Читать книгу Mürver Ağacı - Оскар Уайльд, F. H. Cornish, Lord Alfred Douglas - Страница 10
Mr. W.H.nin Portresi
MR. W.H.NİN PORTRESİ
ОглавлениеErskine’le onun Birdcage Walk Caddesi’ndeki[7] şirin küçük evinde yemek yedikten sonra kütüphanede kahve ve sigara içerek oturuyorduk ki, edebiyatta sahtecilikten söz açıldı. Bu ilginç konuya nasıl geldiğimizi şu an hatırlayamıyorum, ama Macpherson, Ireland ve Chatterton[8] hakkında uzun uzun tartıştığımızı ve o isimlerden sonuncusu hakkında ısrarla, onun sözde sahteciliklerinin kusursuz bir sunuma dair sanatkârane bir arzudan ileri geldiğini; eserini nasıl sunmayı tercih ettiğiyle ilgili olarak bir sanatçıyı kınamaya hakkımız olmadığını; her Sanat’ın bir ölçüde rol yapmayı gerektirdiğini, gerçek hayatın ket vuran tesadüf ve sınırlamalarından uzak olarak insanın kendi şahsiyetini hayalî bir zeminde gerçekleştirme gayreti olduğunu, o yüzden de bir sanatçıyı sahtecilikle suçlamanın etik bir problemi estetik bir problemle karıştırmak olduğunu söylediğimi iyi biliyorum.
Benden epey büyük olan ve kırk yaşına gelmiş bir adamın mizahi saygısıyla beni dinleyen Erskine birdenbire elini omzuma koydu ve, “Diyelim ki bir gencin bir sanat eseri hakkında garip fikirleri var, bu fikirlere inanıyor ve ispatlamak için sahteciliğe başvuruyor. Buna ne dersin?” diye sordu.
“Ama bu bambaşka bir şey!” dedim.
Erskine sigarasından ince boz çizgiler halinde yükselen dumana bakarak birkaç saniye sessiz kaldı. Bir duraklamanın ardından, “Evet, bambaşka,” dedi.
Sesinde merakımı uyandıran bir şey, bir sitemin küçük bir tınısı vardı belki. “Bunu yapan birini tanıyor musun yoksa?” diye heyecanla sordum.
Sigarasını ateşe atarak, “Evet,” diye cevapladı, “çok sevdiğim bir arkadaşım, Cyril Graham. Çok hayranlık uyandırıcı, çok budala ve çok kalpsiz biriydi. Ama bana hayatımdaki tek miras ondan kaldı.”
“Nedir o?” diye sordum. Erskine koltuğundan kalktı ve iki pencerenin arasındaki yüksek gömme dolaba gidip kilidini açtıktan sonra, elinde Elizabeth dönemine ait eski ve biraz solmuş bir çerçeve içinde, ahşap pano üstüne küçük bir resimle yanıma geri geldi.
Bir masanın başında duran ve sağ elini açık bir kitaba yaslayan on altıncı yüzyıl giysisi içindeki bir gence ait tam boy bir portreydi bu. Oğlan aşağı yukarı on yedi yaşında gösteriyordu ve olağanüstü bir güzelliği olmakla beraber bariz bir kadınsılığa sahipti. O kadar ki, giyimi ve kısacık kesilmiş saçları olmasa hülyalı mahzun gözleri ve narin kırmızı dudaklarıyla o yüzü bir kıza ait sanabilirdiniz. Üslup ve özellikle de ellerin işlenişi bakımından tablo François Clouet’nin[9] geç dönem eserlerini hatırlatıyordu. Nefis yaldız benekli siyah kadife yeleği ve resmin o yeleği hoş bir biçimde öne çıkaran, aydınlık bir renk değeri kazandıran tavuskuşu mavisi fonu tam Clouet üslubundaydı. Ayrıca mermer kaideden biraz resmî bir edayla sarkan iki Tragedya ve Komedya maskesinde, büyük Flaman ustanın Fransız Sarayı’nda bile hiçbir vakit tamamen yitirmediği ve kuzeylilerin mizacını şaşmadan yansıtan, İtalyanların akıcı zarafetinden çok farklı, haşin fırça darbeleri seçiliyordu.
“Büyüleyici bir tablo!” dedim. “Ama güzelliği ne mutlu ki Sanat yoluyla bize kadar ulaşan bu alımlı genç adam kim?”
Üzgün bir gülümsemeyle, “Bu Mr. W.H.nin portresi,” dedi Erskine. Işığın tesadüfi bir etkisi olabilir, ama sanki bana gözleri yaşlarla ışıl ışıl gibi gelmişti.
“Mr. W.H. mi?” diye atıldım. “O da kim?”
“Hatırlamıyor musun? Elini yasladığı kitaba bak.”
“Orada bir şey yazılı olduğunu görüyorum, ama seçemiyorum,” dedim.
Aynı üzgün gülümseme hâlâ dudaklarında oynaşan Erskine, “Şu büyüteçle dene,” dedi.
Büyüteci aldım ve lambayı yaklaştırarak kargacık burgacık on altıncı yüzyıl yazısını okumaya başladım. “Bu aşağıdaki sonelerin yegâne müellifi olan…” “Yüce Tanrım!” diye bir çığlık attım. “Bu Shakespeare’in Mr. W.H.si mi?”
Erskine, “Cyril Graham öyle derdi,” diye mırıldandı.
“Ama bu Lord Pembroke’a[10] zerre kadar benzemiyor,” diye itiraz ettim. “Penhurst Malikânesi’ndeki portreleri çok iyi bilirim. Birkaç hafta önce yakınlarında kalmıştım.”
“Sonelerin Lord Pembroke’a adandığına gerçekten inanıyor musun?” diye sordu.
“Bundan eminim,” dedim. “Sonelerde geçen üç kişi Pembroke, Shakespeare ve Mrs. Mary Fitton’dur;[11] hiç şüphe yok.”
Erskine, “Sana katılıyorum,” dedi, “ama öyle düşünmediğim dönemler de oldu. Eskiden… eh, sanırım Cyril Graham ve onun fikirlerine katılıyordum.”
Daha şimdiden tuhaf bir şekilde büyüsüne kapılmaya başladığım nefis portreye bakarak, “Peki neymiş o?” diye sordum.
Tabloyu, o sıralar biraz ani olduğunu düşündüğüm bir şekilde elimden alan Erskine, “Uzun hikâye,” dedi, “çok uzun hikâye; ama istersen anlatabilirim.”
“Sonelerle ilgili her şey hoşuma gider,” diye atıldım. “Ama yeni bir açıklamayı benimseyeceğimi sanmam. Artık konunun kimse için bir esrarı kalmadı. Doğrusunu istersen, eskiden de bir esrarı olduğundan şüpheliyim.”
Erskine gülerek, “Bu açıklamaya ben de inanmıyorum ki senin fikrini değiştireyim,” dedi. “Ama yine de ilgini çekebilir.”
“Bana mutlaka anlatmalısın,” diye karşılık verdim. “Şu resmin yarısı kadar bile güzel olsa fazlasıyla tatmin olurum.”
Erskine bir sigara yakarak, “Madem öyle,” dedi, “sana Cyril Graham’ı anlatarak başlamalıyım. Eton’da okurken aynı evde kalıyorduk. Ben ondan bir-iki yaş büyüktüm, ama aramızdan su sızmaz, bütün derslerimizi birlikte yapar ve birlikte oyun oynardık. Tabii dersten çok daha fazla oyuna dalardık, ama bundan pişman olduğumu söyleyemem. Sağlam bir ticaret eğitimi almamış olmak her zaman bir avantajdır; ayrıca Eton’daki oyun sahalarında öğrendiklerim bana en az Cambridge’de öğretilenler kadar faydalı olmuştur. Cyril’in annesinin de babasının da hayatta olmadığını söylemeliyim. Wight Adası açıklarındaki korkunç bir yat kazasında boğulmuşlardı. Babası hariciyeciydi ve yaşlı Lord Crediton’un kızıyla, onun tek kızıyla evliydi; dolayısıyla kazadan sonra Lord Crediton, Cyril’in velisi oldu. Lord Crediton’un Cyril’e fazla değer verdiğini sanmıyorum. Unvansız bir adamla evlendiği için kızını gerçekte hiç affetmedi. İşportacılar gibi küfreden, huyu çiftçilere benzeyen garip, yaşlı bir aristokrattı. Bir keresinde onu okuldaki bir tören gününde gördüğümü hatırlıyorum. Bana homurdanmış, bir altın lira vermiş ve babam gibi ‘kahrolası bir Radikal’ olmamamı tembihlemişti. Cyril onu pek sevmez, tatillerinin çoğunu bizimle İskoçya’da geçirdiğine şükrederdi. Hiç geçinemezlerdi. Cyril onun bir ayı, o da Cyril’in kadınsı olduğunu düşünürdü. Sanırım bazı konularda sahiden kadınsıydı, ama aynı zamanda çok iyi bir binici ve büyük bir eskrimciydi. Eton’dan ayrılırken kılıcını bile yanına almıştı. Fakat tavırlarında çok baygın ve görünüşüne hayli düşkündü; futboldan fena halde nefret etmesi de cabası. Ona gerçekten zevk veren iki şey, şiir ve oyunculuktu. Eton’dayken takar takıştırır ve Shakespeare’i ezberden okurdu; Trinity’ye gittiğinin daha ilk döneminde üniversitedeki tiyatro topluluğuna girdi. Oyunculuğunu hep kıskandığımı hatırlıyorum. Ona akıldışı bir bağlılık hissediyordum; sanırım bazı konularda birbirimizden o kadar farklı olduğumuz için. Ben epeyce biçimsiz, zayıfça bir delikanlıydım ve kocaman ayaklarla dehşetli çillerim vardı. Gut hastalığı İngilizler için neyse çiller de İskoçların soyuna öyle işlemiştir. Cyril gutu tercih ettiğini söylerdi; ama dış görünüşe daima abesçe değer verirdi ve bir keresinde münazara topluluğumuzun huzurunda, iyi görünmenin iyi olmaktan daha evla olduğunu ispatlamak için bir savunma yapmıştı. Kesinlikle çok yakışıklıydı. Onu sevmeyenler, yani üniversite öğretmenleri güzellikten anlamayan cahiller ve din adamlığı için okuyan gençlerse onu sevimli bulduklarını söylemekle yetinirlerdi; halbuki yüzünde sade sevimlilikten çok daha fazlası vardı. Bence o gördüğüm en mükemmel yaratıktı ve hareketlerindeki zarafet, tavırlarındaki alım her şeyin üstündeydi. Hayran bırakmaya değenlerin hepsini, değmeyenlerin de birçoğunu kendine hayran bırakırdı. Çoğu zaman dikbaşlı ve fevriydi ve şahsen onun fena halde samimiyetsiz olduğunu düşünürdüm. Bunun da başlıca sebebi sanırım canının istediğini yapmak konusunda sınır tanımayan bir arzu beslemesiydi. Zavallı Cyril! Bir keresinde gereğinden ucuz zaferlere tenezzül ettiğini söylemiştim, ama o sadece gülmüştü. Korkunç derecede şımarıktı. Zannedersem tüm alımlı insanlar şımarık. Cazibelerinin sırrı da bu.
Fakat sana Cyril’in oyunculuğunu anlatmazsam olmaz. Üniversitenin tiyatro topluluğunda kadın oyunculara müsaade edilmediğini biliyorsundur. En azından benim zamanımda öyleydi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Eh, tabii kız rolüne her zaman Cyril uygun görülüyordu ve Beğendiğiniz Gibi sahneleneceği zaman Rosalind’i o oynadı. Şahane bir iş çıkardı. Hatta Cyril Graham hayatımda gördüğüm yegâne kusursuz Rosalind’di. Oradaki güzelliği, letafeti, inceliği sana tarif etmemin imkânı yok. Oyun büyük bir heyecan uyandırdı ve o zamanki haliyle o berbat küçük tiyatro her akşam tıka basa doldu. Oyunu şimdi okuduğumda bile Cyril’i düşünmeden edemiyorum. Sanki onun için yazılmış. Ertesi dönem diplomasını aldı ve Hariciye sınavlarına hazırlanmak için Londra’ya geldi. Fakat hiç çalışmadı. Günlerini Shakespeare’in sonelerini okuyarak, akşamlarını da tiyatroda geçiriyordu. Tabii sahneye çıkmak için can atıyordu. Benim ve Lord Crediton’un engelleyebildiği bir şey varsa budur. Belki sahneye çıksaydı bugün hayatta olurdu. Öğüt vermek aptalca bir şey, ama bunda ısrar etmek tam bir felakettir. Öyle bir hataya asla düşmeyeceğini umarım. Çünkü düşersen buna pişman olursun.
Asıl hikâyeye gelirsek, bir gün Cyril’den, o akşam dairesine uğramamı isteyen bir not aldım. Piccadilly’de, Green Park’a yukarıdan bakan nefis bir evi vardı ve onu zaten her gün görmeye gittiğimden zahmet edip bana yazmasına bayağı şaşırmıştım. Tabii ki gittim; oraya vardığımda onu büyük bir heyecan içinde buldum. Bana Shakespeare’in sonelerindeki gerçek sırrı nihayet keşfettiğini; tüm uzman ve eleştirmenlerin başından beri tamamen yanlış yolda olduklarını; sadece sezgisel delillere dayanarak Mr. W.H.nin kim olduğunu ilk kendisinin bulduğunu anlattı. Sevinçle adeta kendinden geçmişti ve bana uzun süre bu konudaki görüşünü anlatmadı. Fakat sonunda bir deste not çıkardı, sonelerin bir nüshasını şömine rafından alıp oturdu ve konunun tamamı hakkında bana uzun bir konferans verdi.
Shakespeare’in acayip bir şekilde tutkuyla dolu olan bu şiirlerini yazdığı genç adamın kendi dram sanatının gelişiminde sahiden can alıcı bir etken olmuş olması gerektiğine, dolayısıyla onun ne Lord Pembroke, ne de Lord Southampton[12] olabileceğine dikkat çekerek söze başladı. Gerçekten de o kişi her kimse, yüksek mevkide doğmuş biri olamazdı ve bunu Shakespeare’in kendini ‘büyük prenslerin gözdeleri’ ile kıyasladığı 25. Sone açıkça belli ediyordu. Orada Shakespeare büyük bir samimiyetle…
Yıldızların gözdesi olanlar övünsün
İkballe, iktidarla, alımlı unvanlarla;
Kader vermediyse de bana böyle bir zafer,
Mutluyum en saydığım beklenmedik şanlarla,[13]
diyor ve soneyi, taptığı kişinin aşağı mevkiinden dolayı kendini kutlayarak bitiriyordu:
Ben sevdim, sevildim ya; hepten mutlu yaşarım;
Yoldan çıkartılamam, ne de yoldan şaşarım.
Bu sonenin, ikisi de İngiltere’de en yüksek mevkileri işgal eden ve ‘büyük prensler’ olarak anılmaya fazlasıyla layık olan Pembroke Kontu veya Southapmton Kontu’na yazılmış olması Cyril’e göre çok saçmaydı; bu fikrini desteklemek için de, bize aşkın ‘ikbalden rastgele doğmuş’ ve ‘başına bela’ kesilmiş olmadığı, onun ‘kader kısmet’in kaprislerinden uzak olduğunu anlatan Shakespeare’in 124. ve 125. Sonesi’ni okudu. Bu konuya daha önce hiç parmak basılmadığını düşündüğümden onu epeyce ilgiyle dinledim; fakat devamı daha da merak uyandırıcıydı ve bana öyle geliyordu ki, Pembroke iddiasını büsbütün ıskartaya çıkarıyordu. Meres’den[14] bildiğimize göre soneler 1598’den önce yazılmıştı ve 104. Sone de Shakespeare’in Mr. W.H.ye beslediği dostluğun üç yıllık bir geçmişi olduğunu anlatıyordu. Şimdi, 1580’de doğan Lord Pembroke on sekiz yaşına, yani 1598’e kadar Londra’ya gelmemişti; oysa Shakespeare’in onunla tanışıklığı 1594’te, yahut en geç 1595’te başlamış olmalıydı. Dolayısıyla Shakespeare onu ancak soneler yazıldıktan sonra tanımış olabilirdi.
Cyril ayrıca Pembroke’un babasının en erken 1601’ de öldüğüne dikkat çekiyordu; halbuki,
Babam var diyorsun ya; bırak, oğlun da desin,
dizesinden Mr. W.H.nin babasının 1598’de sağ olmadığı açıktı. O devirdeki herhangi bir yayıncının —üstelik önsöz yayıncının elinden çıkmaydı— Pembroke Kontu William Herbert’i Mr. W.H. olarak anmaya cüret etmesiyse bir başka saçmalık olurdu. Lord Buckhurst’ten Mr. Sackville[15] olarak söz edilmesiyse bununla pek kıyaslanamazdı, çünkü Lord Buckhurst bir lord değil, bir lordun resmî unvana sahip olmayan küçük oğluydu ve ondan bu şekilde söz eden England’s Parnassus’taki pasaj usule uygun ve resmî bir ithaf değil, adının basit bir şekilde anılmasından ibaretti. Ben yanında merak içinde otururken Cyril’in, hakkındaki iddiaları kolayca çürüttüğü Lord Pembroke’la ilgili bu kadar yeter. Lord Southampton’a gelince, o Cyril için daha da kolaydı. Southampton çok küçük bir yaşta Elizabeth Vernon’un[16] âşığı olduğu için evlilik yakarışlarına ihtiyacı yoktu; Mr. W.H. gibi annesine de benzemiyordu:
Sen annenin aynası olmuşsun da o sende
Bulmuştur gençliğinin güzelim baharını.
Ve hepsinden önemlisi, adı Henry’ydi, halbuki cinaslı soneler (135 ve 143), Shakespeare’in arkadaşının kendisiyle aynı adı, yani Will adını taşıdığını gösteriyordu.
Talihsiz yorumcuların, Mr. W.H.nin bir basım hatası olduğu, doğrusunun Mr. William Shakespeare anlamında Mr. W. S. olması gerektiği; ‘Mr. W.H.ye’ ifadesinin doğru yazımının ‘Mr. W. Hall’ olması gerektiği;[17] Mr. W.H.nin Mr. William Hathaway olduğu veya ‘Mr. W.H. ye’ ifadesindeki ‘ye’takısının yerine nokta gelmesi, böylece Mr. W.H.nin ithafın konusu değil, yazarı olması gerektiği yollu diğer iddialarına gelince, Cyril onların da çabucak üstesinden geldi. Gerekçelerini sıralamaya değmez, ama Mr. W.H.nin bizatihi ‘Mr. William Himself’[18] olduğunu ileri süren Barnstorff adında Alman bir yorumcudan bazı alıntıları —neyse ki Almanca aslından değildi— bana okuyunca gülme nöbetine tutulduğumu hatırlıyorum. Sonelerin Drayton ve Hereford’lu John Davies’in[19] eserlerini hedef alan hicivler olduğu fikrine de hiç pabuç bırakmadı. Benim için olduğu gibi onun için de soneler, Shakespeare’in yüreğindeki acılardan süzülüp dudaklarındaki balla tatlandırılmış şiirler olarak ciddi ve trajik bir öneme haizdi. Hele onların felsefi bir alegoriden ibaret oldukları ve Shakespeare’in onlarda kendi İdeal Benliği’ne, İdeal Erkekliği’ne, Güzelliğin Özü’ne, Akla, İlahî Söz’e veya Katolik Kilisesi’ne hitap ettiği fikrini hepten reddediyordu. Ona göre – ve fikrimce hepimiz böyle düşünmeliyiz— soneler biri için yazılmıştı; kişiliğiyle Shakespeare’in ruhunu her nasılsa dehşetli bir sevince ve ondan aşağı olmayan dehşetli bir ümitsizliğe boğmuş olan genç bir adam için.
Bu yolla, tabiri caizse, önünü açan Cyril benden kafamda konuyla ilgili tüm önyargılarımdan sıyrılmamı ve kendi açıklamasını hakkaniyetle ve tarafsızca dinlememi istedi. Dikkat çektiği nokta şuydu: Soy ya da yaradılış bakımından asil olmamasına rağmen Shakespeare’in ibadete varan büyük bir tutkuyla yazdığı; şairin tuhaf hayranlığı karşısında bizi merakta bırakan ve kalbindeki esrarın kilidini açacak anahtarı çevirmeye bile neredeyse korkutan o genç çağdaşı kimdi? Shakespeare’in sanatının temel taşı olacak kadar büyük bir maddi güzelliğe sahip olan; bizatihi Shakespeare’e ilham kaynağı olan; onun rüyalarının ete kemiğe bürünmüş hali olan bu insan kimdi? Onu bazı aşk şiirlerinin muhatabından ibaret görürsek o şiirlerin anlamını tamamen kaçırırdık: çünkü Shakespeare’in sonelerde sözünü ettiği sanat, kendisi için önemsiz ve mahrem bir konu olan sone sanatı değildir; ondan kastedilen şey daima oyun yazarının sanatıdır. Ve Shakespeare’in,
Ama benim sanatım, tüm varlığıyla sensin:
Beni kara cahilden bilgiye yükseltensin,
diye hitap ettiği,
Gireceksin her ağza, her soluğa, her dile,
diye ölümsüzlük vaat ettiği kişi şüphesiz ki uğruna Viola’yla Imogen’i, Juliet’le Rosalind’i, Portia’yla Desdemona’yı, hatta Kleopatra’yı yarattığı genç aktörden başkası değildi. Cyril Graham’ın sadece sonelere dayanarak geliştirdiği ve ispatlanabilir delil veya açık tanıklıklardan çok bir tür manevi ve sanatkârane sezgiye dayandırdığı, şiirlerin gerçek anlamına ancak böyle varılabileceğini iddia ettiği açıklaması buydu. Bana şu güzel soneyi okuduğunu…
Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı
Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu,
Yanında kaba kâğıt kalemin kof kaldığı
Hoş varlığın oldukça bana en tatlı konu?
Ah, tüm teşekkürleri, övgüyü kendine sun;
Varsa, al, yazdığımda değerli gördüğünü.
Sen yaratıcılığa ışıklar saçıyorsun,
Sanki kim dilsiz kalıp yazamaz ki övgünü.
Sen onuncu Peri ol, kötü ozana gelen
Yaşlı dokuz Peri’den on kat yüksek değerin;
Gür esinlerle dolu Peri’dir sana gelen:
Bugünü aşan sonsuz dizeleri getirsin,
…ve bunun kendi görüşünü nasıl tamamıyla desteklediğine dikkat çektiğini hatırlıyorum. Gerçekten de bütün sonelerin üstünden itinayla geçmiş ve önceleri muğlak, fena veya mübalağalı görünen şeylerin, izah ettiği yeni anlamlar ışığında, açıklığa ve mantığa kavuşup yüksek sanat değeri kazandığını, oyuncunun sanatıyla oyun yazarının sanatı arasındaki gerçek ilişki hakkında Shakespeare’in anlayışını ortaya koyduğunu göstermiş veya gösterdiğini zannetmişti.
Shakespeare’in yanında büyük bir güzelliğe sahip genç ve olağanüstü bir aktörün olması gerektiği, asil kadın kahramanlarının temsilini onlara emanet ettiği elbette su götürmezdi; çünkü Shakespeare yaratıcı bir şair olmanın yanında akıllı bir tiyatro idarecisiydi ve Cyril Graham o genç aktörün gerçekte kim olduğunu keşfetmişti. Adı Will’di ya da Shakespeare’in tercih ettiği haliyle, Willie Hughes. Cyril, o adı, cinaslı soneler 138 ve 143’te buldu elbet; soyadı da ona göre 20. Sone’nin sekizinci dizesinde Mr. W.H.nin,
Erkeklerin en hoşu, en hoş şeyler onundur,
diye tasvir edildiği dizede saklıydı.
Sonelerin ilk basımında, ‘en hoş şeyler’deki ‘Hoş’[20] büyük harfle ve italik olarak yazılmıştır ve bu, ona göre bir söz oyununun varlığını açıkça gösteriyor, sonelerde use ve usury[21] gibi ses benzerliği olan kelimelerle yapılan ilginç cinaslar da fikirlerini epey destekliyordu. Ben tabii derhal ona inandım ve gözümde Willie Hughes, Shakespeare’in kendisi kadar gerçek bir kimliğe büründü. Bu görüşe tek itirazım, Willie Hughes adının birinci folyoda, Shakespeare’in kumpanyasına ait oyuncular listesinde olmamasıydı. Fakat Cyril, o adın listede olmamasının aslında kendi görüşünü desteklediğine dikkat çekiyordu; ona göre 86. Sone, Willie Hughes’un rakip bir tiyatroda, belki de Chapman’ın[22] bazı oyunlarında oynamak için Shakespeare’in kumpanyasını bıraktığını gösteriyordu. Chapman hakkındaki büyük sone de bununla bağlantılı olarak Willie Hughes’a,
Gel gör ki cömert yüzün gülmüş öbür ozana,
Güçsüz kalmış şiirim, konu kalmamış bana,
diye hitap ediyordu. ‘Cömert yüzün gülmüş öbür ozana,’ ifadesi genç oyuncunun güzelliğinin Chapman’a ait dizelere hayat ve gerçeklik kattığına, onlara cazibe kazandırdığına işaret ediyordu. Nitekim aynı fikir 79. Sone’de,
Eskiden senden yardım dileyen bir bendim de,
Güzel varlığın yalnız benim şiirlerimdeydi;
Artık yıkım başladı ince dizelerimde,
Hasta perim yer verdi başkalarına şimdi,
ve Shakespeare’in,
Eline kalem alan, bana özendi artık,[23]
Şiirler saçtı senin kanadının altında,
dediği ondan bir önceki sonede de dile getiriliyordu. Tabii burada malum söz oyunu (use = Hughes) hemen göze çarpıyor ve ‘Şiirler saçtı senin kanadının altında,’ ifadesi, ‘Oyuncu olarak senin yardımınla oyunlarını insanlara sunuyor,’ anlamı taşıyordu.
Neredeyse sabaha kadar soneleri tekrar tekrar okuduğumuz harika bir akşamdı. Fakat bir zaman sonra, bu fikri kusursuz bir halde dünyaya sunmadan önce Willie Hughes adındaki bu genç oyuncunun varlığı hakkında bazı somut deliller bulmanın gerekli olduğunu görmeye başladım. Bunu kesinleştirebilirsek onun Mr. W.H. ile aynı kişi olduğu artık şüphe götürmezdi; aksi halde her şey suya düşerdi. Düşüncemi kararlı bir şekilde açtığım Cyril cahilce bulduğu yaklaşımıma epey bozuldu, hatta basbayağı sinirlendi. Fakat ben yine de her şeyi şüpheden uzak bir şekilde ortaya koyana kadar bu keşfini açıklamamasının kendi yararına olacağı konusunda ondan söz aldım. Ve haftalar boyu Londra’nın merkezindeki kilise kayıtlarını, Dulwich Üniversitesi’ndeki Alleyn yazmalarını[24], Sicil Dairesi’ni ve Başmabeyinci’nin evraklarını, açıkçası, Willie Hughes’a işaret edebileceğini düşündüğümüz her şeyi araştırdık. Tabii hiçbir şey bulamayınca Willie Hughes’un varlığı benim için günden güne daha da bulanıklaştı. Cyril feci bir durumdaydı ve inanmam için bana yalvararak her gün konuyu baştan sona tekrar açıklıyordu. Fakat fikirlerindeki açığı görmüştüm; bütün şüphe ve itirazların ötesinde ispatlanana kadar Willie Hughes’un, Elizabeth devrinde yaşamış şu genç erkek oyuncunun varlığına inanmayı reddediyordum.
Cyril dedesinin yanında kalmak için bir gün şehirden ayrıldı; daha doğrusu ben öyle sanıyordum, ama öyle olmadığını sonra Lord Crediton’dan öğrendim. İki hafta kadar geçtikten sonra Cyril’den bir telgraf aldım. Telgraf Warwick’ten gönderilmişti ve benden akşam saat sekizde mutlaka gelip onunla yemek yememi istiyordu. Gittiğimde bana, ‘İspatı hak etmeyen tek aziz, Tommaso’ydu, ama yine de istediğini bir tek o aldı,’ dedi. Ona ne demek istediğini sordum. Bana, XVI. yüzyılda Willie Hughes adında genç bir erkek oyuncunun varlığını kesinleştirmekle kalmadığını, sonelerdeki Mr. W.H.nin o olduğunu en kesin delillerle de ispatladığını söyledi. O an bana daha fazlasını anlatmadı, ama yemeğin ardından sana sözünü ettiğim resmi ciddiyetle çıkardı ve onu tam bir tesadüf eseri olarak, Warwickshire’daki bir çiftlik evinden satın aldığı eski bir sandığın bir yanına çivilenmiş olarak bulduğunu açıkladı. Elizabeth devrindeki işçiliğin güzel bir örneği olan ve ön yüzünün ortasında W.H. baş harfleri açıkça görülen sandığı Cyril tabii ki yanında getirmişti. Dikkatini zaten o baş harfleri çekmiş. Bana anlattığına göre ancak sandığa sahip olduktan birkaç gün sonra onun içini iyice incelemeyi akıl etmiş. O sabah sandığın bir yanının öbür yanından daha kalın olduğu dikkatini çekmiş ve yakından bakınca ahşap pano üstüne çerçeveli bir resmin oraya tutturulduğunu görmüş. Çıkarınca bakmış ki, şimdi kanepede duran resim. Kir içindeymiş, küfle kaplıymış; ama temizlemeyi başarınca, arayıp durduğu şeyin ta kendisini tesadüfen bulduğunu büyük bir sevinçle fark etmiş. İşte, sonelerin ithaf sayfasına elini dayayan Mr. W.H.nin gerçek portresine bakıyormuş ve çerçevede, solmuş yaldızlı bir zemin üstüne siyah yuvarlak majüskül harflerle genç delikanlının adı, ‘Üstat Will. Hews’ olarak belli belirsiz seçilebiliyormuş.
Eh, daha ne diyebilirdim? Cyril Graham’ın beni aldatıyor olabileceği veya iddiasını sahtecilik yoluyla ispatlamaya çalışabileceği hiç aklıma gelmedi.”
“Ama resim sahteydi, öyle mi?” diye sordum.
Erskine, “Elbette sahteydi,” dedi. “Nefis bir işçiliği vardı, ama sonuçta sahteydi. O sıralar Cyril’in tavrını fazlaca soğukkanlı bulmuştum; ama kendi hesabına böyle bir delile ihtiyaç duymadığını, o olmadan da Willie Hughes’un kimliğine tam bir kanaat getirdiğini bana bir değil, birkaç defa söylediğini iyi hatırlıyorum. Ben de ona gülüyor, o delil olmadan fikirlerinin geçerliliğini yitireceğini söyleyerek bu muhteşem keşiften ötürü onu candan kutluyordum. Sonra resmin gravürünü veya kopyasını yapmak gerektiğini düşündük ve onu, Cyril’in hazırladığı soneler baskısının kapağına koyduk. Üç ay boyunca yemedik içmedik, metin ve anlamlardaki tüm güçlüklerin üstesinden gelene kadar her şiirin satır satır üstünden geçtik. Sonra, Holborn’daki bir gravürcüye uğradığım talihsiz bir gün, tezgâhın üstünde gümüş uçlu kalemle yapılmış son derece güzel çizimler gördüm. Bana o kadar nefis geldiler ki, onları hemen satın aldım ve Rawling adındaki dükkân sahibi, çok zeki olmakla beraber meteliğe kurşun atan Edward Merton diye genç bir ressamın onları yaptığını açıkladı. Merton’un adresini aldım ve birkaç gün sonra onu görmeye gittiğimde, karşımda solgun, ilginç bir genç adam ve gayet sıradan görünüşlü, sonradan ona modellik yaptığını öğrendiğim karısını buldum. Merton’a çizimlerini ne kadar beğendiğimi açıklayınca çok memnun oldu, ben de başka çalışmalarını gösterip gösteremeyeceğini sordum. Gerçekten hepsi de çok nefis olan ve adamın elindeki büyük hassasiyeti ve zevki belli eden çalışmalarını gözden geçirirken, birdenbire Mr. W.H.nin resmine ait bir çizimi fark ettim. Hiç şüphem yoktu. Resmin neredeyse bire bir kopyasıydı ve aradaki tek fark, Tragedya ve Komedya maskelerinin mermer masadan sarkmak yerine gencin ayaklarının dibinde olmasıydı. ‘Bunu da nereden buldunuz?’ diye sordum. Epeyce şaşırarak, ‘… Bu mu? Önemli bir şey değil. Burada olduğunu bile bilmiyordum. Herhangi bir kıymeti yok,’ dedi. Karısı, ‘Mr. Cyril Graham’a yaptığın şey değil mi o?’ diye seslendi. ‘Beyefendi almak istiyorsa bırak alsın.’ ‘Mr. Cyril Graham mı?’ diye sordum. ‘Mr. W.H.nin resmini siz mi yaptınız?’ Kıpkırmızı kesilerek, ‘Ne demek istediğinizi anlamıyorum,’ diye karşılık verdi. Nasıl diyeyim? Her şey çok korkunçtu. Karısı ne varsa hepsini ortaya döktü. Çıkarken ona beş pound bıraktım. Şimdi bile düşünmeye dayanamıyorum; ama o zaman tabii öfkeden deliye dönmüştüm. Hiç gecikmeden Cyril’in evine gittim, yüzünde mide bulandırıcı yalan bir bakışla gelene kadar onu üç saat bekledim ve yaptığı sahteciliği öğrendiğimi açıkladım. Beti benzi atarak, ‘… Sırf senin için yaptım. Başka türlü ikna olmayacaktın. Fikirlerimin doğruluğunu etkilemez bu,’ dedi. ‘Fikirlerinin doğruluğu mu?’ diye bağırdım. ‘İyisi mi bunu hiç açmayalım. O fikirlere kendin bile inanmıyordun. Yoksa ispatlamak için ne diye sahtecilik yapasın?’ Ağzımızı açıp gözümüzü yumduk; korkunç bir münakaşaydı. Zannedersem abartılı tepki verdim. Ertesi sabah ölüsü bulundu.”
“Ölüsü mü?” diye haykırdım.
“Evet. Tabancayla kendini vurmuş. Kanı resmin çerçevesine de sıçramış, tam Hughes’un adının yazılı olduğu yere. Uşağı derhal bana haber verdi; oraya vardığımda polis gelmişti bile. Cyril büyük bir huzursuzluk ve ıstırapla yazıldığı belli olan bir mektup bırakmıştı bana.”
“Ne yazıyordu?” diye sordum.
“Willie Hughes’a kesinlikle inandığını; sahte resmi sırf benim için yaptırdığını ve bunun, fikirlerinin doğruluğuna hiçbir zarar vermediğini; bütün bunlara inancının ne kadar sağlam ve kusursuz olduğunu göstermek için sonelerin sırrına adanmak üzere hayatını feda edeceğini. Düşüncesizce, delice bir mektuptu işte. Willie Hughes gerçeğini bana emanet ederek; onu dünyaya tanıtmanın, Shakespeare’in kalbindeki sırrı açmanın artık bana kaldığını söyleyerek mektubunu bitirdiğini hatırlıyorum.”
“Ne kadar trajik bir hikâye,” dedim. “Peki vasiyetini neden yerine getirmedin?”
Erskine omuz silkti. “Çünkü fikirleri baştan sona çürük,” diye cevap verdi.
Yerimden kalkarak, “Sevgili Erskine,” dedim, “büyük bir yanlışın var. Shakespeare’in sonelerini açan tek gerçek anahtar bu değilse nedir? Cyril’in fikirleri bütün ayrıntılarına kadar eksiksiz görünüyor. Bence Willie Hughes gerçek.”
Erskine ciddiyetle, “Öyle deme,” dedi. “Bana kalırsa Cyril’in görüşünde onulmaz bir şeyler var, üstelik bilimsellikten de yoksun. Bütün konuyu derinine araştırdım ve seni temin ederim, Cyril’in fikirleri tamamen temelsiz. Bir yere kadar mantıklı görünüyor. Ama orada kalıyor. Canım kardeşim, ne olur bunun üstüne daha fazla gitme. Sonunda boş yere kalbin kırılır.”
“Erskine,” dedim, “bunu dünyaya duyurmak senin vazifen. Sen yapmazsan ben yaparım. Bunu saklayarak edebiyat şehitlerinin en genci ve en görkemlisi olan Cyril Graham’ın hatırasına haksızlık ediyorsun. Hakkını yememen için sana yalvarıyorum. O bunun uğruna öldü; ölümü boşa mı gitsin?”
Erskine bana hayretle baktı. “Hâlâ olayın etkisindesin,” dedi. “Unutuyorsun, ama birisi uğruna öldü diye bir şeyin doğru olması gerekmiyor. Cyril Graham’ı canım gibi severdim. Ölümü benim için korkunç bir felaket oldu. Yıllarca kendimi toparlayamadım. Hâlâ da tam olarak toparladığımı söyleyemem. Ama Willie Hughes? Willie Hughes boş bir fikir. Öyle biri hiç yaşamadı. Bu konuyu dünyanın dikkatine sunmaya gelince, dünya Cyril Graham’ın kendini kazara vurduğunu sanıyor. İntihar ettiğinin yegâne ispatı bana yazdığı mektuptu, ama ondan da kimsenin haberi olmadı. Lord Crediton hâlâ olayın bir kaza olduğuna inanıyor.”
“Cyril Graham hayatını büyük bir fikir uğruna feda etmiş,” diye karşılık verdim. “Onun şehadetini açıklamayacaksan bile hiç olmazsa inandığı şeyi açıkla.”
Erskine, “Onun inandığı şey bir yanlışa, temeli olmayan bir fikre, hiçbir Shakespeare bilgininin bir an bile kabul etmeyeceği bir düşünceye dayanıyordu,” dedi. “Buna ancak gülerler. Kendini gülünç duruma düşürme, sonu olmayan bir yola girme. İspatlanması gereken asıl şey bir insanın varlığıyken sen onun varlığını baştan kabul ederek işe başlıyorsun. Hem sonelerin Lord Pembroke’a hitap ettiğini herkes biliyor. Bu konu temelli olarak çözüldü.”
“Hiçbir şey çözülmüş değil!” diye atıldım. “Cyril Graham’ın fikirlerini onun bıraktığı yerden alacağım ve dünyaya onun haklı olduğunu ispat edeceğim.”
Erskine, “Budala çocuk!” dedi. “Evine dön, saat ikiyi geçiyor; bir daha da Willie Hughes’u aklına getirme. Keşke sana bunu hiç anlatmasaydım; kendim inanmadığım bir fikri sana aşıladığım için çok üzgünüm.”
“Bana çağdaş edebiyata ait en büyük sırrın anahtarını verdin,” dedim. “Artık en büyük çağdaş Shakespeare uzmanının Cyril Graham olduğuna seni ikna edene, hatta herkesi ikna edene kadar bana rahat yok.”
St. James Parkı’ndan eve doğru dönerken Londra semalarında şafak sökmeye başlıyordu. Beyaz kuğular aynayı andıran gölette uyuyor, ıssız Saray mor bir renkle soluk yeşil göğe karşı yükseliyordu. Cyril Graham’ı düşününce gözlerime yaşlar hücum etti.
II
Uyandığımda saat on ikiyi geçiyordu ve güneş, puslu altın renginden eğik uzun huzmeler halinde perdelerden içeri süzülüyordu. Uşağıma, evde olduğumu kimseye söylememesini tembihledim; bir fincan sıcak çikolatayla bir petit pain’in[25] ardından Shakespeare’in sonelerini raftan indirdim ve dikkatle gözden geçirmeye başladım. Her şiir Cyril Graham’ın görüşünü doğrular gibiydi. Sanki elimi Shakespeare’in kalbine dayamış, tutkunun her atışını, her vuruşunu tek tek sayabiliyordum. Her dizede genç oyuncunun güzelliğini düşünüyor, onun yüzünü görüyordum.
İki sonenin, 53. ve 67. Sonelerin beni özellikle çarptığını hatırlıyorum. Bunların ilkinde Shakespeare hünerli oyunculuğundan dolayı; Rosalind’den Juliet’e, Beatrice’ten Ophelia’ya kadar türlü rolleri üstlenebilmesinden dolayı Willie Hughes’a iltifat ederken,
Sen neden yapılmışsın, varlığının özü ne?
Sayısız garip gölge, el pençe divan sana.
Herkes tek bir kez yansır, herkeste tek bir gölge;
Tek olan senden düşer her gölge dört bir yana,
Bu dizeler ancak bir oyuncuya hitap ediyorsa mantıklıdır, çünkü Shakespeare’in yaşadığı çağda “gölge” kelimesi sahneyle bağlantılı bir anlam taşıyordu. Nitekim Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Theseus, oyuncular için, “Bunların en iyisi gölgedir, gölge,”[26] der ve zaten o devrin edebiyatında da buna benzer birçok gönderme vardır. Dolayısıyla bu soneler belli ki aktörlük sanatının, mükemmel bir sahne oyuncusu olmak için gerekli olan şu garip ve nadir mizacın doğasını ele alan şiirler dizisine aitti. Shakespeare, “Bu kadar çok kişiliğin nasıl olabiliyor?” diye sorar Willie Hughes’a; ardından, hülyaların her şekil ve evresini gerçekleştirecek, yaratıcı hayal gücünün her düşlediğini var edecek bir güzelliğe sahip olduğunu söyler. Bu fikir hemen müteakip sonede de daha açıklığa kavuşturulur ve Shakespeare,
Ah, güzellik nasıl da doğruluğun kattığı
Canım süslerle kat kat güzelliğe bürünür,
ile başlayan zarif düşünceli dizelerle bizi oyunculuğun hakikatiyle, sahnede görünür bir temsil yapmanın hakikatiyle şiir mucizesinin nasıl perçinlendiğini, onun hoşluğuna nasıl can ve ideal biçimine nasıl gerçeklik katıldığını anlamaya davet eder. Halbuki 67. Sone, Willie Hughes’u yapmacıklığıyla, hayatı yanlış yansıtan boyalı yüzleri ve gerçekdışı kostümleriyle, ahlaksız etki ve imalarıyla, asil davranış ve samimi sözlerin doğru dünyasından uzaklığıyla sahneden uzaklaşmaya çağırır.
Ah, neden yaşar sanki sevgilim illetlerle?
Varlığıyla şenlenir imansızlar bölüğü…
Günahın ekmeğine neden yağ sürer böyle
Süsleyip püsleyerek kol gezen kötülüğü?
Niçin sahte boyalar yüzünü taklit eder,
Canlı renginden ölü görüntüler aşırır
Ve zavallı güzellik zar zor peşinden gider
Yapma güllerin – oysa tek gerçek gül ondadır?
Sanatkâr olarak mükemmeliyetini ve insan olarak özünü oyun yazarlığı ve oyunculuğun ideal zemininde gerçekleştirmiş olan Shakespeare gibi büyük bir tiyatro adamının temsil dünyası hakkında böyle şeyler söylemesi tuhaf gelebilir. Fakat unutmamalıyız ki, 110. ve 111. Sone’de onun kuklalar dünyasından bezdiğini, “ele güne soytarılık” yapmaktan utanç içinde olduğunu gösterir. Hele 111. Sone daha buruktur:
N’olur hatırım için, şu Talih’i azarla:
7
St. James Parkı’nın güneyinde, saygın Londralıların itibar ettiği bir cadde. Wilde’ın yapıtlarındaki kişilerin çoğu da bu sokaktaki evlerde yaşar. (Ç.N.)
8
Edebî sahtecilik yapan üç kişi. James Macpherson (1736–1796), Ossian adında hayalî bir İrlandalıya atfettiği destansı şiirler bulduğunu ve onları güya çevirdiğini açıklamıştı. William Henry Ireland (1777–1835) ve Thomas Chatterton da (1752–1770) sırasıyla sahte Shakespeare ve Ortaçağ elyazmaları düzmüştü. (Ç.N.)
9
1520–1572 yılları arasında yaşamış seçkin bir Fransız saray portrecisi. (Ç.N.)
10
Üçüncü Pembroke Kontu William Herbert (1580–1630) birçok şairin hamisiydi. Shakespeare eserlerinin birinci folyosu ona adandığı gibi birçok kimseye göre de sonelerdeki “Mr. W.H.” odur. (Ç.N.)
11
Mary Fitton (1578–1647) I. Elizabeth’in baş nedimesi ve William Herbert’in metresiydi. 1886’da Thomas Tyler, sonelerdeki “Esmer Kadın”ın o olduğunu tespit etmiştir. (Ç.N.)
12
Üçüncü Southampton Kontu Henry Wriothesley (1573–1624). Pembroke gibi o da Shakespeare dahil, şairlerin hamisiydi ve yine Pembroke gibi Shakespeare’in birçok sonesine konu olduğu düşünülüyordu. (Ç.N.)
13
Bu ve bundan sonraki tüm sonelerin, ithaf yazısı hariç, Türkçesi, Talât Sait Halman’ın Soneler çevirisinden alınmıştır. (Ç.N.)
14
Francis Meres (1565–1647), Chaucer’den kendi çağına kadar ulaşan bir İngiliz edebiyatı tarihi yazmıştır. (Ç.N.)
15
Thomas Sackville (1536–1608), 1567’de Birinci Dorset Kontu olarak Baron Buckhurst adını almıştır. Robert Allott’un 1600’de yayınladığı antoloji England’s Parnassus’a katkıda bulunmuştur. (Ç.N.)
16
İkinci Essex Kontu’nun kuzeni olan Elizabeth Vernon, Lord Southampton’un önce metresi, sonra karısı oldu. (Ç.N.)
17
Sonelerin ithafına ait olan bu ifadenin İngilizce aslı “Mr. W.H. all” şeklindedir ve sondaki noktanın yanlışlıkla konmuş olması kastedilmektedir. (Ç.N.)
18
(İng.) Mr. William’ın Kendisi, anlamında. (Ç.N.)
19
Michael Drayton (1563–1631) da Hereford’lu John Davies (1565–1618) de şairdiler. (Ç.N.)
20
İngilizce aslı, Hughes adıyla sesteş olan Hews. (Ç.N.)
21
(İng.) Hughes adıyla ses benzerliğini belirtmek için aslı korunan sözcükler, fayda ve faiz anlamındadır. (Ç.N.)
22
Oyun yazarı George Chapman (?1559–1634). (Ç.N.)
23
Şiirin İngilizcesinde dizenin son sözcüğü, use. (Ç.N.)
24
Elizabeth döneminin ünlü oyuncularından Edward Alleyn’in (1566–1626) günlüğü. (Ç.N.)
25
(Fr.) Küçük yuvarlak ekmek. (Ç.N.)
26
Nureddin Sevin’in çevirisinden. Hilmi Kitabevi, 1936, İstanbul. (Ç.N.)