Читать книгу Şeref Yemini - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 8
BÖLÜM İKİ
ОглавлениеErec ormanın bir ucundaki tepenin üzerinde durmuş, yaklaşmakta olan küçük orduyu izliyordu. Yüreğinde sanki bir ateş yanıyordu. O böyle bir gün için doğmuştu. Bazı savaşlarda, adaletli ile adaletsiz olanlar arasındaki çizgi çok ince olurdu, ama bu savaş öyle değildi. Baluster Lordu hiç utanmadan onun karısını çalmış, bunu yaptığı için böbürlenmekle kalmamış, özür de dilememişti. Yaptığı işin bir suç olduğu kendisine bildirilmiş ve yanlıştan dönmesi için fırsat verilmişti ama o, buna rağmen hatasını düzeltmeyi reddetmiş ve düşmanlarının tepkisini çekmek için adeta çanak tutmuştu. Belki de bu konuyu kendi haline bırakmaları gerekiyordu – özellikle de adam artık hayatta olmadığına göre…
Ama işte orada, bu ikinci derecedeki lordun paralı askerleri olarak yüzlercesi bir araya gelmiş, atlarını ona doğru sürüyorlardı. Hepsinin tek bir amacı vardı: Erec’i öldürmek… Ve bunu da sadece o adam onlara para verdiği için yapmak istiyorlardı. Parlak, yeşil zırhlarının içinde, Erec’e doğru saldırıya geçtiler ve yaklaşınca savaş çığlıkları atmaya başladılar. Sanki bu onu korkutabilirmiş gibi…
Erec korkmuyordu. Buna benzer sürüyle savaş görmüştü o. Tüm eğitim yılları boyunca tek bir şey öğrendiyse, o da adaletin yanında savaştığı vakit asla korkmaması gerektiğiydi. Ona öğretildiği kadarıyla, adalet her zaman tecelli etmezdi belki, ama ona inanan kişiye on kişinin gücünü verirdi.
Yüzlerce askerin ona doğru gelmekte olduğunu görmesine ve o gün ölebileceğini bilmesine rağmen, Erec’in hissettiği şey korku değildi. Ona ölümünü en onurlu bir şekilde karşılama şansı verilmişti, bu da tanrının bir lütfuydu. Zafer için ant içmişti ve o ant bugün gerçekleşmeyi bekliyordu.
Erec kılıcını çekti ve yokuş aşağı, ona karşı saldırıya geçen orduya doğru koşmaya başladı. O anda, güvenilir atı Warkfin’in yanında olmasını ve savaşa onun sırtında girebilmeyi her şeyden çok isterdi, ama Warfkin’in Alistair’i Savaria’ya, Dük’ün sarayının güvenli ortamına geri götürdüğünü hatırlayınca içini bir huzur kapladı.
Erec, askerlere yaklaşık elli metre kala, aniden hızlandı ve tam ortalarındaki öncü şövalyeye doğru atıldı. Askerler hızlarını kesmediler, Erec de… Az sonraki çarpışma için hazırdı.
Erec tek bir avantajı olduğunu biliyordu: üç yüz adamın tek bir adama karşı aynı anda saldırıya geçmesi fiziksel olarak mümkün değildi; aldığı eğitimlerden atın üzerinde savaşan en fazla altı adamın bir adama saldıracak kadar yaklaşabileceğini öğrenmişti. Yani Erec’e göre, başarılı olma şansı üç yüze karşı bir değil, altıya karşı bir idi. Her seferinde karşısına çıkan altı kişiyi öldürdüğü takdirde, savaşı kazanma şansı vardı. Bu, sadece bunu yapacak dayanma gücünün olup olmamasıyla bağlantılı olan bir durumdu.
Yokuş aşağı son hızla inerken, Erec belinden bu iş için en uygun olan silahını çıkardı. Bu, on metre uzunluğunda ve ucunda çivili, metal bir top olan bir zincirli bir kırbaçtı. Tuzak kurulması gereken yollarda veya tam da bu gibi durumlarda kullanmak üzere yapılmış bir silahtı.
Erec son ana, ordunun tepki veremeyeceği bir ana kadar bekledi. Sonra, zincirli kırbacını başının üzerinde döndürerek salladı ve karşıya doğru fırlattı. Hedef olarak küçük bir ağacı seçmişti. Çivili silah ağacın etrafına dolanınca, Erec kendisini yere atarak dizlerini karnına çekti, böylece bir süre sonra ona fırlatılacak olan mızraklara karşı korunmuş olacaktı. Silahın sapını gücünün elverdiği ölçüde sıkı bir şekilde tutmaya çalıştı.
Zamanlaması çok yerindeydi: ordu gerçekten de tepki verecek vakit bulamamıştı. Savaşçılar tuzağı son anda fark ettiler ve dizginleri çekerek atları durdurmaya çalıştılar, ama çok hızlı gidiyorlardı ve bunu yapmak için yeterince vakitleri yoktu.
İlk sıra olduğu gibi zincire takıldı. Çivili zincir tüm atların ayaklarını kesti. Sürücüler yüz üstü yere düştüler, atlar da onların üzerine düştü. Onlarca savaşçı bu karmaşa içinde ezilip öldü.
Erec’in de neden olduğu bu zayiattan gurur duyacak vakti yoktu. Nitekim ordunun bir kanadı daha savaş çığlıkları atarak üstüne saldırdı ve Erec onları karşılamak için ayaklarının üzerinde dikildi.
Düşmanın öncü şövalyesi mızrağını kaldırınca, Erec ne gibi avantajları olduğunu düşündü. Atı yoktu, o yüzden bu adamlarla aynı göz hizasında olamıyordu. Ama daha alçakta olduğu için, ayaklarının yerde olmasının verdiği avantajı kullanabilirdi. Erec kendisini hemen yere attı ve bir top gibi yuvarlandıktan sonra kılıcını kaldırarak adamın atının bacaklarını kesti. At iki büklüm oldu ve sürücüsü de silahını bırakmaya fırsat bulamadan yere düşüp, başını şiddetle yere çarptı.
Erec yerde yuvarlanmaya devam etti ve diğer atların ayakları altında ezilmekten kurtulmayı başardı. Ama askerlerin pek çoğu bunu başaramayıp, yerdeki hayvana takıldılar. Onlarca at yere çakıldı ve bir toz bulutu kaldırarak ordunun içinde bir karmaşaya neden oldular.
Erec’in de beklediği buydu zaten: biraz toz, biraz zihin karışıklığı ve yere düşen düzinelerle asker…
Erec ayağa fırladı, kılıcını kaldırdı ve başına inmek üzere olan bir kılıcı engelledi. Geriye dönerek önce bir mızrağı, sonra da bir kargıyı ve sonra da bir baltayı durdurdu. Her tarafından yağmakta olan darbelere karşı müthiş bir savunma yaptı, ama bunu sonsuza dek sürdüremeyeceğini biliyordu. Hayatta kalma şansını arttırmak için yapması gereken şey, hiç beklemeden atağa geçmekti.
Erec bir top gibi yerde yuvarlandı, ayağa kalktı, dizinin üzerine çöktü ve kılıcını bir mızrakmış gibi fırlattı. Kılıç havada uçtu ve onun en yakınındaki savaşçının göğsüne saplandı. Adamın gözleri fal taşı gibi açıldı ve yanlamasına yere düşerek öldü.
Bu fırsatı kaçırmayan Erec adamın silahını elinden alarak, onun atına atladı. Gümüşten yapılmış, kakmalı, uzun bir saptan ve ucunda üç adet çivili top olan dört ayak uzunluğunda bir zincirden oluşan bu silahı uzaktan bile gözüne kestirmişti. Erec geriye doğru çekilip onu başının üzerinde döndürdü ve birkaç düşmanının elindeki silahları bu şekilde yere indirmeyi başardı; sonra yine döndürdü ve üç tanesini atlarından düşürdü.
Erec daha sonra bakışlarını savaş meydanında gezdirdi ve düşmana epeyce büyük bir zayiat verdirmiş olduğunu gördü. Yaklaşık yüz şövalye yerde yatıyordu. Ama en az iki yüz asker daha vardı ve bunlar da yeniden bir araya gelmeye başlamışlardı ve ona saldırmaya hazırlanıyorlardı. Ve hepsi de çok kararlı görünüyorlardı.
Erec atını onlara doğru sürdü ve kendisine özgü bir savaş çığlığı attı. Sonra, zincirli silahını daha da yükseğe kaldırarak Tanrı’ya ona güç vermesi için dua etti.
*
Alistair, bütün gücüyle Warfkin’e tutunup bağırdı. At dörtnala onu tanıdık yollardan geçirip Savaria’ya götürüyordu. Bütün yol boyunca hayvana bağırmış, onu ayaklarıyla dürtmüş ve geri dönmesi ve onu Erec’e götürmesi için elinden geleni yapmıştı. Ama hayvan onu dinlememişti. Alistair böyle bir atla ilk kez karşılaşıyordu. Bu at sadece ve sadece kendi efendisinin sözünü dinliyor ve kararlılıkla ona itaat ediyordu. Onu Erec’in istediği yere götürmek için emir aldığı açıkça belli oluyordu. Alistair sonunda yapabileceği hiç bir şey olmadığı gerçeğini kabul edip, duruma boyun eğdi.
Şehrin kapılarından geçerken Alistair uzun bir süre sözleşmeli köle olarak yaşadığı bu şehre geri döndüğü için karışık duygular içindeydi. Gördüğü her şey ona tanıdık geliyordu, ama bir yandan da onu taciz eden hancıyla ve bu yerle ilgili olan tüm kötü şeylerle ilgili anılarını da davet ediyordu. Erec’le birlikte buradan ayrılmayı ve onunla yeni bir hayat sürdürmeyi o kadar sabırsızlıkla beklemişti ki… Bu kapıların içinde kendisini güvende hissediyordu, ama içinde oralarda tek başına bir orduyla baş etmesi gereken Erec’le ilgili çok kötü önseziler vardı. Bu düşünce onu hasta ediyordu.
Warfkin’in geri dönmeyeceği belli olunca, Alistair yapabileceği ikinci iyi şeyin Erec’e yardım göndermek olduğunu anlamıştı. Erec ona burada, bu kapıların sağladığı güven ortamında kalıp beklemesini söylemişti ama bu onun yapmak istediği en son şeydi. O ne de olsa bir kral kızıydı. Korkması veya çatışmadan kaçması beklenemezdi. Erec’in tam dengiydi o… Onun gibi soylu ve kararlıydı. Erec’e bir şey olduğu takdirde, yapayalnız yaşaması söz konusu bile olamazdı.
Alistair bu kraliyet şehrini iyi tanıdığı için, Warfkin’i Dük’ün şatosuna yönlendirdi. Şimdi artık şehir kapılarının içinde oldukları için, hayvan onu dinliyordu. Atı şatonun girişine doğru sürdü, attan indi ve onu durdurmak isteyen görevlileri iterek ellerinden kurtuldu. Hizmetkârlık yaparken çok iyi tanıdığı mermer koridorlarda koşmaya başladı.
Alistair kabul salonuna açılan geniş kapıları büyük zorluklarla kırarak açtı ve Dük’ün özel odasına daldı.
Hepsi de kraliyet giysileri içinde olan konsey üyelerinden birkaçı dönüp ona baktı. Etrafında birkaç şövalye olan Dük’se odanın tam ortasında oturuyordu. Herkesin yüzünde şaşkın bir ifade vardı; Alistair hiç şüphesiz önemli bir işin yarıda kesilmesine neden olmuştu.
“Sen de kimsin, kadın?” diye bağırdı birisi.
“Dük’ün resmi toplantısını hangi cüretle yarıda kesiyorsun?” diye haykırdı bir diğeri.
Dük ayağa kalkarak, “Bu kadını tanıyorum,” dedi.
“Ben de,” dedi, Brandt. Alistair onun Erec’in arkadaşı olduğunu biliyordu. “Sen Alistair’sin, öyle değil mi?” diye sordu Brandt. “Erec’in yeni eşi?”
Alistair gözyaşları içinde ona doğru koştu ve ellerini yakaladı.
“Lütfen Lordum, bana yardım edin. Erec’le ilgili!”
“Ne oldu?” diye sordu Dük, panik içinde.
“O çok büyük bir tehlike içinde. Şu anda tek başına koca bir orduyla karşı karşıya! Benim orada kalmama izin vermedi. Lütfen! Yardıma ihtiyacı var!”
Şövalyeler tek bir sözcük bile etmeden ayağa fırladılar ve hiç tereddüt etmeden koşarak odadan dışarıya çıktılar; Alistair de dönerek onlarla birlikte koşmaya başladı.
“Sen burada kal!” diye onu uyardı Brandt.
“Asla!” diye bağırdı Alistair, onun arkasından koşarak. “Sizi ona ancak ben götürebilirim!”
Hepsi birden, tek beden halinde koridorlarda koşarak şato kapılarından çıktılar ve bir an bile tereddüt etmeden, büyük bir grup halinde onları avluda bekleyen atlarına bindiler. Alistair yine Warkfin’in üzerine atladı ve onu dehleyerek grubun önüne geçti. O da diğerleri gibi bir an önce yola çıkmak için sabırsızlanıyordu.
Dük’ün avlusundan geçerlerken, etraflarındaki tüm askerler de atlarına binip onlara katıldılar. Öyle ki, Savaria kapılarından çıktıklarında onlara en az yüz kişiden oluşan ve sayıları giderek artan askeri bir birlik eşlik ediyordu. Alistair atını, Brandt ve Dük’le birlikte en önde sürüyordu.
“Erec senin bizimle birlikte geldiğini bir öğrenirse, kellem tehlikede demektir,” dedi Brandt, onun yanında giderken. “Lütfen bize onun nerede olduğunu söyleyin, leydim.”
Ama Alistair inatla başını iki yana doğru salladı. Atı dörtnala koştururken, etrafındaki adamların atlarının çıkardığı gürültüyü duymazdan gelmeye ve gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyordu.
“Erec’i terk etmektense mezara girmeyi yeğlerim!”