Читать книгу Onurun Bedeli - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 9

BÖLÜM ÜÇ

Оглавление

Duncan ipten aşağı kayarken yanından geçip giden hava akımını hissetti. Kos’un görkemli tepesinden aşağı inerken, can havliyle tutunuyor, hayal edebileceğinden çok daha hızlı kayıyordu. Etrafındaki adamları, Anvin, Arthfael, Seavig, Kavos, Bramthos ve daha binlercesi de iplerden aşağı kayıyordu. Duncan’ın, Seavig’in ve Kavos’un adamları birbirine karışmış, tek bir ordu haline gelmişti ve buzun üzerinde sıralar halinde kayıyordu. Disiplinli ordu birbirlerinin üzerinden sıçrayarak ilerliyor, zemine varmadan önce fark edilmemeyi umuyordu. Duncan ayaklarının buza temas ettiğini hissettiğinde kendini hemen tekrar itti, aşağı doğru hareket etti. Ellerinin parçalanmasını sadece Kavos’un ona verdiği kalın eldivenler engelliyordu.

Duncan, neredeyse serbest düşme halinde olan ordusunun ne kadar hızlı hareket edebildiğine hayranlıkla baktı. Kos’un tepesindeyken Kavos’un bu büyüklükte bir orduyu nasıl hızla ve hiç adam kaybetmeden aşağı indirmeyi planladığına dair en ufak bir fikri yoktu; ellerinde, onları bu kadar problemsiz bir şekilde aşağı indirmeye yetecek kadar çok ip ve buz baltası olduğunu bilmiyordu. Bu adamlar buzda yaşamak üzere doğmuş adamlardı ve bu yıldırım hızındaki iniş onlar için sıradan bir dağ yürüyüşü gibiydi. Nihayet neden kapana kısılanın neden yukarıda yaşayan Koslular değil de aşağıdaki Pandesialılar olduğunu söylediklerini anlamıştı.

Kavos iki ayağını birden dağdan çıkıntı yapan geniş bir platoya basarak ani bir şekilde durdu. Hemen yanında Duncan da durdu ve iniş yolunun ortasında tüm adamlar bir anlığına orada durakladılar. Kavos platonun ucuna ilerlerken Duncan da ona eşlik etti. Aşağı eğilip altlarında salınan iplere baktı; ipler batan güneşin son ışıkları altında, uzakta, sislerin içinde sallanıyordu. Duncan aşağıda, dağın tabanında yayılan taş Pandesia garnizonunu ve içindeki binlerce askeri görebiliyordu.

Duncan dönüp Kavos’a baktı. Kavos da gözlerinde bir zevk parıltısıyla kendisine bakıyordu. Duncan daha önce hayatında birkaç kez gördüğü bu parıltıyı hemen tanıdı; bu, savaşa girmek üzere olan gerçek bir savaşçının yaşadığı aşırı mutluluk halinin parıltısıydı. İtiraf etmeliydi ki, aynı şeyi Duncan da hissediyordu, damarları karıncalanıyor, karnı geriliyordu. Aşağıdaki Pandesialıların görüntüsü hemen yanı başındaki adam gibi onda da bir çarpışma heyecanı yaratmıştı.

“İstediğin başka herhangi bir yere inebilirdin” dedi zemini inceleyen Duncan. “Büyük bir bölüm boş. Bir yüzleşmeden kaçınabilir ve doğrudan başkente gidebilirdik. Fakat sen Pandesialıların en güçlü olduğu noktayı seçtin.”

Kavos genişçe gülümsedi.

“Aynen öyle” diye yanıtladı. “Kos’un erkekleri yüzleşmeden kaçınmaz; biz onun peşinden gideriz.” Daha da geniş bir şekilde sırıttı. “Ayrıca” diye ekledi “şimdiden gireceğimiz bir çarpışma bizi başkente gitmeden önce ısıtacaktır. Ve bundan sonra Pandesialıların dağımızın çevresini sarmaya karar vermeden önce iki kez düşünmelerini sağlamak istiyorum.”

Kavos dönüp komutanı Bramthos’a başıyla işaret verdi. Bramthos adamlarını topladı ve hepsi birden yamacın ucunda duran devasa buz kütlesine hücum etti. Hepsi aynı anda, tek vücut halinde omuzlarını dev buz kütlesine yasladı.

Duncan adamların ne yapmaya çalıştığını anladı ve adamlarını toplayan Anvin ve Arthfael’e başıyla işaret etti. Seavig ve adamları da diğerlerine katıldı ve hepsi tek vücut halinde itmeye başladı.

Duncan ayaklarını buza gömdü ve itti. Kütlenin ağırlığı altında zorlanıyor, ayakları kayıyor, tüm gücüyle itiyordu.

“Bir karşılama hediyesi mi?” diye sordu Kavos’un yanında homurdanan Duncan gülümseyerek.

Kavos gülümsedi.

“Yalnızca, gelişimizin ufak bir habercisi.”

Kısa bir süre sonra Duncan buzda bir çatırtı duydu, öne eğilip buz kütlesinin yamacının ucundan aşağı yuvarlanışını hayranlıkla izledi. Diğerleriyle birlikte hızla geri çekildi ve buz kütlesinin, buzdan duvarda seke seke, git gide hız kazanarak aşağı yuvarlanışını izledi. Neredeyse dokuz metre çapındaki dev kütle doğrudan aşağı düştü ve aşağıdaki Pandesia kalesinin üzerine bir ölüm meleği gibi çöktü. Duncan az sonra gerçekleşecek patlama için kendini hazırladı, aşağıdaki askerler her şeyden habersiz, öylece duran birer hedefti.

Buz kütlesi taş garnizonun tam merkezine indi. Çarpmanın sesi Duncan’ın hayatında duyduğu hemen her şeyden kuvvetliydi. Sanki Escalon’a bir göktaşı çarpmış gibiydi. Çarpmanın sesi o kadar kuvvetli yankılanıyordu ki Duncan kulaklarını kapatmak zorunda kalmıştı. Ayağının altındaki zemin sarsılıyor, dengesini kaybetmesine sebep oluyordu. Dev bir taş ve buz bulutu yükseldi. Metrelerce yüksekti. Hava, aşağıdaki adamların, o kadar yüksekten bile duyulabilen bağırış ve çığlıklarıyla doldu. Taş garnizonun yarısı çarpmanın etkisiyle imha edilmişti ve buz kütlesi, önüne çıkan adamları ezerek, binaları dümdüz ederek ve ardında büyük bir yıkım ve kargaşa bırakarak yuvarlanmaya devam ediyordu.

“KOS’UN ERKEKLERİ!” diye bağırdı Kavos. “Bizim dağlarımıza yaklaşmaya kim cesaret edebilir?”

Binlerce adamı aniden Kavos’un peşinden atağa geçip yamacın ucundan aşağı atlarken büyük bir bağrış yükseldi. Adamlar iplere tutunarak, büyük bir hızla aşağı kayıyorlardı; temelde dağdan aşağı serbest düşme yapıyorlardı. Duncan da Kavos’u takip etti ve adamlarıyla birlikte iplere tutunarak aşağı atladılar. O kadar hızlı iniyorlardı ki güçlükle nefes alabiliyordu. Yere çarptığı zaman boynunu kıracağına kesin gözüyle bakıyordu.

Saniyeler sonra, onlarca metre aşağıdaki dağ zeminine, bir toz ve buz bulutunun içinde sert bir iniş yaptığını hissetti. Yuvarlanmakta olan buz kütlesinin gümbürtüsü hala yankılanıyordu. Adamların hepsi yüzlerini garnizona döndü. Kılıçlarını çekip ileri atılırlarken büyük bir savaş çığlığı attılar. Hepsi birden Pandesia kampındaki kargaşanın ortasına doğru gidiyordu.

Çarpmanın etkisiyle hala sersemlemiş halde olan Pandesia askerleri dönüp üzerlerine doğru saldırıa geçmiş olan bir ordu görünce şoke oldular. Böyle bir şeyi beklemedikleri açıkça belli oluyordu. Sersemlemiş, hazırlıksız yakalanmış, komutanlarından birçoğu buz kütlesi tarafından ezilip ölmüş askerler, dengelerini kaybetmiş, düzgün düşünemiyormuş gibi görünüyordu. Duncan, Kavos ve adamları üzerlerine saldırdığında, bir kısmı arkasını dönüp kaçmaya başladı. Diğerleri kılıçlarına uzandı fakat Duncan ve adamları üzerlerine çekirge sürüsü gibi çöktü ve daha adamlar kılıçlarını çekmeye bile fırsat bulamadan onları hakladılar.

Duncan ve adamları hiç tereddüt etmeden kampa saldırdı; zamanın ne kadar değerli olduğunun farkındalardı ve buz kütlesinin bıraktığı yıkım izlerini takip ederek, sağda solda toparlanmaya başlayan askerleri yere serdiler. Duncan kılıcını her yana savuruyor, bir adamın göğsüne saplıyor, bir diğerinin yüzüne kılıcının kabzasıyla vuruyor, üzerine gelen bir başkasına tekme atıyor ve başına doğru balta savuran bir adamdan sakınmak için eğilip omzuyla adamı yere deviriyordu. Duncan duraklamadı, önüne çıkan herkesi deviriyordu. Hala sayıca düşmanlarından az olduklarının bilincindeydi ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde, öldürebildiği kadar çok adamı öldürmesi gerektiğini biliyordu.

Hemen yanındaki Anvin, Arthfael ve diğer adamları da ona katılmış, birbirlerinin arkasını kollayarak ilerliyor, her yönde toparlanmakta olan askerleri yere seriyordu. Metal şakırtıları savaş alanını doldurmuştu. Büyük çaplı bir savaşa girmiş olan Duncan adamlarının enerjilerini saklamalarının, bu yüzleşmeden kaçınıp Andros’a ilerlemelerinin daha akıllıca olduğunu biliyordu. Fakat aynı zamanda Kos’un adamlarının onurunun bu çarpışmayı mecbur kıldığını da biliyordu ve onların ne hissettiğini anlayabiliyordu. En akıllıca eylem her zaman insanın aklından geçen olmayabiliyordu.

Kampın içinde büyük bir hız ve disiplinle ilerlediler. Pandesialılar öylesine dağılmışlardı ki toparlanıp organize bir şekilde karı koymakta zorlanıyorlardı. Her ne zaman bir komutan öne çıksa veya bir birlik oluşsa Duncan ve adamları onları alaşağı ediyordu.

Duncan ve adamları garnizonun içinde fırtına gibi hareket ettiler. Nihayet kalenin sonuna gelip durduğunda ancak bir saat kadar bir süre geçmişti. Üstü başı kan revan içinde dönüp her yöne baktı ve kalede öldürülebilecek başka kimsenin kalmamış olduğunu fark etti. Alacakaranlık çökerken, nefes nefese duruyordu. Dağlara bir sis çökmekteydi ve her yer esrarengiz bir şekilde sessizdi.

Kaleyi ele geçirmişlerdi.

Bunun farkına varan adamlar bir sevinç çığlığı attı. Duncan olduğu yerde durmuş, kılıcındaki ve zırhındaki kanı silip, anın tadının çıkarırken, Anvin, Arthfael, Seavig, Kavos ve Bramthos yanına geldi. Kavos’un kolunda kan damlayan bir yara olduğunu fark etti.

“Yaralanmışsın” dedi yarasının farkında değilmiş gibi görünen Kavos’a.

Kavos yaraya baktı ve omuz silktikten sonra gülümsedi.

“Bir güzellik izi” diye cevapladı.

Duncan savaş alanını gözden geçirdi. Alanda birçok ölü vardı ve bunların çoğunluğunu Pandesialılar oluşturuyordu; kendi adamlarından çok az ölen vardı. Daha sonra başını kaldırıp, üzerlerinde ihtişamla dikilen ve bulutların arasında kaybolan, buzlu Kos tepelerine baktı ve ne kadar yükseğe tırmanmış olduklarına ve bu yüksekliği ne kadar büyük bir hızda indiklerine hayret etti. Yaptıkları, yıldırım hızında bir saldırıydı, sanki gökten ölüm yağmıştı ve plan işe yaramıştı. Saatler önce ele geçirilemezmiş gibi duran Pandesia garnizonu artık ellerindeydi ve dümdüz bir harabeye dönmüştü. İçindeki tüm adamlar şimdi kan gölü içinde, alacakaranlık gökyüzü altında, yerde yatıyordu. Manzara gerçeküstü gibiydi. Koslu savaşçılar kimseye ayrıcalık tanımamış, kimseye acımamıştı ve durdurulamaz bir güç haline gelmişti. Duncan artık onlara daha bir saygı duyuyordu. Onlar Escalon’un özgürleştirilmesinde hayati önem taşıyan ortakları olabilirdi.

Kavos da nefes nefese bir şekilde, cesetleri inceledi.

“İşte ben buna çıkış planı derim” dedi.

Duncan onun cesetleri incelerken ve adamları silahlarından ölümü sıyırırken sırıttığını görebiliyordu.

Duncan başıyla onayladı.

“Ve güzel bir çıkış oldu” diye cevapladı.

Duncan dönüp batıya, kalenin dışına, batmakta olan güneşe doğru göz gezdirdi ve gözüne bir hareketlilik takıldı. Gözlerini kıstı ve kalbini ısıtan bir manzara gördü, bir şekilde görmeyi umduğu bir manzaraydı bu. Ufukta, kendi savaş atı, sürünün, yüzlerce savaş atının önünde gururla duruyordu. Atı her zaman Duncan’ın nerede olacağını sezerdi ve orada, sadık bir şekilde onu bekliyor olurdu. Duncan duygulanmıştı, eski dostunun, ordusunu başkente götürecek olduğunu biliyordu.

Duncan bir ıslık çaldı ve atı dönüp ona doğru koşmaya başladı. Diğer atlar da onu takip etti ve alacakaranlık gökyüzünü, karlı zeminde onlara doğru dörtnala koşarak gelen at sürüsünün çıkarttığı gümbürtü doldurdu.

Duncan’ın yanında duran Kavos hayranlık içinde başını salladı.

“Atlar” dedi Kavos onların yaklaşmalarını seyrederken, “Kendim Andros’a yürüyerek gidebilirdim.”

Duncan gülümsedi.

“Gidebileceğinden eminim dostum.”

Atı yakınına geldiğinde Duncan öne çıktı ve eski dostunun sağrısını okşadı. Duncan atına bindi ve onunla birlikte tüm adamları da atlarına bindiler. Binlerce adamdan oluşan at sırtında bir ordu… Atlarının sırtında, tepeden tırnağa silahlı bir şekilde oturmuş alacakaranlığı tarıyorlardı ve artık önlerinde başkente giden karlı vadilerden başka hiçbir şey yoktu.

Duncan, nihayet bir eşikte olduklarını hissettiğinden içi heyecanla dolmuştu. Zaferi hissedebiliyor, havada zaferin kokusunu alabiliyordu. Kavos onları dağdan aşağı indirmişti, şimdi gösteri sırası kendisindeydi.

Duncan kılıcını çekerken tüm adamların, tüm orduların gözlerinin üzerinde olduğunu hissediyordu.

“SAVAŞÇILAR!” diye bağırdı. “Andros’a hücum!”

Herkes hep bir ağızdan büyük bir savaş çığlığı attı ve onunla birlikte, karlı vadilerin arasında, gecenin içine doğru atağa kalktı. Hepsi de başkente ulaşıp hayatlarındaki en büyük savaşa başlayana kadar hiçbir sebeple durmamaya hazırdı.

Onurun Bedeli

Подняться наверх