Читать книгу Tom Amca'nın Kulübesi - Stowe Harriet Beecher, Unknown, Wells Samuel Roberts - Страница 7

Оглавление


4

Tom Amca’nın kulübesinde


bir akşam

Tom Amca’nın kulübesi, zenci adamın deyişiyle “tipinin en kusursuz örneği” olan efendisinin “ev”ine bitişik, kütüklerden yapılma küçük bir kulübeydi. Önünde özenle bakılan, her yaz çileklerin, ahududuların, meyve ve sebzelerin fışkırdığı tertemiz bir bahçeciği vardı. Evin önünü koskoca kızıl bir begonya kaplamıştı, bir de kaba saba odunları dantel örgü gibi sarıp sarmalayarak gözden saklayan bir yediveren gülü vardı.

Ayrıca mevsimlik açan parlak renkli petunyalar, kadife çiçekleri ve akşamsefalarının her biri güzelliğini gösterecek bir köşe bulmuştu, bunların tümü de Chloe Teyze’nin gururu ve hazzıydı.

Şimdi içeri girelim. Evde akşam yemeği bitmiş, başaşçı olarak hazırlıkları yöneten Chloe Teyze sofrayı toplama ve bulaşıkları yıkama işini mutfaktaki astlarına bırakarak ihtiyarcığının akşam yemeğini kotarmak üzere en rahat ettiği yere çekilmişti. Ateşin başında bir yandan tavanın içinde cızırdayan bir şeyleri hevesle karıştırıyor, bir yandan da ölüm kalım öneminde bir iş yaparcasına dikkatle, saçtığı güzel kokularla içinde “iyi bir şey” olduğu izlenimini veren tencerenin kapağını kaldırıyordu. Chloe Teyze’nin yuvarlak, kara, ışıl ışıl yüzü öyle parlaktı ki, çay peksimetlerine koyduğu yumurta akıyla yıkayıvermiş gibi geliyordu insana. Tombul yüzü, güzelce kolalanmış başörtüsünün altında doyum ve hoşnutlukla hafifçe gülümsüyordu, itiraf etmeliyiz ki bu gülümsemede bir nebze de olsa, ünü dünyayı sarmış, üstelik de bu ünün doğruluğu onaylanmış bir aşçı olmasının sorumluluğu da vardı.

Aşçılığı da aşçılıktı hani, hem de iliğine, kemiğine kadar…

Avluda onun yaklaştığını görüp de vahim bir olayın eşiğinde olduğunu sezmeyen tek bir piliç, hindi ya da ördek yoktu, Chloe Teyze sonlarının gelmesi demekti.

Pişirmeden önce kanadını kırıp bağlasam mı, doldursam mı, yoksa kızartsam mı diye neredeyse istiareye yatar, her türlü kümes yaratığına dehşet saçardı.

Mısır ekmeği, her türlü yöresel hamur işi, minik pandispanyalar, şıpınişi yaratılan tatlar ve sayılamayacak kadar çeşitli türler bu işi daha az bilenler için tam bir sırdı. Bulunduğu noktaya erişmek isteyenlerin semeresiz çabalarını anlatırken şişman kalçalarını haklı bir gurur ve keyifle sallardı.

Eve konuk çağrılıp da ikindi ya da akşam mönülerinin “usulünce” hazırlanması tüm gücünü uyandırırdı, yeni çabalar ve zaferler müjdelediği için hiçbir şey ona verandada yığılı seyahat sandıkları kadar çekici gelmezdi.

Şu anda da Chloe Teyze gözlerini tavaya dikmiş durumda… Bizse kulübenin resmini çizmeyi tamamlayıncaya kadar onu, tam ona göre biçilmiş kaftan olan bu işle baş başa bırakacağız.

Bir köşede kar beyazı örtüsüyle derli toplu bir yatak vardı, yanında pek büyük olmayan bir halı yayılıydı. Yaşamın önemli kararları için Chloe Teyze bu halının üstünde dikilirdi, halıyla yatağın olduğu o köşenin yaşamında özel bir yeri vardı, bugüne kadar da elden geldiğince küçüklerin bu kutsal yeri karıştırmaları, buraya saygısızlık etmeleri önlenmişti.

Aslında, orası evin oturma odasıydı. Öbür köşedeyse yalnızca amacına uygun çok daha kendi halinde bir yatak vardı. Şöminenin üstündeki duvar çok parlak İncil sahneleriyle süslenmişti, bir de General Washington portresi asılmıştı. Portre öyle bir biçimde çizilip boyanmıştı ki, o kahraman adam neye benzediğine şöyle bir göz atsa, şaşar kalırdı.

Köşedeki kaba saba tahta sırada parlak kara gözleri, tombul parlak yanaklarıyla birkaç kıvırcık saçlı çocuk, bir bebeğin ilk yürüme çabalarını denetlemekteydiler, çocuğun ayağa kalkıp bir an dengelendikten sonra yere yuvarlanmasıyla son bulan her başarılı düşüş, karar verilerek yapılmış zekice bir şeymişçesine çılgın bir neşeyle karşılanıyordu.

Bacakları romatizmalı bir masa, ateşin önüne çekilmiş, bir örtü örtülmüş, üstüne de parlak desenli fincanlarla tabaklar ve yaklaşan bir yemeği gösteren öteberi konulmuştu. Bu masada Mr. Shelby’nin sağ kolu Tom Amca otururdu, öykümüzün kahramanı olduğu için okurlarımıza fotoğrafını gümüş levha üstüne çekeceğiz. İriyarı, geniş göğüslü, tepeden tırnağa pırıl pırıl kapkara parlayan, güçlü kuvvetli bir adamdı, Afrikalı çizgilerin ciddi ve güvenilir bir anlamla birleştiği yüzünde iyi yüreklilikle hayırseverlik okunuyordu. Halinde tavrında kendine saygı ve vakar vardı. Ancak bunlar insana güven veren alçakgönüllü bir sadelikle karışmıştı.

Şu anda cin gibi zeki, on üçünde ve eğitmenlik sorumluluğunun bilincinde olan genç Efendi George’un gözetimi altında büyük bir dikkatle ağır ağır yazmaya uğraştığı mektuplar için oturduğu taş tahtanın başında çok meşgul görünüyordu.

Tom Amca g’nin kuyruğunu işgüzarlık yapıp yanlış yana uzatınca çocuk sert, uyanık bir tavırla, “Öyle değil Tom Amca, öyle değil,” dedi. “Öyle yapınca q oldu baksana.”

Genç öğretmeni onun öğrenmesi için q’larla g’leri bininci kez tam bir başarıyla yazarken Tom Amca hayranlık ve saygıyla, “Tanrı’nın sevgili kulusunuz, değil mi?” dedi, sonra kalemi iri, hantal parmaklarıyla kavrayarak sabırla yeniden yazmaya koyuldu.

Chloe Teyze çatalına taktığı pastırma dilimiyle alçak kenarlı demir tavayı yağlarken bir an durup genç Efendi George’a gururla baktı, “Beyazlar böyle şeyleri amma da kolay beceriyor,” diye söylendi. “Nasıl da yazıyor, hele okuması! Sonra da akşamları gelip derslerini bize öğretiyor, amma da garip!”

“Ama Chloe Teyze, ben çok acıktım,” dedi George. “Şu senin tava kekin olmadı mı daha?”

“Olmak üzere Efendi George,” dedi Chloe Teyze ve kapağı kaldırıp altına bir göz attı.

“Güzel, kahverengileşiyor, tam tatlı kahverengi olmuş. Ah, işte bu tam benim işim! Geçen gün hanımım, Sally’nin kek yapmasına izin verdi, azıcık öğrensin diye. Ben de, ‘Aman bırakın hanımım, o güzel malzemelerin böyle ziyan olduğunu görmeye acıyorum,’ dedim. Kekin yalnızca bir yanı kabardı, ne biçim var ne bir şey, pabucum gibi oldu, amaan git hadi!”

Sally’nin acemiliğini küçümseyen bu son cümleyle Chloe Teyze kabın üstündeki kapağı bir hamlede kaldırıverdi ve hiçbir pastacının yüzünü kızartmayacak görünümüyle, güzelce kabarmış bir kek ortaya çıktı. Bu eğlencenin en önemli noktası olduğu için Chloe Teyze şef denetleyici olarak telaşla sağa sola koşuşturmaya başladı.

“Hey Rose ile Pete, ortadan çekilin bakayım zenciler sizi! Sen de çekil Polly canım, annesi bebeciğine sonra bi’şeyler verecek. Şimdi Efendi George, şu kitapları bir kenara çekin de ihtiyarcığımla yerleşin bakalım, ben de sosislerle gözlemeleri sıcak sıcak bi’ dakkada tabağınıza koyuvereyim.”

“Akşam yemeğine eve dönmemi söylediler,” dedi George, “ama ben buradakilerin bırakılmayacak kadar güzel olduğunu biliyordum Chloe Teyze.”

“Elbette bileceksin, elbette bileceksin cancağızım,” dedi Chloe Teyze, bir yandan da dumanı tüten gözlemeleri George’un tabağına tepeleme yığıyordu.

“İhtiyar teyzeciğin en iyisini sana saklar bilirsin. Bunu sen bilmeyeceksin de kim bilecek? Hadi oradan!”

Bunu söylerken parmağıyla George’u şakacıktan dürttü, sonra olanca canlılığıyla yine tavasının başına döndü.

Tava “bakanlığının” işleri biraz durulunca, Efendi George, “Şimdi sıra kekte,” diyerek koca bir bıçağı kesmek üzere uzattı.

Chloe Teyze çabucak kolundan yakalayarak, “Tanrı sizi korusun Efendi George!” dedi. “O kocaman ağır bıçakla kesmeyeceksiniz ya! Söner, o güzelim kabarıklığı bozulur. Alın, bu daha ince bir bıçaktır, bu tür işler için hep bilerim. Şööyle… Bakın nasıl tüy gibi bölünüyor! Şimdi yiyin bakalım. Daha lezizini bulamazsınız.”

George ağzı dolu, “Tom Lincon’un dediğine göre, Jinny senden daha iyi aşçıymış.”

Chloe Teyze kibirli bir tavırla, “Tom Lincon’un ne söylediği hiç önemli değil. Yani bizimkilerin yanında demek istiyorum. Jinny daha sıradan işlerde eli yüzü düzgün şeyler çıkarabilir ortaya belki ama şık bir şey dedin mi, eli ayağı birbirine karışır. Şimdi bırakın Efendi Lincon’u bir yana Efendi Shelby! Güzel Tanrı’m! Gelelim Hanım Lincon’a… Benim hanımım gibi odaya süzülerek girebilir mi, nasıl harika bir yürüyüşü vardır, bilirsiniz! Amaan, git işine! Şu Lincon’lardan söz etmeyin bana!”

Chloe Teyze kafasını dünya çapında bir sır biliyormuşçasına salladı.

“İyi de… ben senin de, Jinny’nin oldukça iyi bir aşçı olduğunu söylediğini duymuştum,” dedi George.

“Söyledim. Onu söyleyebilirim. İyi, sade, sıradan yemekleri, Jinny yapar. İyi bir mısır ekmeği, mısır unundan kusursuz bir kek yapmayı beceremez ama. Tanrı bilir ya, leziz, alengirli bir şey gerekirse, ne yapabilir ki? Elbet o da kek yapıyor ama dışı nasıl oluyor? Senin sevdiğin gibi o ağızda eriyen kabarıklığı verebilir mi? Miss Mary evlenirken gitmiştim oraya, Jinny de düğün pastasını göstermişti. Jinny’yle iyi arkadaşızdır, biliyor musunuz? O pasta için ‘hadi git işine’den başka hiçbir şey söylemedim Efendi George! Ben pasta diye öyle bir yığın yapsaydım, bir hafta gözüme uyku girmezdi. Ona pasta bile denmezdi ya, neyse!”

“Herhalde Jinny onu beğendi,” dedi George.

“Öyle olmalı! Değil mi ya? Orada tüm aklı ermezliğiyle yaptığını onlara yediriyor, ortada işte, Jinny bilmiyor. Ailede iş yok ki! Ondan böyle bir şeyi bilmesi beklenemez! Bu onun suçu değil. Ah, Efendi George, ailenizin size sağladığı ayrıcalıkların yarısının bile farkında değilsiniz!” Bu noktada Chloe Teyze duygulanarak gözlerini yuvalarında şöyle bir çevirip içini çekti.

“Bundan hiç kuşkum yok Chloe Teyze, tüm pasta ve muhallebi ayrıcalıklarımın farkındayım. Her görüşümde övünüp övünmediğimi Tom Lincon’a sor bakalım.”

Chloe Teyze iskemlesine oturdu ve genç efendinin bu nüktesine yürekten gelen ağız dolusu kahkahalarla gülmeye başladı, parlak, kara yanaklarından aşağı yaşlar süzülünceye kadar da güldü, arada bir şaka yollu “Efendi Georgey”ye dirsek vurup şaplak atarak duruma neşe katıyordu, ona işine gitmesini, amma da garip bir tip olduğunu, Chloe Teyzesi’ni neredeyse öldüreceğini söylüyor, bu kanlı öngörüler arasında yine her biri öncekinden daha güçlü kahkahalara boğuluyordu, öyle ki sonunda George bile aman vermez bir şakacı olduğunu düşünmeye başladı, artık konuşurken elinden geldiğince komik olma konusunda dikkatli olacaktı.

“Siz de sonra Tom’a öyle dediniz demek? Hey Tanrı’m! Ne gençler yaratıyorsun! Tom’a övündünüz demek? Hey Tanrı’m! Efendi George siz bir böceği bile güldürürsünüz.”

“Evet,” dedi George, “ona dedim ki, Chloe Teyze’nin pastalarını bir görmelisin, tam ağzına layık.”

Tom’un bilgisiz durumundan yardımsever yüreği etkilenmiş olan Chloe Teyze, “Yazık Tom göremedi bunları,” dedi. “Bugünlerde onu yemeğe davet etmelisiniz Efendi George,” diye ekledi. “Size o yakışır. Biliyorsunuz, ayrıcalıklarınız yüzünden kendinizi kimsenin üstünde hissetmemelisiniz, ayrıcalıklarımız ödüllerimizdir, bunu hep anımsamalıyız,” dedi Chloe Teyze. Son derece ciddi görünüyordu.

“Eh, önümüzdeki hafta Tom’u davet ederim,” dedi George. “Sen şöyle bir döktür bakalım da Chloe Teyze o da bakakalsın. On beş gün acıkmayacak kadar yedirmez miyiz şimdi onu biz?”

“Evet, evet, kesinlikle,” dedi Chloe Teyze. Hoşuna gitmişti. “Göreceksin. Tanrı’m! Bazı akşam yemeği davetlerimizi düşünüyorum da… General Knox’a yemek verdiğimizde yaptığım o tavuklu böreği anımsıyor musun? Kıtır kabuğu yüzünden hanımımla neredeyse tartışıyorduk. Bazen hanımlara neler oluyor hiç anlamıyorum ama, birimizin sırtında en ağır sorumluluk yükü varken en olmayacak şeyi önemserler, bir de üstelik çoluk çocukla birlikte ayak altında dolaşıp her şeye karışırlar. Hanım şunu şöyle yap, bunu böyle yap der, sonunda benim de sabrım taşar, tutup ona derim ki: ‘Bakın hanımım, bir şu üstünde çiy parlayan zambaklar gibi yüzükler ışıldayan uzun parmaklı güzelim beyaz ellerinize, bir de benim kocaman kara, kütük gibi ellerime bakın. Şimdi, Tanrı benim börek yapmamı, sizin de salonda oturmanızı istemiş olmalı, öyle değil mi?’ Ben çok sabırsızım Efendi George.”

“Ee, annem ne der buna?”

“Demek mi? Gözlerinin, o kocaman gözlerinin içi güler, ‘Eh, Chloe Teyze sanırım doğru söylüyorsun,’ deyip salona geçer. Bu kadar sabırsız olduğum için kafamı yarması gerekir ama o böyledir işte! Yani ben mutfakta hanımlarla yapamam!”

“O yemekte harikalar yaratmıştın,” dedi George. “Herkesin de aynı şeyi söylediğini anımsıyorum.”

“Ya, öyle değil mi? O gün yemek odasının kapısının arkasında olmadığımı mı sanıyorsun? Generalin tabağını böğürtlen tatlısıyla üç kez doldurduğunu görmediğimi mi sanıyorsun? Bir de, ‘Bulunmaz bir aşçınız var Mrs. Shelby,’ demişti. Tanrı’m! Sevincimden çatlayacaktım neredeyse!”

Chloe Teyze gururla, “General yemekten anlıyor,” dedi. “General çok hoş bir adam. Eski Virginia’nın en köklü ailelerinin birinden geliyor! Neyin ne olduğunu benim kadar iyi biliyor şu general. Her pastanın püf noktası vardır, herkes onun ne olduğunu bilmez ama general biliyordu, bunu söylediklerinden anladım. Evet, püf noktasının ne olduğunu biliyordu!”

Bu arada Efendi George (sıra dışı durumlarda) bir erkek çocuğun tek bir lokma bile yiyemeyeceği noktaya gelmişti, bu yüzden de kıvırcık yüne benzeyen saçları ve parlayan gözleriyle karşı köşeden aç gözlerle onu izleyen birbiri üzerine yığılmış kara kafaları fark etti.

Kalan parçaları onlara atarak, “Alın bakalım Rose’la Pete, siz de biraz istersiniz, değil mi? Hadi Chloe Teyze onlara da biraz kek ver.”

Sonunda George’la Tom ocak başında daha rahat bir yere geçtiler, bu arada Chloe Teyze bir sürü gözleme daha yapmış, bebeğini kucağına almış, bir kendinin bir onun ağzını doldurup duruyor, elindekileri yemekle meşgul olan Rose’la Pete de masanın altında yuvarlanıyor, birbirlerini gıdıklıyor, arada bir de bebeğin ayak başparmağını çekiştiriyorlardı.

Arada zıvanadan çıktıklarında anne masanın altına rasgele vurarak, “Rahat durun bakayım!!!” diyordu. “Beyazlar geldiğinde daha doğru dürüst oturamaz mısınız? Kesin şunu artık, tamam mı? Kendinize çekidüzen verin, yoksa Efendi George gittikten sonra sizin canınıza okur, alaşağı ederim!”

Bu korkunç gözdağının ardında ne yattığını anlamak zordu ama yöneldiği genç günahkârlarda pek bir etki yarattığı söylenemezdi.

“Kesin artık!” dedi Tom Amca. “Bu kıkırdaşma öyle bir hale geldi ki, ne yaptığımızı anlamıyoruz.”

Elleri, yüzleri esmer şekere bulanmış çocuklar masanın altından çıkıp bebeği öpmeye başladı.

Anne yünü andıran kafalarını iterek, “Hadi gidin şurdan!” dedi. “Böyle yaparsanız hepiniz birbirinize yapışır kalırsınız. Hadi gidin dereye de temizlenin!” Öğüdünü korku verici bir sesle şaplayan bir tokatla noktaladı ama bu kapıdan telaşla birbiri üstüne yuvarlanarak çıkan çocukları daha çok güldürdü, dışarı çıkar çıkmaz da bir keyif çığlığı koyverdiler.

Chloe Teyze halinden hoşnut bir tavırla, “Hiç bu kadar haylaz şeyler gördünüz mü?” dedi, bir yandan da böyle acil durumlar için sakladığı eski bir havluyu çatlak çaydanlıktan azıcık su dökerek ıslatıp bebeğin eliyle yüzüne bulaşmış şekerleri siliyordu, çocuk pırıl pırıl olana kadar ovaladı, sonra da Tom’un kucağına oturtup yemek artıklarını toparlamaya koyuldu. Bebek de bu arada fırsat bu fırsat, Tom’un burnunu çekiyor, yüzünü tırmalıyor, tombul ellerini onun yünümsü saçlarına gömüyor, bu son yaptığından özellikle çok keyif alıyordu.

Tom, bebeği kendinden uzakta tutarak, “Ne şirin şey değil mi?” dedi. Sonra da kalkıp çocuğu geniş omuzlarına yerleştirip onunla hoplayıp sıçrayarak dans etmeye koyuldu, Efendi George da mendilini havada şaklatarak bebeğe vuruyordu. Rose’la Pete dönmüş, ayılar gibi homurtulu sesler çıkarıyorlardı, sonunda Chloe Teyze gürültücülerin kafasını kopartacağını söyledi ama belli ki bu kulübede olağan bir olaydı ve açıklanışı coşkuyu azaltmadı, herkes sakinleşinceye kadar bağıra yuvarlana oynayıp durdu.

Açılır kapanır yatağın altına itilmiş tekerlekli yatağı çekmeye uğraşan Chloe Teyze, “Eh, istediğiniz olmuştur artık,” dedi. “Şimdi, Rose’la Pete gelin, şuraya girin yatın da biz de oturup konuşalım.”

“Anne, oraya yatmak istemiyoruz, biz de oturup konuşmaları dinlemek istiyoruz, çok merak ediyoruz, çok hoşumuza gidiyor.”

“Chloe Teyze, it onu yatağın altına da bırak otursunlar,” dedi Efendi George kararlı bir sesle ve o kötü (!) nesneyi şöyle bir itiverdi.

Durumu kurtarmış olan Chloe Teyze o nesneyi yatağın altına itmekten belli ki son derece hoşnuttu, bir yandan da, “Eh, belki bu sefer uslu dururlar,” diyordu.

Şimdi evin içi toplantının yiyecek içecek ve hazırlıklarını tartışmak için hepsinin katıldığı bir kurula dönüşmüştü.

Chloe Teyze, “Şimdi bakın, yer konusunda ne yapacağımızı hâlâ bilmiyorum, haberiniz olsun,” dedi. Bu toplantı Tom Amcalarda uzun süredir her hafta yapılıyor ama yer sorunu bir türlü çözümlenemiyordu.

“Yaşlı Peter Amca geçen hafta ilahi söylerken o eski sıranın bacaklarını kırdı,” dedi Rose.

“Hadi oradan! Kalıbımı basarım ki sen çıkarmışsındır onları oradan, senin parlak fikirlerinden biri,” dedi Chloe Teyze.

Rose da, “Eh duvara dayarsanız yine de ayakta durur!” dedi.

“Öyleyse Peter Amca oraya oturmamalı, ilahi söylerken yerinde zıplıyor. Geçen gece ta odanın öbür ucuna zıpladı,” dedi Pete.

“O zaman onu odanın o ucuna oturtalım,” dedi Rose. “Ondan sonra da, ‘Azizler ve günahkârlar, gelin buraya da beni dinleyin,’ derken güm diye gitsin.” Adamın genizden gelen sesinin aynını yansılıyordu, düşünülen felaketi eksiksiz canlandırmak için yere bile yuvarlandı.

“Hadi bakalım, doğru durun. Utanmıyor musunuz?” dedi Chloe Teyze.

Efendi George da gülerek suçlunun tarafını tutup kararlı bir tavırla onun bir “köftehor” olduğunu söyleyince ananın uyarısı havada kaldı.

“Eh ihtiyar adam, artık şu fıçıları taşımak zorundasın,” dedi Chloe Teyze.

Rose, Pete’ten yana çıkarak, “Annemin fıçıları Efendi George’un iyi kitapta okudukları gibi, insanı asla yarı yolda bırakmaz,” dedi.

“Geçen hafta biri çöktü,” dedi Pete, “ilahinin tam ortasında herkes yere yuvarlandı, biz de düşüyorduk az daha, değil mi?”

Bu arada Rose’la Pete iki boş fıçıyı aralarına alıp kulübeye yuvarlamış, iki yanına taşlar koyarak sağlamlamış, aralarına tahtalar uzatmış, elbirliğiyle kovaları, yayıkları ters çevirmişlerdi. Derme çatma iskemleleri de şekle şemale soktuktan sonra hazırlıklar tamamlanmıştı.

Chloe Teyze, “Efendi George öyle iyi bir okuyucu ki, şimdi bize de okuyacak,” dedi, “hem böylesi çok daha ilginç olur.”

George dünden razıymışçasına kabul etti, kitabınızın kahramanı onu önemli kılan her şeyi yapmaya hazırdı.

Az sonra oda, yaşlı saygın büyüklerden, seksenliklerden ve gri saçlılardan tutun da on yedisindeki delikanlılardan genç kızlara kadar değişen karmakarışık bir kalabalıkla doldu. Efendi Shelby’nin evin şanına şan katacak kızıl doru yeni bir tay almayı düşündüğü söylendi. Lizzy’ nin düğün töreni yapıldığında hanım benekli bir muslin giysi verecekti, yaşlı Sally Teyze yeni yazmasını nereden bulmuştu; böylesi çeşitli konular üstüne küçük, zararsız bir dedikodu başladı.

Yakın ailelerden geldikleri için katılmalarına izin verilen dostlar da evlerinde ve çevrelerinde olup bitenlere ilişkin değişik haber kırıntıları getirmişlerdi, tümü de daha üst sınıf çevrelerde yapıldığı gibi herkesi dolaştı.

Bir süre sonra herkes olanca coşkusuyla ilahi söylemeye başladı. Bir zamanlar yabanıl ve yaşam dolu olan seslerin doğuştan getirdikleri etkiyi genizden gelen ses perdelerinin olumsuzluğu bile bozamıyordu. Sözler bazen kiliselerde söylenen ilahilerin bilinen dizeleri, bazen de kamp akşamlarında seçilen daha yabansı, tanımsız ama özellikli sözlerdi.

Büyük coşku ve hazla söylenen birinin sözleri şöyleydi:

Ölmek savaş alanında,

Ölmek savaş alanında,

Ruhumda şan ve şerefle.

Sıkça yinelenen bir başka sevilense şöyleydi:

Şerefimle gidiyorum – benimle gelmez misin?

Meleklerin emrinde ve istediğimi yerine getirmeye hazır

Beni uzaklara çağırdığını görmüyor musun?

Altın kenti ve sonu olamayan günü görmüyor musun?

Zenci düşüncesine uygun ateşli ve hayal gücü geniş, sürekli Ürdün Nehri’nin kıyıları, vaat edilmiş ülkenin tarlaları ve cennetten söz eden başka ilahiler de vardı, bunlar hep capcanlı, resim gibi bir doğayı anlatıyordu, söylerken nehrin öbür yanını, cenneti elde etmişçesine kimi gülüyor kimi ağlıyor kimi el çırpıyor ya da sevinçle el sıkışıyorlardı.

Çeşitli öğüt ya da deneyimler ezgiyle karışmış olarak bir sonraki sırada yer alıyordu.

Çalıştığı günlerin üstünden çok uzun zaman geçmiş, artık tarihin bir sayfası olarak bakılan yaşlı, gri saçlı bir kadın ayağa kalkıp değneğine abanarak, “Eh çocuklar! Sizi bir kez daha dinlediğim ve gördüğüm için başım göğe erdi, cennete ne zaman giderim bilmiyorum ama hazırlandım çocuklarım, öyle görünüyor ki, çulum çaputum bağlandı, bonem başıma kondu, şimdi yalnızca gelip beni asıl evime götürmeleri kaldı, bazen geceleri tekerlek sesleri duyar gibi oluyor, hep dışarı bakıyorum, siz de hepiniz her an hazır olun çocuklar, bakın söylüyorum size,” dedi ve değneğini sertçe yere vurdu. “Şu cennet çok yüce bir şey! Çok yüce, çocuklar, sizse onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, oysa o muhteşem!”

Yaşlı kadın gözlerinden ip gibi yaşlar akıtarak tümüyle söylediklerinin etkisinde yerine oturdu, derken çepeçevre dizilmiş herkes ansızın, “Ah Kenan, parlak Kenan diyarı / Kenan topraklarına gitmeye hazırız,”a başladı.

İstek üzerine Efendi George, Vahiy Kitabı’nın son bölümlerini okumaya başladı. İkide bir, “Yüzü suyu hürmetine!”, “Şuraya bakın!”, “Şunu bir düşünün!”, “Bu söylenenler yeterli delil değil mi?” gibi feryatlarla sözü kesiliyordu.

George dinî konularda annesince eğitilmiş, parlak bir çocuktu, sonunda bu konudaki her şeye hayran olduğunu keşfetmiş, zaman zaman övgüye layık bir ciddiyet ve ağırbaşlılık taşıyan kendi yorumlarını getirmiş, bunun için gençlerin hayranlığını, yaşlıların da rızasını kazanmış, sonuçta da herkesçe “bir rahibin bile bu işi ondan iyi beceremeyeceğinde” ve bunun “gerçekten çok şaşırtıcı” olduğunda birleşilmişti.

Tom Amca bu çevrede dinî konularda hatırı sayılır biriydi. Arkadaşlarından çok daha geniş görüşlü, incelikli ve bilgili olmasının yanı sıra manevi gücün son derece etkin olduğu bir düzen kurduğundan büyük bir saygı görür, ona bir tür rahipmiş gibi davranılır, vaazımsı öğütlerinin sade, içten ve yürekten gelen üslubu, eğitimli insanlarınkinden daha eğitici olurdu ama asıl üstünlüğü dua konusundaydı. İncil diliyle zenginleştirilmiş dualarının çocuksu içtenliği ve dokunaklı sadeliğiyle hiçbir şey yarışamazdı. Tüm bunlar onun benliğiyle öylesine iç içe geçmiş, onun bir parçası olmuştu ki, dindar yaşlı bir zencinin anadili olarak elinde olmaksızın dudaklarından dökülüyor, dualar “oluşuveriyordu”. Dinleyicilerinin inançlarına seslenen duaları öylesine etkili oluyordu ki, dört bir yanında patlak veren karşılık seli içinde yitip gitme tehlikesi baş gösteriyordu.

İhtiyarın kulübesinde bu sahne yaşanırken efendinin salonunda çok daha değişik bir sahne vardı.

Tüccarla Mr. Shelby, yemek odasında kâğıtlar ve yazı gereçleriyle kaplı bir masanın başında oturuyorlardı.

Mr. Shelby bir tomar faturayı saymakla meşguldü, saydıklarını tüccarın önüne itiyor, o da bir kez daha sayıyordu.

“Her şey uygun,” dedi tüccar, “şimdi de şunları imzalayıverin.”

Mr. Shelby satış faturalarını uygunsuz satış yapan bir adamın bir an önce bitirmek isteyen aceleci tavrıyla çabucak önüne çekip imzaladıktan sonra parayla birlikte yine tüccara uzattı.

Haley iyice eskimiş bir valizden bir parşömen çıkardı, ona bir süre baktıktan sonra Mr. Shelby’ye uzattı, o da gizlemeye çalıştığı bir sabırsızlıkla aldı.

Tüccar ayağa kalkarken, “Eh, bu iş tamamdır!” dedi.

Mr. Shelby düşünceli bir tonla, “Tamamdır!” dedi ve derin derin içini çekerek yineledi: “Tamamdır!

Tüccar, “Pek mutlu değilmişsiniz gibi geliyor bana,” dedi.

“Haley,” dedi Shelby, “Tom’u nasıl birileri olduğunu bilmediğiniz bir yere satmayacağınıza şerefiniz üstüne söz verdiğinizi umarım anımsarsınız,” dedi.

“Siz az önce bunu yaptınız ama,” dedi tüccar.

Shelby kibirli bir tavırla, “Koşullar,” dedi, “biliyorsunuz beni buna zorladı.

“Eh beni de zorlayabilir,” dedi tüccar. “Ne olursa olsun Tom’a iyi bir yatacak yer vermek için elimden gelenin en iyisini yapacağım, ona kötü davranma konusuna gelince, bundan zerre kadar korkunuz olmasın. Tanrı’ya şükretmeyi eksik etmediğim bir konu varsa, o da kötü yürekli olmadığımdır.”

Tüccarın insancıl ilkelerini açıklamasından sonra bile Mr. Shelby kendini pek güvence verilmiş gibi hissetmiyordu ama koşulları ancak bu kadar içini rahatlatmasına elveriyordu. Adam çıkıp giderken hiç sesini çıkarmadan bir puro yaktı.


Tom Amca'nın Kulübesi

Подняться наверх