Читать книгу Bulunmuş - Морган Райс, Morgan Rice - Страница 14

YEDİNCİ BÖLÜM

Оглавление

Caitlin ve Caleb, İsrail ülkesinin üzerinden kuzeye, denize doğru yol alarak açık, çölün mavi göğünde birlikte uçuyorlardı. Altlarındaki topraklar alabildiğine uzanıyor ve Caitlin yollarına devam ederlerken manzaranın nasıl değiştiğini seyrediyordu. Altlarında devasa bir çöl vardı; yer yer gelişi güzel taşların, dev kaya parçalarının, dağların ve mağaraların yer aldığı güneşten çatlamış topraklar uzanıyordu. Ara sıra görünen çobanlar dışında burada neredeyse kimse yoktu. Çobanlar baştan ayağa beyaza bürünmüşlerdi ve kafalarında da onları güneşten koruyacak başlıklar vardı. Sürüleri ise hemen yanlarında onları takip ediyorlardı.

Fakat daha kuzeye ilerledikleri zaman arazi değişmeye başladı. Çöl yerini birbiri ardına yükselen tepelere bıraktı ve renk de iç karartıcı tozlu kahverenginden canlı bir yeşile doğru değişti. Zeytinlikler ve üzüm bağları arazide benek benek kendilerini belli ediyorlardı. Ama yine de ortalıkta çok az insan vardı.

Caitlin Nasıra’daki keşfini düşündü. Kuyunun içinde, şimdi elinde sıkı sıkı tuttuğu yalnız başına duran bu değerli objeyi bulunca şoke olmuştu: bulduğu şey avuç içi büyüklüğünde altından bir Davut yıldızıydı. Ortasına, küçük eski el yazısıyla tek bir söz kazınmıştı: Capernaum.

Bunun bir mesaj olduğunu ve onlara bir sonraki duraklarını işaret ettiğini ikisi de açık bir şekilde görüyordu. Caitlin Ama neden Capernaum? diye merak etti.

Caleb’den İsa’nın orada vakit geçirdiğini öğrenmişti. Bu İsa’nın onları orada beklediği anlamına mı geliyordu? Acaba babası da orada olacak mıydı? Ve Caitlin, Scarlet’in de orada olmasını ummaya cesaret etti.

Caitlin altında uzanan manzarayı dikkatle inceledi. Bu zamanda İsrail’in nüfusunun ne kadar az olduğuna hayret etti. Bir evin üzerinden uçunca şaşırdı, çünkü evlere çok nadir rastlanıyordu. Burası hala kırsal ve bomboş bir ülkeydi. Görmüş olduğu birkaç şehir de daha çok kasaba gibiydi ve hatta bunlar da olabildiğince ilkeldi; neredeyse tüm yapılar tek ya da iki katlıydı ve taştan yapılmışlardı. Bahsetmeye değer doğru düzgün bir yol dahi görmemişti.

Uçmaya devam ederlerken Caleb hızla yanına yaklaştı ve uzanarak elini tuttu. Onun dokunuşunu hissetmek çok güzeldi. Caitlin kendine engel olamayarak neredeyse milyonuncu defa neden bu zamana ve yere inmiş olduklarını merak etti. Neden bu kadar geriye, bu kadar uzağa gelmişlerdi? Buralar İskoçya’dan, bildiği her şeyden çok farklıydı.

Caitlin içinde, derinlerde bir yerde bunun, İsrail’in, yolculuğundaki son durak olacağını hissetti. Burası inanılmaz güçlü bir yer ve zamandı, Caitlin gördüğü her şeyden yayılan enerjiyi hissedebiliyordu. Sanki dev gibi bir enerji sahasında yürüyor, yaşıyor ve nefes alıyormuş gibi her şey ona ruhen dopdolu gibi geliyordu. Caitlin çok önemli bir şeyin onu beklediğini anlamıştı. Ama ne olduğunu bilmiyordu. Babası gerçekten burada mıydı? Sonunda onu gerçekten bulabilecek miydi? Bütün bunları bilememek sinir bozucuydu. Şimdi dört anahtar da elindeydi. Caitlin babasının burada olması gerektiğini düşündü; onu bekliyor olmalıydı. Yoksa neden böyle araştırmaya devam etmek zorunda olsundu ki?

Caitlin’in zihnini düşünmekten allak bullak eden başka bir şey de Scarlet’ti. Caitlin geçtikleri her yere dikkatle bakıyor, Scarlet ya da Ruth’dan bir işaret arıyordu. Bir an, acaba Scarlet dönemedi mi, diye düşündü – ama sonra hemen bunu kafasından çıkardı, kendini böyle kasvetli hislere kaptırmayı reddetti. Scarlet’siz bir hayatın düşüncesine bile katlanamıyordu. Eğer Scarlet’in gerçekten gitmiş olduğunu öğrenirse, kendinde artık devam edecek gücü bulup bulamayacağını bilmiyordu.

Caitlin elindeki Davut Yıldızının adeta yandığını hissetti ve yeniden nereye gittiklerini merak etti. İsa’nın hayatı hakkında keşke daha fazla şey bilseydim, diye düşündü; büyürken keşke İncil’i daha dikkatli okusaydım, diye içinden geçirdi. Bir şeyler hatırlamaya çalıştı, ama gerçekten bütün bildiği çok basit şeylerdi: İsa dört yerde yaşamıştı: Beytüllahim, Nasıra, Capernaum ve Kudüs. Nasıra’dan daha yeni ayrılmışlardı ve şimdi Capernaum’a doğru gidiyorlardı.

Caitlin kendine engel olamayıp İsa’nın ayak izlerini takip ederken bir hazine avında olup olmadıklarını düşündü, belki İsa bazı ipuçlarını barındırıyordu ya da havarilerinden biri Caitlin’in babasının, kalkanın nerede olduğuna dair bir ipucu biliyordu. Caitlin yeniden bunların nasıl bir bağlantı içinde olabileceklerini düşündü. Bütün yüzyıllar boyunca ziyaret etmiş olduğu kiliseleri, manastırları düşündü ve bunların arasında bir bağlantı olduğunu hissetti. Fakat ne olduğundan emin değildi.

Caitlin’in Capernaum hakkında bildiği tek şey, İsrail’in kuzeybatı sahilinde, Celile’de küçük, mütevazı bir balıkçı köyü olduğuydu. Ama saatlerdir henüz daha tek bir köy dahi geçmiş değillerdi— aslında etrafta tek bir canlı bile yoktu— ve deniz bir yana Caitlin sudan bile eser göremiyordu.

Ardından, Caitlin tam bunu düşünürken bir dağın zirvesinin üzerinden uçtular ve diğer tarafta saatlerdir üzerinde uçmakta oldukları vadinin geri kalanı önlerine serildi. Manzara Caitlin’in nefesini kesti. Orada, önlerinde sanki sonsuza kadar uzanan parıl parıl parlayan bir deniz vardı. Caitlin’in hayatında hiç görmediği masmavi bir renge sahipti ve bir hazine sandığı gibi güneş ışığında inanılmaz parlıyordu. Tam denizin bittiği yerde beyaz kumlarla örtülü muhteşem bir sahil başlıyordu ve dalgalar gözün alabildiğine sahile çarpıp geri gidiyordu.

Caitlin birden heyecanlandı. Doğru yöne gidiyorlardı; eğer kıyı şeridini takip etmeye devam ederlerse, bu onları kesinlikle Capernaum’a götürecekti.

Caleb “Orada,” diye seslendi.

Caitlin, Caleb’in parmağının işaret ettiği yeri takip ederek gözlerini kısıp ufka baktı ve uzakta belli belirsiz küçük bir köyün bulunduğunu görebildi. Gördüğü şeye ne bir şehir, ne de bir kasaba denebilirdi. Aşağı yukarı iki düzine kadar ev vardı ve ayrıca kıyı şeridine yaslanmış büyük bir yapı yer alıyordu. Yaklaştıklarında, Caitlin güneşten dolayı gözlerini kısarak orayı inceledi, ama kimseyi göremedi: yalnızca sokaklarda yürüyen birkaç köylü vardı. Caitlin bunun öğlen sıcağından mı, yoksa buranın ıssız bir yer olmasından mı böyle olduğunu merak etti.

Caitlin, bizzat İsa’nın kendisinden herhangi bir işaret görmek için aşağıya baktı ama kimseyi görmedi. Bundan daha da önemlisi onu hissetmiyordu da. Eğer Caleb’in söylediği doğruysa, İsa’nın enerjisini çok daha uzaklardan hissedebilirdi. Fakat hiç olağandışı bir enerji sezmedi. Bir kez daha doğru zamanda ve yerde olup olmadıklarını merak etmeye başladı. Belki de o adam yanılıyordu: belki İsa yıllar önce ölmüştü. Ya da belki daha doğmamıştı bile.

Caleb birden, aşağıya köye doğru dalışa geçti ve Caitlin de onu takip etti. Köyün duvarlarının dışında, zeytin ağaçlarından oluşan bir korunun içinde inebilecekleri, fark edilmeyecek bir yer bulmuşlardı. İndiler ve ardından köyün girişine doğru yürümeye başladılar.

Küçük, tozlu köy yolundan içeriye doğru yürüdüler, hava sıcaktı ve her şey güneşin altında yanıyordu. Etrafta yavaş yavaş dolaşan birkaç köylü onları neredeyse fark etmemişti; yalnızca gölgelik bir yer arama ve kendilerini serinletme derdindelermiş gibi görünüyorlardı. Yaşlı bir kadın köyün kuyusuna doğru yürüdü, kuyudan su çekti ve suyu büyük bir kepçeyle ağzına götürüp içti. Ardından elini alnına götürerek terini sildi.

Caitlin ve Caleb küçücük sokakları geçerlerken, burası onlara tamamıyla terk edilmiş gibi geldi. Caitlin, bir ipucuna işaret edebilecek İsa’dan, babasından, kalkandan ya da Scarlet’ten herhangi bir iz aradı ama hiçbir şey bulamadı.

Caleb’e döndü.

“Şimdi ne yapacağız?”

Caleb boş gözlerle ona baktı. O da Caitlin gibi ne yapacağını bilemiyormuş gibi görünüyordu.

Caitlin döndü, köyün duvarlarını, o mütevazı mimariyi araştırdı ve köyün içine doğru bakınca doğruca okyanusa giden dar, eski bir yol fark etti. Köyün girişinden o yolun izini takip edince uzakta, okyanusun parladığını gördü.

Caleb’i hafifçe dürttü ve Caleb de gördü ve Caitlin köyden çıkarak kıyıya doğru yürüyünce onu takip etti.

Kıyı şeridine yaklaştıklarında, Caitlin küçük, açık renklere boyanmış üç tane balıkçı teknesi gördü, hava şartlarından ötürü yıkık dökük, yarı kuma gömülü bir haldelerdi ve dalgaların arasında inip kalkıyorlardı. Birisinde bir balıkçı oturuyordu ve diğer iki teknenin yanında da bileklerine kadar okyanusun içinde olan iki tane daha balıkçı duruyordu. Bunlar griye çalan saçları ve aynı renkte sakalları olan yaşlı insanlardı, yüzleri de tekneleri gibi yıpranmış, güneş yanıkları ve derin kırışıklıklarla doluydu. Güneşten korunmak için beyaz cübbeler giymişler ve beyaz başlıklar takıyorlardı.

Caitlin onları seyrederken, balıkçılardan ikisi bir balık ağını yukarı kaldırdılar ve yavaşça dalgaların içinden kendilerine doğru çektiler. Balıkçılar dalgalarla boğuşarak ağı çekerken teknelerin birinden küçük bir çocuk dışarı zıpladı ve onların ağı çekmesine yardım etmek için ağa doğru koştu. Ağ kıyıya yaklaşınca Caitlin düzinelerce balık yakalamış olduklarını gördü, hepsi kıpır kıpırdı ve çırpınıyorlardı. Yaşlı adamlar oldukça karamsar görünürlerken küçük oğlan mutlu bir şekilde tiz bir ses çıkardı.

Caitlin ve Caleb—özellikle de kıyıya çarpan dalgaların sesinden dolayı— onlara çok ses çıkartmadan yaklaşmışlardı ve bu nedenle adamlar hala yanlarına kadar geldiklerinin farkında değillerdi. Caitlin onları ürkütmemek için öksürdü.

Hepsi hemen arkalarını döndü ve onun olduğu tarafa baktı. Caitlin onların gözlerindeki şaşkınlığı görebiliyordu. Ama bunun için onları ayıplamadı: Caleb ve kendisinin görüntüleri şoke edici olmalıydı, ikisinin de üzerinde modern deri savaş giysileri vardı ve baştan ayağa siyahlar içindeydiler. Doğrudan gökyüzünden düşmüş gibi görünüyor olmalılardı.

Caitlin “Sizi rahatsız ettiğimiz için özür dileriz,” diye başladı ve en yakınındaki adama “ama bir şey sormak istiyorduk, acaba burası Capernaum mu?” diye sordu.

Adam önce ona sonra Caleb’e ve ardından tekrar ona baktı ve yavaşça evet anlamında başını salladı.

Caitlin “Biz birini arıyoruz,” diye devam etti.

Başka bir balıkçı “Peki kim bu aradığınız?” diye sordu.

Caitlin tam “Babam,” diyecekti ama bunun bir işe yaramayacağını fark ederek hemen kendine engel oldu. Zaten söylese de babasını nasıl tarif edecekti ki? Daha onun kim olduğunu ya da neye benzediğini bile bilmiyordu.

Bu yüzden, onun yerine hemen aklına gelen tek kişiyi, onların tanıyabileceği birini söyledi: “İsa.”

Caitlin kısmen, onunla dalga geçeceklerini, ona güleceklerini, ona delinin tekiymiş gibi bakacaklarını— ya da İsa’nın kim olduğuna dair hiçbir fikirlerinin olmadığını söyleyeceklerini bekliyordu.

Ama verdiği cevap karşısında pek şaşırmadıklarını, aksine onu ciddiye aldıklarını görünce hayret etti.

İçlerinden biri “İki hafta önce buradan ayrıldı,” dedi.

Caitlin’in kalbi duracak gibi oldu. Demek doğruydu. O gerçekten hayattaydı. Gerçekten onun zamanındaydılar. Ve o gerçekten burada, bu köyde bulunmuştu.

Balıkçılardan diğeri “Ve bütün takipçileri onunla,” dedi. “Sadece bizim gibi yaşlılar ve çocuklar geride kaldı.”

Caitlin şaşkınlık içerisinde, “Demek o gerçek öyle mi?” diye sordu. Hala buna inanmakta güçlük çekiyordu; bütün bunlar kavrayamayacağı kadar fazlaydı.

Oradaki oğlan çocuğu ayağa kalktı ve Caitlin’e doğru yürüdü.

“O büyük babamın elini iyileştirdi,” dedi. “Bak eline. Büyükbabam cüzzamdı. Ama şimdi iyileşti. Göstersene ona büyükbaba.”

Yaşlı adam yavaşça döndü ve elbisesinin kolunu yukarıya doğru çekti. Eli oldukça normal görünüyordu. Aslında Caitlin daha yakından bakınca bir elin gerçekten diğerinden daha genç göründüğünü gördü. Bu olağanüstüydü. Adam on sekiz yaşındaki bir oğlan çocuğunun eline sahipti. Pembe, gergin ve sağlıklıydı— sanki adama yeni bir el verilmiş gibiydi.

Caitlin buna inanamıyordu. İsa gerçekti. Gerçekten insanları iyileştirmişti.

Bir zamanlar cüzzam olan ama şimdi mükemmel bir şekilde iyileşen bu adamın elini görmek Caitlin’in tüylerini diken diken etti. Her şey apaçık ortadaydı. İlk defa Caitlin gerçekten İsa’yı, babasını ve Kalkanı bulabileceğini umdu. Ve belki bunlar onu Scarlet’e götürecekti.

Caleb “Nereye gittiğini biliyor musunuz?” diye sordu.

Balıkçılardan biri kıyıya çarpan dalga seslerinin arasından “Bizim duyduğumuza göre Kudüs’e,” diye cevap verdi.

Caitlin Kudüs diye düşündü. Bir an çok uzak geldi. Bütün bir yolu uçarak buraya, Capernaum’a kadar gelmişlerdi. Ve şimdi boşa kürek çekiyorlarmış gibi hissetti. Bütün uğraşlarının sonunda hiçbir şey elde edemeden, elleri boş bir şekilde geri dönmek zorunda kalacaklardı.

Fakat Caitlin elindeki Davut Yıldızının neredeyse yandığını hissedebiliyordu ve Capernaum’a gönderilmiş olmalarının bir nedeninin olmak zorunda olduğundan emindi. Burada daha başka bir şeyler, bulmaları gereken bir şeyler olduğunu hissetti.

Balıkçılardan biri “Havarilerinden biri hala burada,” dedi. “Paul. Ona sorabilirsiniz. Tam olarak nereye gitmekte olduklarını o bilebilir.”

Caitlin “Nerede o?” diye sordu.

Adam “Bütün hepsinin zamanlarını geçirdikleri yerde. O eski sinagogda,” dedi. Döndü ve başparmağıyla omzunun üzerinden işaret etti.

Caitlin arkasını döndü ve omzunun üzerinden baktı. Orada, bir tepenin üzerine kurulu, okyanusa yukarıdan bakan inanılmaz güzellikte, küçük kireçtaşından bir tapınak gördü. Bu zamanda bile şimdiden eski görünüyordu. Çapraşık kolonlarla donatılmış, dalgalı denize yukarıdan bakıyordu. Caitlin buradan bile oranın kutsal bir yer olduğunu sezebiliyordu.

Balıkçılardan biri “Orası İsa’nın sinagogu,” dedi. “Tüm zamanını geçirdiği yer orasıdır.”

Caitlin “Teşekkür ederim,” dedi ve oraya doğru yürümek için döndü.

Tam dönerken ona bunu söyleyen adam uzandı ve yeni, sağlıklı eliyle Caitlin’in kolunu tuttu. Caitlin durdu ve ona baktı. Adamın elinden kendi koluna yayılan enerjiyi hissedebiliyordu. Bu hayatında hissettiği hiçbir şeye benzemiyordu. İyileştiren, rahatlatan bir enerjiydi.

Adam “Sen buradan değilsin değil mi?” diye sordu.

Caitlin adamın gözlerinin içine baktığını hissetti ve bir şeyler sezdiğini anladı. Ona yalan söylemenin bir işe yaramayacağının farkına vardı.

Yavaşça başını iki yana salladı. “Hayır, değilim.”

Adam uzun süre bakışlarını onun üzerinden çekmedi, ardından tatmin olmuş bir şekilde yavaşça başını salladı.

Caitlin’e “Onu bulacaksın,” dedi. “Bunu hissedebiliyorum.”

*

Caitlin ve Caleb kıyıdan yukarıya doğru yürüdü, dalgalar arkalarından kıyıyı dövüp duruyordu ve havada ağır bir tuz kokusu vardı. Özellikle çöl sıcağında o kadar zaman geçirdikten sonra havadaki serin esinti ferahlatıcıydı. Döndüler ve küçük bir tepeyi tırmandılar; tepenin üstünde o eski sinagog yer alıyordu.

Caitlin yaklaşırlarken başını kaldırıp baktı: aşınmış kireçtaşından yapılan yapı binlerce yıldır buradaymış gibi görünüyordu. Caitlin buradan yayılan enerjiyi hissedebiliyordu; burası kutsal bir yerdi, buna şimdiden emindi. Kocaman, kemerli kapısı yarı aralıktı ve okyanus esintisiyle sarsılıp sallandıkça bir gıcırtı çıkartıyordu.

Tepeye doğru tırmandıkça, küme küme yığılmış yaban çiçeklerinin yanından geçtiler; bu çiçekler sıra sıra dizili açık çöl renklerindeydiler ve doğrudan kayaların içinden bitmiş görünüyorlardı. Bunlar, böyle beklenmedik, böyle ıssız bir yere tezat yaratacak bir şekilde Caitlin’in hayatında gördüğü en güzel çiçeklerdi.

Sonunda tepenin başına vardılar ve doğruca kapıya doğru yürüdüler. Caitlin, Davut Yıldızının cebinde yandığını hissediyordu ve gelmeleri gereken yerin burası olduğunu anlamıştı.

Başını kaldırıp yukarı baktı ve girişin üzerinde, taşa gömülü, etrafı İbranice harflerle çevirili, kocaman, altından bir Davut yıldızı gördü. İsa’nın çok zaman geçirdiği bir yere girmek üzere olduğunu düşünmek inanılmazdı. Caitlin her nasılsa bir kiliseye girmeyi beklemişti— ama tabii bunu düşününce pek anlamlı bir beklenti içine girmemiş olduğunu fark etti, çünkü doğal olarak, İsa ölene kadar kiliseler henüz daha yapılmamıştı. İsa’yı bir sinagogun içinde düşünmek garip geldi—ama yine her şeye rağmen Caitlin onun bir Yahudi ve bir Haham olduğunu biliyordu ve bu yüzden sinagogda olması da oldukça anlamlı ve doğaldı.

Fakat bütün bunların onun babasını aramasıyla ne gibi bir ilgisi vardı? Ya da kalkanla? Caitlin bütün bunların birbiriyle ilişkisi olduğunu giderek daha güçlü bir şekilde hissediyordu, bütün o yüzyılların, bulunduğu zaman ve yerlerin, bütün o manastırlarda ve kiliselerde yaptığı araştırmaların, bütün anahtarların ve haçların hepsinin birbiriyle bağlantısı vardı. Caitlin, bütün bunların ortak özelliklerinin orada gözlerinin önünde durduğunu hissetti. Ama bunun ne olduğunu hala bilmiyordu.

Bulması gereken her neyse onda kutsal, ruhani bir yan olduğu açıktı. Bu da Caitlin’e garip göründü, çünkü her şeye rağmen bu vampirler dünyasıydı. Ama sonra yine, biraz düşününce, Caitlin bunun aynı zamanda doğaüstü iyi ve kötü güçler arasında, insan ırkını korumak isteyenlerle ona zarar vermek isteyenler arasındaki ruhani bir savaş olduğunun farkına vardı. Ve açıkçası, bulması gereken her neyse, bunun sadece vampir ırkı için değil, aynı zamanda insan ırkı için de büyük bir sonucu olacaktı.

Caitlin aralık kapıya baktı ve doğrudan içeri girip girmemeye karar vermeye çalıştı.

Caitlin “Kimse yok mu?” diye seslendi.

Biraz bekledi, sesi yankılandı. Ama hiçbir yanıt gelmedi.

Caleb’e baktı. Caleb başını salladı ve Caitlin, Caleb’in de doğru yerde olduklarını hissettiğini anladı. Caitlin uzandı, elini eski ahşap kapının üzerine koydu ve kapıyı usulca geriye itti. Kapı açılırken ses çıkardı ve Caitlin ve Caleb karanlık yapıya girdiler.

Burası güneşten korunduğu için daha serindi. Caitlin’in gözlerinin içeriye alışması biraz zaman aldı. Ardından gözleri karanlığa yavaşça alıştı ve Caitlin önüne serilen mekâna baktı.

Burası Caitlin’in hayatında gördüğü başka hiçbir şeye benzemiyordu, muhteşemdi. Caitlin’in bulunduğu pek çok kilise gibi ihtişamlı değildi; aslında oldukça mütevazı bir yapıydı, mermerden ve kireçtaşından yapılmış, sütunlarla donatılmıştı ve tavanda da oldukça karmaşık oymalar vardı. Ne uzun uzun sıralar ne de oturacak başka bir yer vardı – burası yalnızca büyük, boş bir alandan ibaretti. En uzak köşede basit bir sunak vardı— ama üzerinde bir haç yerine büyük bir Davut Yıldızı duruyordu. Onun arkasında üzerine iki büyük oyma süs işlenmiş küçük altından bir dolap vardı.

Duvarlarda yalnızca birkaç küçük kemerli pencere vardı ve pencerelerden içeriye güneş ışığı girmesine karşın içerisi hala loştu. Burası oldukça sessiz ve hareketsizdi. Caitlin yalnızca arkasından gelen dalgaların uzaktaki kıyıya vurma seslerini duyabiliyordu.

Caitlin ve Caleb birbirlerine baktılar ve ardından birlikte sunağa doğru yavaşça yürümeye başladılar. Onlar yürüdükçe ayak sesleri mermerin üzerinde yankı yaptı; Caitlin izlendikleri hissini üzerinden bir türlü atamıyordu.

En sona kadar yürüdüler ve altından dolabın önünde durdular. Caitlin altına oyulan diyagramları inceledi: oldukça detaylı ve karmaşıktılar, bunlar Caitlin’e Floransa’daki kiliseyi, o büyük Duomo katedralini, onun altından kapılarını hatırlattı. Burada da sanki o şekilleri oymak için birisi bütün bir ömrünü harcamış gibi görünüyordu. Dolabın üzerindeki süslerin görüntülerine ek olarak, bir de bunların etrafına İbranice harfler kazılmıştı. Caitlin dolabın içinde ne olduğunu merak etti.

“Tevrat,” diye bir ses geldi.

Caitlin kendilerininkinden başka bir ses duyunca şoke oldu ve hemen arkasını döndü. Birinin, onun algılamasını atlatarak nasıl bu kadar sessiz kalabildiğini— ve bundan da öte birinin nasıl olup da düşüncelerini okuyabildiğini anlamadı. Bunu yalnızca çok özel birisi başarabilirdi. Bu ya bir vampir ya kutsal bir insan ya da her ikisinin bir karışımı olabilirdi.

Onlara doğru yürüyen beyaz cübbe giymiş bir adamdı; başlığını geriye itmişti ve uzun, dağınık açık kahverengi saçları ve aynı renkte sakalı vardı. Çok güzel mavi gözlere sahipti ve bir gülümsemeyle aydınlanan şefkatli bir yüzü vardı. Belki kırklarındaydı ama hiç yaşını göstermiyordu. Elinde tuttuğu değnekle biraz aksayarak onlara doğru yürüdü.

“Onlar Eski Ahit’in süslemeleridir. Musa’nın beş kitabının. İşte o altından kapıların arkasındaki de odur.”

Aralarında birkaç adım kalana kadar yaklaştı ve Caitlin ve Caleb’in önünde durdu. Doğruca Caitlin’e baktı ve Caitlin ondan gelen yoğunluğu hissetti. Karşısındakinin sıradan bir insan olmadığı açıktı.

Adam değneğinin üzerinde tuttuğu elini uzatmadan “Ben Paul,” dedi.

“Ben Caitlin ve bu da kocam Caleb.”

Adam içten bir şekilde gülümsedi.

“Biliyorum.”

Caitlin kendini aptal gibi hissetti. Bu adamın onun düşüncelerini çok kolay bir şekilde okuyabildiği açıktı ve belli ki Caitlin hakkında çok şey biliyordu, öte yandan Caitlin onun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Bu tüyler ürpertici bir histi, bütün bu insanlar, içinde bulunduğu bütün yüzyıllar ve yerler onu biliyorlardı ve hep onu beklemişlerdi. Bu Caitlin’in içini eskisinden daha büyük bir amaç ve görev duygusuyla doldurdu. Ama amacının, görevinin ne olduğunu ya da bir sonraki adımda nereye gideceğini bilememek Caitlin’i giderek usandırıyordu.

Bulunmuş

Подняться наверх