ile beyazın kapladığı ağaçlar her yerdeydi. Adamlarının yanına inip, kızının evlenmesini izlerken, sarhoş olana kadar bira içmekten daha fazla istediği bir şey yoktu.
Fakat buna olanak yoktu. Kalesinden çıkmadan önce yapması gereken bir sürü iş vardı. Ne de olsa kızının evlenmesi bir kral için yerine getirilmesi gereken onlarca sorumluluk anlamına geliyordu. Konseyi ile masaya oturmalı, çocuklarıyla görüşmeli ve onunla görüşmeyi rica eden birçok insana zaman ayırmalıydı. Eğer biraz acele ederse belki gün batımı seremonisine katılacak vakti bulabilirdi.
*
Üzerine en şık kıyafetlerini giyen MacGil’in, siyah kadife pantolon, altın rengi kemer, mor ve altın renkli en kalite kumaşlardan yapılan cübbesinin altına giydiği şık deriden yapılan botları, dizlerine kadar uzanıyordu. Altından yapılma gösterişli bir şeridin tam ortasına konmuş yakut taşından oluşan tacını da kafasına yerleştiren Kral, yanındaki yardımcılarıyla beraber tüm ihtişamıyla kalenin koridorlarında ilerliyordu. Uzun adımlarıyla bir sürü odanın yanından geçerek basamaklardan aşağı inen Kral, önce kraliyet odasının içinden, daha sonra yüksek tavanlı ve mozaik camlarla süslü kabul salonunun devasa kemerinin altından geçti. Bir ağacın gövdesi kadar kalın, eski bir meşe kapının önünde duran Kral’ın yardımcıları hemen yerlerinden fırlayarak, kapıyı onun için açtılar. Burası, Taht Odası’ydı.
MacGil odaya girince içerdeki danışmaların hepsi ayağa kalktı. Devasa meşe kapı ise Kral’ın ardından kapandı.
Kral, her zamankinden daha sert bir tonla, “Oturun.” dedi. Epey yorgun olan Kral, bir krallığın bitmeyen formaliteleriyle şu an uğraşmak istemiyordu. O yüzden işleri bir an önce halletmek niyetindeydi.
Onu her zaman etkilemeyi başaran Taht Odası’nın içinde dolaşmaya başladı. En az on metre yükseklikteki tavanı, tamamen mozaik camdan oluşan bir duvarı ve en az otuz santimetre kalınlıktaki duvarlarıyla bu oda, en az yüz adet yüksek rütbeli kişiyi alabilirdi. Ancak konseyin toplandığı bugünlerde, mağarayı andıran bu odanın içinde sadece kendisi ve birkaç danışmanı olurdu. Danışmanları, odanın çoğunu kaplayan yarım daire biçimindeki bir masaya yerleşirlerdi.
Kral MacGil, odanın tam ortasında yer alan tahtına doğru ilerledi. Tahta ulaşan basamakları çıkıp, taşa oyulan altın aslanları da geçtikten sonra kendini koca bir altın bloğundan oyulma, üzeri kızıl renkli kadife bir astarla örtülü tahtına yerleşti. Kendinden önceki tüm MacGil’ler bu tahtta oturmuşlardı. Kral ne zaman buraya otursa, sanki tüm ataları yanı başındaymış gibi hissediyordu.
Danışmanlarını şöyle bir inceledi. Brom, en önemli Generali ve askeri konulardaki danışmanı; Kolk, Lejyon komutanı; üç nesildir krallara danışmanlık eden Aberthol aralarında en yaşlısı olmakla beraber, bir alim ve tarihçiydi de; Kısa, gri saçları ve asla yerinde durmayan çukur gözleriyle Firth, saray içi işler konusundaki danışmanıydı. Ona asla güvenmemiş olan MacGil, böylesi bir pozisyonun neden var olduğunu da anlamıyordu. Fakat babası ve dedesi her zaman bu unvana sahip birini danışman heyetinde bulundurmuşlardı. MacGil de onlara olan saygısından dolayı buna müdahele etmemişti. Hazinedarı Owen; dış işleri danışmanı Bradaigh; tahsildarı Earnan; halkla ilişkilerini düzenleyen Duwayne ve asilleri temsilen orada olan Kelvin.
Tabii ki son söz her zaman Kral’a aitti. Fakat herkesin fikrini rahatça belirtebilmesi, her zaman bu krallığının bir parçası olmuştu. Ataları, kişilerin, temsilcileri sayesinde düşüncelerini Saray’a ulaştırabilmesinden her zaman gurur duymuşlardı. Kral ve asiller arasındaki ilişkiler, tarih boyunca her zaman zor olmuştu. Geçmişte hem sarayın hem de asillerin arasında, isyan çıkaranlar ve güç çatışmaları içine girenler olmuştu. Fakat artık bu iki grup arasında tam bir uyum söz konusuydu.
Fakat en çok konuşmak istediği kişiyi odada göremeyen Kral, şaşırmıştı. Argon. Her zaman olduğu gibi kimse nerede ve ne zaman belireceğini bilmiyordu. Bu durum MacGil’i öfkelendiriyor olsa bile, yapabileceği bir şey yoktu. Argon’un olmaması MacGil’in daha da sabırsızlandırdı. Bir an önce bu işleri halledip, kendini bekleyen diğer binlerce görevle ilgilenmek istiyordu.
Masanın etrafında aralarında beş metre açıklıklarla oturan danışmanlar, meşe ağacından özenle oyulmuş sandalyelerine yerleşmişlerdi.
Owen, “Lordum, izninizle başlayabilirsem.” dedi
“Başlayabilirsin. Fakat kısa tut. Bugün vaktim biraz az.”
“Umuyoruz ki kızınızın bugün alacağı onlarca hediye, sandığını dolduracaktır. Binlerce insan ödeyeceği haraçlar ile size şahsen sunulacak hediyeler ve tavernalarımız ile genelevleri dolduracak kişiler de kasaların dolup taşmasına yetecektir. Fakat aynı zamanda bugünkü kutlamalar için harcanan altınlar da, kasamızdan bir o kadar götürecek. O yüzden size, halk ve asillere yönelik bir vergi artışı yapılmasını tavsiye ediyorum. Tek sefere mahsus olan bu artış, bugünkü büyük olayın üzerimize yerleştireceği baskıdan bizi az da olsa kurtarabilir.”
Hazinedarının suratındaki endişeli ifadeye gören MacGil için saray kasasının boşaldığını düşünmek bile rahatsız ediciydi. Ancak gene de vergilere yapılacak bir artışı istemiyordu.
MacGil, “Dolu bir kasa yerine, insanların bana sadık kalmalarını tercih ederim” diye yanıtladı. “Bizim zenginliğimiz, halkımızın mutluluğudur. Onlara daha fazla dayatmada bulunmak gibi bir niyetim yok.”
“Fakat Lordum eğer bunu-”
“Karar verilmiştir. Başka?”
Owen düşünceli şekilde sandalyesine gömüldü.
Kalın sesli Brom, “Lordum” dedi. “Emriniz üzerine askeri güçlerimizi sarayın çevresinde konuşlandırdık. Herkes gücümüzün boyutlarına tanık olacak. Ancak bu, şehir dışındaki asker sayımızı oldukça azalttı. Ola ki krallığın başka bir bölgesinde saldırı yaşanırsa, zor durumda kalabiliriz.”
MacGil, Brom’un sözlerini düşünmeye başladı.
“Biz onları beslerken, düşmanlarımızın saldıracağını sanmıyorum.”
Danışmanları güldüler.
“Yüksek Topraklar’dan haber var mı?”
Brom, “Haftalardır hiçbir hareket yaşanmıyor. Anlaşılan o ki, düğün hazırlıkları için askerlerini geri çağırmışlar. Belki barış yapmaya hazırlanıyorlardır” diye cevapladı
MacGil bundan o kadar emin değildi.
“Ya önceden ayarlanan bu düğün işe yaradı, ya da bize saldırmak için başka bir zamanı bekleyecekler” diyen Kral, Aberthol’a dönerek, “Senin fikrin nedir yaşlı adam?” sorusunu yöneltti.
Genzini temizleyen Aberthol’un sesi çatallıydı, “Lordum, babanız ve onun babası katiyen McCloud’lara güvenmezlerdi. Şu an sessiz kalmaları, bir gün seslerini çıkartmayacakları manasına gelmiyor.”
Adamı onaylayan MacGil, görüşleri için ona teşekkür etti.
“Peki ya Lejyon” diye sordu Kral, Kolk’a dönerek.
Soruyu cevaplayan Kolk, “Bugün aramıza yeni çaylaklar katıldı” dedi.
“Oğlum da aralarında mı?”
“Harika bir çocuk olan oğlunuz da onların yanında gururla yerini aldı.”
MacGil ardından Bradaight’e döndü ve “Peki ya Kanyon’un ötesi ne durumda?” diye sordu.
“Lordum, devriyelerimiz geçtiğimiz haftalar boyunca Kanyon’u aşmaya çalışan birçok kişiyle karşılaştı. Barbarların topyekûn bir saldırıya hazırlandıklarına dair işaretler var.”
Danışmanların arasında sessiz bir fısıldaşma oldu. MacGil de duydukları karşısında tedirgin oldu. Enerji kalkanı her ne kadar aşılamaz olsa da, bu olanlar hayra alamet değildi.
“Peki ya böyle bir saldırı olursa?”
“Kalkan devrede olduğu sürece korkmamız gereken bir şey yok. Yüzlerce yıldır kimse onu aşmayı başaramadı. Aksinin olacağını gösteren bir durum da şimdilik yok.”
MacGil bundan o kadar emin değildi. Halka’nın dışından gelebilecek bir saldırı uzun zamandır bekleniyordu. O yüzden MacGil bunun ne zaman gerçekleşeceğini düşünmekten kendini alamadı.
Genizden gelen sesiyle Firth, “Lordum” dedi. “Şunu söylemek zorundayım ki sarayınız, McCloud krallığının önde gelenleriyle dolmuş durumda. Düşmanınız olsun veya olmasın, şu an onlarla iyi geçinmezseniz, bunu hakaret olarak algılayabilirler. Öğleden sonranızı hepsiyle tek tek selamlaşmak için geçirmenizi tavsiye ederim. Bu rütbelilerin yanında geniş bir maiyet var ve söylenene göre bu insanların birçoğu casus.”
MacGil, “Casusların çoktan burada olmadığını kim söyleyebilir ki?” diye sordu. Her zaman şüphelendiği Firth’ü tekrar dikkatle inceledi.
Firth tam cevap vermek için ağzını açıyordu ki artık iyice sıkılan MacGil elini havaya kaldırarak, onu susturdu. “Eğer tüm diyecekleriniz bu kadarsa, artık kızımın düğününe katılmak için ayrılmam gerek.”
Kelvin, “Lordum,” dedi. “Son bir şey daha var; en büyük çocuğunuz evlendirildiğinde uyulması gereken geleneğimiz. Şimdiye kadar tüm MacGil’ler böyle günlerde kendilerine bir halef seçmişlerdir. İnsanlar sizden de aynısını bekleyeceklerdir. Çoktan aralarında tartışmaya başladılar bile. Onları hayal kırıklığına uğratmanızı tavsiye etmem. Özellikle Hanedan Kılıcı halen yerindeyken.”
MacGil, “En verimli çağımdayken kendime bir halef seçmemi mi istiyorsun?” diye sordu.
Şaşıran Kelvin, “Saygısızlık etmek istemiştim, Lordum” dedi.
MacGil elini kaldırdı. “Geleneği biliyordum. Doğrusu, ben de bugün bir isim vermeyi düşünüyordum.”
Firth, “Kim olduğunu önce bize söylemeniz mümkün mü?” diye sordu.
Kaşlarını çatarak adama bakan MacGil sinirlenmişti. Bu geveze herife hiç güvenmiyordu.
“Zamanı geldiğinde öğrenirsin.”
Ayağa kalkan MacGil’e odadaki herkes eşlik etti. Eğilerek onu selamladıktan sonra hızla odadan ayrıldılar. MacGil uzun bir süre yerinden kıpırdamadan düşüncelere daldı. İşte böyle günlerde kral olmaktan nefret ederdi.
Tahtından inen Macgil’in botlarının çıkardığı sesler odada yankılandı. Meşe kapıyı tek başına açtıktan sonra, yandaki başka bir kapıdan içeri girdi.
Girdiği bu rahat odanın sunduğu sessizlik ve huzuru her zaman memnuniyetle karşılardı. Yüksek ve kemerli bir tavana sahip bu odanın uzunluğu baştan sonra en fazla otuz metreydi. Duvarların birindeki küçük bir vitray haricinde odanın tamamı taştandı. Vitrayın sarı ve kırmızı camından içeri akan ışıklar bomboş odadaki tek bir cismi aydınlatıyorlardı.
Hanedan Kılıcı.
Kılıç, odanın tam ortasındaydı. Yerleştirildiği demir ayaklı masanın üzerine, karşısındakini baştan çıkarmaya çalışan bir kadın gibi uzanmıştı. MacGil çocukluğundan beri yaptığı gibi ona yavaşça yaklaştıktan sonra, etrafından dönerek, incelemeye başladı. Hanedan Kılıcı. Tüm krallığın gücünü aldığı bu efsanevi kılıç, bir nesilden diğerine aktarılırdı. Onu yerinden kaldıracak güçte olacağı söylenen Seçilmiş Olan’ın, ömrünün sonuna kadar tüm krallığı yöneteceğine, ayrıca Halka’yı iç ve dış, tüm tehlikelerden koruyacağına inanılırdı. Büyürken hakkındaki efsaneleri dinlemeyi çok sevdiği bu kılıcı, kral olduğu zaman kaldırmayı denemişti. Sadece MacGil soyundan gelen kişilerin el sürmesine izin verilen bu efsanevi kılıcı, kendisinden önceki tüm krallar gibi o da yerinden hareket ettirememişti. Oysaki bu güce sahip olduğundan ve bu görev için seçilenin kendisi olacağından çok emindi.
Fakat yanılmıştı. Tıpkı kendinden önceki tüm MacGil’ler gibi. Ve sanki bu başarısızlığı, yıllar içinde tüm krallığına bir leke gibi sürünmüştü.
Şimdiye kadar kimsenin yapısını anlayamadığı gizemli bir metalden yapılmış olan kılıcı dikkatli inceledi. Kökeni ise hepten belirsiz olan bu kılıç için kimileri bir deprem sırasında yeryüzünden yükseldiğini söylerlerdi.
MacGil için bu kılıca bakmak her zaman acı verici bir deneyimdi. Belki iyi bir kraldı; fakat kesinlikle Seçilmiş Olan değildi. Halkı da bunu bilirdi. Düşmanları da. Ne kadar iyi bir kral olursa olsun, asla Seçilmiş Olan olamayacaktı.
Zaten olsaydı, sarayındaki huzursuzluğun ve ona karşı hazırlanan entrikaların epey azalacağından şüphesi yoktu. Halkı ona daha fazla güvenirken, saldırmak, düşmanlarının aklına bile gelmeyecekti. İçten içe kılıcın ortadan kaybolmasını ve bu efsanenin unutulmasını istiyordu. Ancak bunun asla gerçekleşmeyeceğinin de farkındaydı. İşte efsaneler güçlerini de, lanetlerini de bundan alırlardı. Bir ordudan bile güçlü oluşlarından.
En az bininci kez kılıcı inceleyen MacGil, her zamanki gibi onu yerinden kaldıracak kişinin kim olduğunu merak etti. Onun kanından gelen kim böylesi bir güce sahip olacaktı? Kendine bir halef seçmesi gerektiğini hatırlayan MacGil, acaba içlerinden birinin yazgısında bu kılıcı kaldırmak var mıdır, diye düşündü.
Aniden, “O kılıcın yükü çoğu ağırdır.” diyen bir ses duydu.
Hızla o yöne dönen MacGil, küçük odada başka birinin daha olmasına şaşırmıştı.
Argon kapının yanında dikiliyordu. Sesi duyduğu an kime ait olduğunu anlayan MacGil, toplantıya zamanında gelmeyen Argon’a kızgın olmasına kızgındın, ancak adamın bu ani belirişi karşısında memnun olmuştu.
MacGil, “Geç kaldın” dedi.
Argon, “Senin zaman kavramın bana bir şey ifade etmiyor” diye cevapladı.
MacGil bakışlarını tekrar kılıca döndürdü.
MacGil içten bir sesle“Onu kaldırabileceğimi hiç düşünmüş müydün?” dedi. “Kral olduğum o gün?”
Argon kesin bir sesle, “Hayır” dedi.
MacGil dönerek, adama baktı.
“Kaldıramayacağımı biliyordun değil mi? Bunu öngörmüş müydün?”
“Evet.”
MacGil bunun üzerine düşünmeye başladı.
“Bu kadar net cevaplar verdiğin zamanlar bir tedirginlik hissediyorum. Normalde böyle değilsindir.”
MacGil, sessizliğini koruyan Argon’un cevap vermeyeceği anladı.
MacGil, “Bugün varisimi belirliyorum” diye devam etti. “Onu böylesi bir günde belirlemek bana manasız geliyor. Bir kralın çocuğunun düğünden alacağı zevki ortadan kaldırıyor.”
Argon, “Belki bir kralın böylesi şeylerden fazla zevk almaması gerekir” diye cevapladı.
Kendini savunmaya çalışan MacGil, “Fakat hüküm süreceğim yıllar henüz çok fazla” dedi.
Argon, “Belki sandığın kadar fazla değildir” dedi.
Meraklanan MacGil dikkatle Argon’a baktı. İma ettiği bir şey mi vardı?
Ancak Argon konu hakkında başka bir şey demedi.
“Altı çocuk. Sence hangisini seçmeliyim?” diye sordu MacGil.
“Bana neden soruyorsun ki? Seçimini çoktan yaptın.”
MacGil ona baktı. “Sezgilerin fazla kuvvetli. Evet, bir seçim yaptım. Fakat yine de senin ne düşündüğünü öğrenmek istiyorum.”
“Bence bilgece bir tercihte bulundun” dedi Argon. “Fakat unutma; bir kral mezarından yönetemez. Sen istediğin kadar seçimini yapmış ol, son kararı verecek olan kaderdir.”
MacGil içten bir şekilde, “Yaşayacak mıyım, Argon?” diye sordu. Önceki gece onu uykusundan kaldıran dehşet verici kabusu gördüğünden beri bu soruyu sormak istemişti.
“Kabusumda bir karga vardı” diye devam etti. “Birden ortaya çıkarak, tacımı çaldı. Ondan sonra gelen başka bir karga ise beni havalandırıp, uzaklara götürmeye başladı. Arkamı dönüp baktığım zaman, tüm krallığımın yerle bir olduğunu gördüm. Ben oradan uzaklaşırken, her yer siyaha bürünmeye başlamıştı.”
Bir cevap vermesini beklediği Argon’a, yaşaran gözleriyle baktı.
MacGil, “Bu sadece bir rüya mıydı? Yoksa bir anlamı var mı?” diye sordu.
“Rüyalar her zaman bir rüyadan fazlasıdır, öyle değil mi?”
Bunu duymak MacGil’i mahvetti.
“Bana en azından tehlikenin nereden geleceğini söyle?”
Argon ona doğru yaklaşarak doğrudan gözlerinin içine baktı. Adamın bakışları o kadar kuvvetliydi ki, MacGil kendini sanki birinin gözlerine değil de, bambaşka bir alemin içine bakıyormuş gibi hissetti.
Kulağına doğru eğilen Argon, şunları fısıldadı, “Her zaman olduğu gibi, sandığından daha da yakın birinden.”