Читать книгу Bir Kahramanlık Ocağı - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 15

BÖLÜM SEKİZ

Оглавление

Sırtı taş duvara yaslı olan Duncan, uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken acıyı zihninden uzaklaştırmaya çalıştı. Prangalar el ve ayak bileklerini kesiyor, onu uyanık tutuyordu. Hepsinden ötesi susuzluktan ölüyordu. Boğazı o kadar kurumuştu ki, yutkunamıyor, aldığı her nefeste canı yanıyordu. En son ne zaman bir yudum su içtiğini hatırlayamıyordu ve açlıktan bitap düştüğünü, kıpırdayacak hali kalmadığını hissediyordu. O hücrede çürüyüp gitmekte olduğunun farkındaydı ve eğer cellat kısa süre sonra gelmezse açlık zaten onu öldürecekti.

Duncan günlerdir olduğu gibi bilinç ve bilinçsizlik hali arasında gidip geliyordu. Acı onu ele geçiriyor, adeta kimliğinin bir parçası haline geliyordu. Gözlerinin önünde gençliğinden, açık arazilerde, eğitim alanlarında, savaş meydanlarında geçirdiği zamanlardan görüntüler belirip kayboluyordu. İlk savaşlarından, çok eski günlerden, Escalon’un özgür ve refah içindeki günlerinden anılarını hatırlıyordu. Fakat bu görüntüler, gözlerinin önünde aniden beliren iki ölü oğlunun yüzleriyle bölünüyor, onu rahat bırakmıyordu. Acıdan paramparça olmuştu. Başını sallayıp her şeyi unutmaya çalışıyor fakat başaramıyordu.

Duncan kalan tek oğlu Aidan’ı düşündü ve onun Volis’te güvende olduğunu ve Pandesialıların oraya henüz ulaşmamış olduğunu umdu. Daha sonra düşünceleri Kyra’ya yoğunlaştı. Onun daha çocukluk zamanlarını düşündü, onu yetiştiriyor olmaktan duyduğu gururu hatırladı. Kızının tüm Escalon’u geçen yolculuğunu düşündü ve Ur’a ulaşıp ulaşamadığını, dayısıyla buluşup buluşamadığını, güvende olup olmadığını merak etti. Kızı onun bir parçasıydı ve artık önemli olan tek parçasıydı. Onun güvende olması kendisinin hayatta olmasından çok daha önemliydi. Onu tekrar görebilecek miyim, diye merak etti. Onu görebilmeyi çok istiyor olsa da aynı zamanda, oradan uzakta, tüm bu olan bitenden ayrı olmasını da istiyordu.

Hücre kapısı çarpılarak açıldı ve Duncan karanlığın içine gözlerini dikerken sarsıldı. Karanlıkta yürüyen ayak sesleri duyuldu ve Duncan yürüyüş biçiminden yaklaşanın Enis’in çizmeleri olmadığını anladı. Karanlık, duyma yeteneğinin daha keskin hale gelmesini sağlamıştı.

Asker yaklaşırken Duncan onun, kendisine işkence yapmak veya onu öldürmek için geldiğini düşündü. Duncan hazırdı. Ona ne isterlerse yapabilirlerdi; Duncan içten içe çoktan ölmüştü.

Duncan son derece ağırlaşmış gözlerini açtı ve toplayabildiği tüm güçle kimin geldiğini görmeye çalıştı. Yaklaşanın en iğrendiği adamın yüzü olduğunu görünce şoke oldu: Barisli Bant. Hain. İki oğlunu öldüren adam…

Bant, yüzünde tatminkâr bir sırıtışla yaklaşıp eğilirken Duncan ona dik dik baktı. Bu yaratığın orada ne arıyor olabileceğini merak etti.

“O kadar da güçlü değilsin, öyle değil mi Duncan?” diye sordu Bant birkaç adım öteden. Duncan’ın karşısında, elleri belinde durdu. Kısa boylu, tıknaz, küçük ağızlı adamın yüzünde çiçek bozuğu izleri vardı.

Duncan ileri atılıp onu parçalarına ayırmak istese de zincirler ona engel olmuştu.

“Oğullarımın hesabını vereceksin” dedi Duncan öksürerek. Boğazı aşırı derecede kurumuştu ve kelimeler ağzından istediği sertlikte çıkmıyordu.

Bant kısa ve kaba bir şekilde güldü.

“Öyle mi?” diye alay etti. “Burada son nefesini vereceksin. Oğullarını öldürdüm ve istersem seni de öldürürüm. Sadakatimi gösterdikten sonra artık Pandesia’nın desteği arkamda. Fakat seni öldürmeyeceğim. Bu çok kibar olur. Seni burada çürümeye bırakacağım.”

Duncan içinde soğuk bir hiddetin kabardığını hissetti.

“O halde neden geldin?”

Bant ciddileşti.

“İstediğim sebeple buraya gelebilirim” diye çıkıştı “hiçbir sebep olmasa da gelebilirim. Sadece sana bakmak için geldim. Sana öylece bakmak, zaferimin sonuçlarını görmek için!”

İç geçirdi.

“Fakat gerçek şu ki, seni ziyaret etmemin bir sebebi var. Senden bir isteğim var ve sana verecek bir şeyim de…”

Duncan ona şüpheci bir şekilde baktı.

“Özgürlüğün” diye ekledi Bant.

Duncan merak içinde ona baktı.

“Peki, bunu neden yapasın ki?” diye sordu.

Bant iç geçirdi.

“Görüyorsun ya Duncan” dedi “sen ve ben çok farklı değiliz. İkimiz de savaşçıyız. Aslında sen her zaman saygı duyduğum bir adam oldun. Oğulların öldürülmeyi hak etmişti; onlar pervasız palavracılardı. Fakat sen” dedi “her zaman saygı duyduğum biri oldun. Burada olmaman gerekiyor.”

Bant duraksayıp Duncan’ı inceledi.

“Senin için yapacağım şey şu” diye devam etti. “Ulusumuza karşı suçlarını halkın önünde itiraf edeceksin ve tüm Andros halkını Pandesia buyruğuna girmeye teşvik edeceksin. Bunu yaparsan Pandesia’nın seni özgür bıraktığını görebilirim.”

Duncan ne diyeceğini bilemez halde öfkeli bir şekilde oturdu.

“Artık Pandesia’nın kuklası mı oldun?” diye sordu sonunda Duncan azarlayarak. “Onları etkilemeye mi çalışıyorsun? Beni teslim edebileceğini göstermeye mi çalışıyorsun?”

Bant dudak büktü.

“Yap bunu Duncan” dedi. “Burada kimseye bir yararın yok, kendine de! Yüce Ra’ya duymak istediği şeyi söyle, yaptıklarını itiraf et ve bu şehre huzur getir. Başkentimizin huzura ihtiyacı var ve bunu yapabilecek tek kişi sensin.”

Duncan birkaç kez derin nefes aldı ve sonunda konuşabilecek gücü topladı.

“Asla” dedi.

Bant öfkeyle baktı.

“Ne kendi özgürlüğüm için” diye devam etti Duncan “ne hayatım için, ne de herhangi bir başka bedel için!”

Duncan Bant’ın kızarmış olduğunu görüp tatminkâr bir şekilde gülümsedi ve sonunda ekledi: “Fakat şunu bil, eğer bir gün buradan kaçarsam, kılıcım kalbinde kendine bir yer bulacak.”

Uzun bir sessizliğin ardından donakalmış olan Bant ayağa kalktı, öfkeli bir şekilde Duncan’a baktı ve başını salladı.

“Benim için birkaç gün daha dayan” dedi “böylece ben de idamını seyredebileyim!”

Bir Kahramanlık Ocağı

Подняться наверх