Читать книгу Cesurun Gecesi - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 6
BÖLÜM BİR
ОглавлениеDuncan geri çekilmeye başlayan sel sularına doğru yürüdü, sular baldırlarına kadar sıçrıyordu, yüzen mezarlığa doğru yürürken etrafında düzinelerce adamı da onunla birlikte ilerliyordu. Ebediakan’ın sel sularından geriye kalanların arasında yürürken, yüzlerce Pandesia askerinin cesedi suyun üzerinde yüzüyor, bacaklarına çarpıyordu. Göz alabildiğine uzanan bir ceset denizi oluşmuştu, Pandesia askerleri su basmış Kanyon’dan taşıyor, geri çekilen sularla birlikte çöle sürükleniyordu. Zaferin vakur havası ortama hâkim olmuştu.
Duncan sularla dolu Kanyon’a baktı, sular köpürürken hala her an ceset fışkırıyordu. Daha sonra dönüp ufka, coşkun dalgalarının damlamaya dönüştüğü Ebediakan’a baktı. İçinde yavaş yavaş zafer heyecanının yükselmeye başladığını hissetti. Her yanda donakalmış adamlarının zafer tezahüratları yükselmeye başlamıştı, hepsi inanamaz bir halde sulara doğru ilerliyor, hepsi yavaş yavaş kazanmış olduklarının farkına varıyordu. Tüm şartlara karşın hayatta kalmış, kendilerinden çok daha büyük bir orduyu alt etmişlerdi. Sonuçta Leifall başarmıştı. Duncan sadık askerlerine, Leifall’a, Anvin’e ve en önemlisi de oğluna karşı büyük bir minnettarlık hissetti. Tüm amansız olasılıklara karşın hiçbiri korkup geri çekilmemişti.
Uzaktan bir gümbürtü duyuldu ve Duncan ufka baktığında Leifall ve aralarında Anvin ve Aidan’ın da bulunduğu Leptuslular’ı görünce içi sevinçle doldu, hepsi onlarla yeniden birleşmek üzere Ebediakan’dan dönüyordu. Leifall’un küçük ordusu da onlara katıldı, yüzlerce adamın zafer naraları oradan bile duyulabiliyordu.
Duncan kuzeye baktı ve uzakta ufkun siyahla kaplı olduğunu gördü. Yaklaşık bir günlük bir mesafede Pandesia ordusunun geri kalanı bulunuyordu, askerler toparlanıyor, yenilgilerinin intikamını almaya hazırlanıyordu. Duncan, bir dahaki sefere binlerce askerle değil fakat yüzbinlere askerle geleceklerini biliyordu.
Duncan zamanlarının az olduğunu anladı. Bir kez şanslı olmuştu fakat dünyanın tüm numaralarını da denese yüzbinlerce kişilik bir orduya karşı direniş göstermelerinin hiçbir yolu yoktu. Ayrıca tüm numaraları tükenmişti. Yeni bir stratejiye ihtiyacı vardı ve bunu çok hızlı bulmak zorundaydı.
Adamları etrafında toplanırken Duncan adamlarının sert ve ağırbaşlı yüzlerine baktı; bu büyük savaşçıların kendisinden liderlik etmesini beklediklerinin farkındaydı. Bir sonraki kararı her ne olursa olsun yalnızca kendisini değil, adamların tamamını ve aslında Escalon’un kaderini etkileyecekti. Bir sonraki kararını bilgece vermeyi bu adamların hepsine borçluydu.
Duncan beynini zorladı, cevabı bulabilmeyi isterken herhangi bir stratejik hamlenin olası tüm yollarını hesaplıyordu. Tüm hamleler büyük risk taşıyordu, hepsi vahim sonuçlara yol açabilirdi ve hepsi de aşağıda, kanyonda yaptıklarından çok daha riskliydi.
“Komutanım?” diyen bir ses duyuldu.
Duncan dönüp baktığında, kendisine saygılı bir ifadeyle bakmakta olan Kavos’un ciddi yüzüyle karşılaştı. Onun arkasındaki yüzlerce adamın da bakışları onun üzerindeydi. Hepsi de emirlerini bekliyordu. Duncan’ı felaketin eşiğine kadar takip etmişler ve hayatta kalmışlardı, hepsi ona güvenmişti.
Duncan derin bir nefes alarak başıyla işaret verdi.
“Pandesialılarla açık arazide karşılaşacağız” diye söze girdi “ve kaybedeceğiz. Bizden hala yüze bir gibi bir oranda sayıca üstünler. Ayrıca bizden daha iyi dinlenmiş haldeler, daha iyi silahları ve donanımları var. Günbatımında ölmüş olabiliriz.”
Duncan iç geçirdi, adamları her bir kelimesini dikkatle dinliyordu.
“Fakat kaçamayız” diye devam etti “kaçmamalıyız da. Ülkeye saldıran troller ve tepemizde dolanan ejderhalar varken kaybedecek zamanımız veya gerilla savaşı için vaktimiz yok. Saklanmak da bizim için söz konusu değil. Bize, istilacıları yenmek ve onları ülkemizden sonsuza dek çıkartmak için gözü pek, hızlı ve etkili bir stratejiye ihtiyacımız var.”
Duncan yaklaşan imkânsız görevi düşünerek uzun bir süre sessiz kaldı. Duyabildiği tek ses çölden doğru esen rüzgârın sesiydi.
“Ne öneriyorsun Duncan?” diye sordu sonunda Kavos.
Kavos’un sözleri kafasının içinde yankılanırken Duncan, baltalı kargısını tutan elini sıkıp gevşeten ve dikkatli bir şekilde kendisine bakmakta olan Kavos’a baktı. Bu büyük savaşçılara bir strateji borçluydu. Yalnızca hayatta kalmak için değil; zafere giden bir yol…
Duncan Escalon’un arazisini değerlendirdi. Bildiği tüm savaşlar arazi yapısı sayesinde kazanılmıştı ve şimdi bu savaşta da elinde kalan tek avantaj anavatanının arazisini iyi tanıyor olması gibi duruyordu. Escalon’da arazinin doğal bir avantaj sağlayabileceği tüm bölgeleri düşündü. Kesinlikle çok özel bir yer olmalıydı, birkaç bin askerin yüzbinlerce askere karşı koyabileceği bir yer… Böyle bir şeye izin verebilecek, Escalon’da, hatta herhangi bir ülkede, çok az yer vardı.
Fakat Duncan babasının ve büyük babasının ona anlatıp içine işlediği efsaneleri ve hikâyeleri, incelediği muhteşem eski zaman savaşlarını hatırladıkça, zihninin en kahramanca, en destansı olanlara, az sayıda orduların çok daha büyük ordulara karşı koyduğu savaşlara kaydığını fark etti. Zihni her seferinde yeniden tek bir yere dönüp geliyordu: Şeytan Vadisi.
Kahramanların diyarı. Birkaç adamın bir orduya kafa tuttuğu, Escalon’un tüm büyük savaşçılarının test edildiği yer. Vadi tüm Escalon’daki en dar geçidi oluşturuyordu ve tüm ülkede belki de arazinin savaşın kaderini tayin edebildiği tek yerdi. Dik yamaçlar ve denize uzanan dağlar, geçmek için çok dar bir koridor bırakıyor, birçok can almış olan Vadi’yi oluşturuyordu. Askerleri tek sıra halinde geçmeye zorluyordu. Orduları tek sıra hale gelmeye zorluyordu. Yeterince iyi konumlanmış ve yiğit birkaç askerin bir orduyla savaşabileceği bir darboğaz yaratıyordu. En azından efsanelere göre böyleydi.
“Vadi” dedi Duncan sonunda.
Tüm gözler büyümüştü. Yavaşça herkes saygılı bir şekilde başını salladı. Vadi ciddi bir karardı; orası olabilecek son çareydi. Orası gidebilecek başka hiçbir yer kalmadığında gidilecek, ölümle yaşam arasında, birinin kurtarılabileceği veya tamamen kaybolacağı bir yerdi. Orası efsanelerin yurduydu. Kahramanların bölgesi…
“Vadi” dedi Kavos sakalını sıvazlarken uzun bir süre başını sallayarak. “Güçlü. Fakat hala bir problem kalıyor.”
Duncan ona baktı.
“Vadi, istilacıları dışarıda tutmak için tasarlanmış bir arazi, içeride değil” dedi. “Pandesialılar ise zaten içerideler. Belki yolu kapatıp onları içeride tutabiliriz. Fakat biz onların dışarı çıkmasını istiyoruz.”
“Atalarımızın zamanından beri hiç” diye ekledi Bramthos “bir istilacı ordu Vadi’yi geçtikten sonra tekrar oradan geçmeye zorlanmadı. Artık çok geç. Oradan çoktan geçtiler.”
Duncan başıyla onayladı; kendisi de aynı şeyleri düşünüyordu.
“Bunu göz önünde tuttum” dedi. “Fakat her zaman bir yol vardır. Belki de onları içeriye, diğer tarafa doğru çekebiliriz. Ve bir kez girdiklerinde yolu kapatır, savunmamızı yaparız.”
Adamlar ona bakarken kafalarının karıştığı belli oluyordu.
“Peki bu nasıl yapmamızı öneriyorsun?” diye sordu Kavos.
Duncan kılıcını çekti, kumda kuru bir alan buldu, ilerledi ve çizmeye başladı. Kılıcı kumda iz bırakırken tüm adamlar da etrafına toplanmıştı.”
“Birkaçımız onları peşimizden içeri çeker” dedi kılıcıyla kumda bir çizgi çizerek. “Geri kalanlarımız diğer tarafta, geçişi kapatmaya hazır halde bekler. Pandesialılara bizi kovaladıklarını, onlardan kaçtığımızı düşündürmeliyiz. Benim ordum vadiden geçtikten sonra tünellerden dönüp, Vadi’nin bu tarafına geri gelir ve geçişi kapatır. Daha sonra hep birlikte bir direniş gösterebiliriz.”
Kavos başını salladı.
“Ra’nın ordusunu o vadiye göndereceğini sana düşündüren nedir?”
Duncan içinde bir kararlılık hissetti.
“Ra’yı anlıyorum” dedi. “Yıkımımızı görmek için can atıyor. Topyekûn bir zafer için yanıp tutuşuyor. Hareketimiz aşırı gururunu tetikleyecektir ve bu yüzden de tüm ordusunu peşimizden gönderecektir.”
Kavos başını salladı.
“Onları vadiye çekecek adamlar” dedi “açıkta kalacak. Tünellere zamanında dönebilmek neredeyse imkânsız olacaktır. O adamlar büyük ihtimalle kapana kısılıp ölecektir.”
Duncan ağırbaşlı bir şekilde başıyla onayladı.
“İşte bu yüzden de o adamları ben komuta edeceğim” dedi.
Adamların hepsi saygı dolu bir ifadeyle kendisine baktı. Sakallarını sıvazlarlarken, hepsinin yüzlerinde endişe ve şüphe okunuyordu, bu planın ne kadar riskli olduğunun farkındalardı.
“Belki işe yarayabilir” dedi Kavos. “Belki Pandesia kuvvetlerini üstümüze çekebilir ve hatta belki onları köşeye kıstırabiliriz. Fakat yine de Ra tüm adamlarını göndermeyecektir. Burada konuşlanmış olanlar onun yalnızca güney kuvvetleri. Topraklarımızda yayılmış durumda başka askerleri de var. Kuzeyi savunan güçlü kuzey ordusu var. Bu destansı çarpışmayı kazansak bile savaşı kazanamayız. Adamları hala Escalon’u ellerinde tutmaya devam eder.”
Duncan da aynı şeyleri düşünerek başıyla onayladı.
“Bu yüzden güçlerimizi bölmemiz gerekiyor” dedi. “Yarımız Vadi’ye giderken, diğer yarımız kuzeye sürecek ve Ra’nın kuzey ordusuna saldıracak. Orduya sen komuta edeceksin.”
Kavos şaşırmış bir şekilde ona baktı.
“Eğer Escalon’u kurtaracaksak, hepsini tek seferde yapmamız gerekiyor” diye ekledi Duncan. “Sen kuzeydeki çatışmayı yöneteceksin. Onları anavatanına, Kos’a götür. Çatışmayı dağlara taşı. Orada kimse senin kadar iyi savaşamaz.”
Kavos başıyla onayladı, fikri beğendiği belli oluyordu.
“Ya sen Duncan?” diye sordu endişeli bir ses tonuyla. “Bizim kuzeyde kazanma şansımız ne kadar zayıfsa, sizin Vadi’de kazanma şansınız çok daha beter.”
Duncan başıyla onayladı ve gülümsedi. Kavos’un omzunu kavradı.
“İhtişam için daha çok şansımız var öyleyse” dedi.
Kavos hayranlık içinde gülümsedi.
“Peki ya Pandesia donanması?” diye araya girdi Seavig, öne çıkarak. “Şimdi bile Ur limanı ellerinde. Denizlerimiz onların elindeyken Escalon kurtarılamaz.”
Duncan bir elini dostunun omzuna koyarak başıyla onayladı.
“İşte bu nedenle sen de adamlarını alıp kıyıya gideceksin” dedi Duncan. “Gizli filomuzu kullan ve gece kuzeye, Acılar’a kadar git. Ur’a gir ve yeterince kurnazlıkla belki onları yenebilirsin.”
Seavig sakallarını sıvazlayarak bakarken gözleri haylazlık ve meydan okuma ile parlıyordu.
“Binlerce gemiye karşı sadece bir düzine kadar gemimiz olacağının farkındasındır” dedi.
Duncan başıyla onayladı ve Seavig gülümsedi.
“Seni sevmemin bir nedeni olduğunu biliyordum” dedi Seavig.
Seavig atına atlarken, adamları da onu takip etti ve tek bir söz daha etmeden harekete geçip adamlarını alıp çöle, denize ulaşmak için batıya doğru yönetmeye başladı.
Kavos öne çıktı, Duncan’ın omzunu kavradı ve gözlerinin içine baktı.
“Hepimizin Escalon için öleceğini biliyordum” dedi. “Yalnızca, bu kadar görkemli bir şekilde öleceğimizi bilmiyordum. Bu, atalarımıza layık bir ölüm olacak. Bunun için sana teşekkür ederim Duncan. Bize muhteşem bir hediye verdin.”
“Ve ben de sana” dedi Duncan.
Kavos dönüp başıyla adamlarına işaret verdi ve tek bir söz daha etmeden hepsi atlarına binip, kuzeye, Kos’a doğru at sürmek üzere harekete geçti. Hepsi istekli naralar atarak at sürüyor, giderlerken dev bir toz bulutu oluşturuyorlardı.
Arkalarında Duncan, kendisinden komut bekleyen birkaç yüz adamıyla tek başına kalmıştı. Dönüp adamlarına baktı.
“Leifall yaklaşıyor” dedi, ufukta onların gelişini izlerken. “Onlar vardığında, hep birlikte Vadi’ye doğru yola çıkacağız.”
Duncan atına binmek üzere ilerlerken, aniden bir ses havayı yardı:
“Komutanım!”
Duncan diğer tarafa döndü ve gördüğü şeyle şoke oldu. Doğudan yalnız başına bir figür yaklaşıyor, çölün üzerinden onlara doğru yürüyordu. Duncan yaklaşan kızı izlerken kalp atışları hızlanmıştı. Bu mümkün olamazdı.
Kız yaklaşırken adamları ona yol açtı. Duncan’ın kalbi bir an duracak gibi oldu ve gözlerinin yavaşça keyif gözyaşlarıyla dolduğunu hissetti. Buna inanmakta zorlanıyordu. Karşıdan, çölden bir anda belirmiş gibi gelen, kızıydı.
Kyra.
Kyra tek başına onlara doğru yürürken, yüzünde bir gülümsemeyle doğrudan Duncan’a yönelmişti. Duncan afallamıştı. Kyra oraya nasıl gelmişti? Orada ne arıyordu? Neden yalnızdı? Tüm yolu yürümüş müydü? Andor neredeydi? Ejderhası neredeydi?
Hiçbiri mantıklı gelmiyordu.
Fakat yine kızı kanlı canlı olarak geri dönmüştü. Kızını görünce ruhunun onarıldığını hissetmişti. Sadece bir anlığına bile olsa dünyada her şey yolunda gibi hissetmişti.
“Kyra” dedi heyecanla ona yaklaşarak.
Duncan kızına bir an önce sarılmak için kollarını açıp gülümseyerek yürürken adamları ona yol veriyordu. Kyra da gülümsüyordu ve babasına doğru yürürken kollarını açmıştı. Kızının hayatta olduğunu bilmek yaşadığı her şeye değerdi.
Duncan son birkaç adımı atarken kızını kucaklamak için çok heyecanlıydı ve Kyra yaklaşıp ona sarıldığında kollarını onun etrafına doladı.
“Kyra” dedi gözyaşları içinde. “Hayattasın. Bana geri geldin.”
Gözlerinden yaşların süzüldüğünü hissedebiliyordu, bunlar mutluluk ve rahatlamanın gözyaşlarıydı.
Fakat kızına sarıldığı sırada, kızı tuhaf bir şekilde hala sessizdi.
Yavaş yavaş Duncan bir şeylerin yanlış olduğunu anlamaya başladı. Ne olduğunu anlamasından hemen önce dünyası göz karartıcı bir acıyla doldu.
Duncan yutkunurken nefes almakta zorlanıyordu. Nefesinin kesildiğini hissettiği sırada mutluluk gözyaşları bir anda acı gözyaşlarına döndü. Neler olduğunu tam olarak idrak edemiyordu; sevgi dolu bir sarılma yerine, göğüs kafesinden içeri giren soğuk bir çelik hissediyordu. Midesine doğru yayılan bir sıcaklık hissetti, uyuştuğunu, nefes alamadığını ve düşünemediğini fark etti. Acı fazla göz karartıcı, fazla yakıcı, fazla beklenmedikti. Başını eğdi ve kalbine saplanmış bir hançer görünce şoke oldu.
Kyra’ya döndü, gözlerinin içine baktı. Hissettiği acıdan daha beter olan şey kızının ihanetiydi. Ölmek onu rahatsız etmiyordu. Fakat kızının ellerinde ölmek onu parçalıyordu.
Dünyanın etrafında dönmeye başladığını hissettiği sırada Duncan afallamış şekilde gözlerini kırptı, dünyada en çok sevdiği kişinin neden ona ihanet etmiş olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Fakat Kyra yalnızca gülümsüyor, hiçbir pişmanlık belirtisi göstermiyordu.
“Merhaba, baba” dedi. “Seni tekrar görmek çok güzel.”