Читать книгу Mürver Ağacı - Оскар Уайльд, F. H. Cornish, Lord Alfred Douglas - Страница 9

Mutlu Prens ve Diğer Öyküler
KAYDA DEĞER ROKET

Оглавление

Kral’ın oğlu evleneceği için büyük şenlik hazırlıkları yapılıyordu. Prens gelini koca bir yıl beklemiş ve gelin sonunda gelmişti. Kız bir Rus Prensesi’ydi ve altı rengeyiğinin çektiği bir kızakla ta Finlandiya’dan yola çıkmıştı. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi ve kanatlarının arasında küçük Prenses’in kendisi oturuyordu. Kakım kürkünden uzun mantosu tam ayaklarının dibine kadar uzanan, başında gümüş sırmadan minik bir şapka olan Prenses hep yaşadığı Kar Sarayı’nın kendisi kadar beyaz görünüyordu. O kadar beyazdı ki, sokaklardan geçerken herkes hayret ediyordu. “Bir gül kadar beyaz!” diye haykırıp balkonlarından ona çiçek atıyorlardı.

Prens Kale’nin kapısında onu karşılamak için bekliyordu. Hülyalı menekşe gözleri, incecik altın saçları vardı. Prenses’i görünce bir dizinin üstüne çöktü ve elini öptü.

“Resminiz çok güzeldi, ama siz resminizden de güzelsiniz,” diye mırıldandı; küçük Prenses’in yüzü kızardı.

Bir İçoğlanı, yanındakine, “Beyaz bir gül gibiydi, kırmızı bir güle döndü,” deyince bütün Saray halkı kendinden geçti.

Bunu takip eden üç gün boyunca herkes, “Beyaz gül, Kırmızı gül, Kırmızı gül, Beyaz gül,” deyip durdu ve Kral, İçoğlanı’nın maaşının ikiye katlanmasını buyurdu. İçoğlanı’nın bir maaşı olmadığından ona pek bir fayda getirmedi bu, fakat yine de büyük bir şeref kabul edildiği için gereği yapıldı ve Saray gazetesinde neşredildi.

Üç gün sonra evlilik kutlamalarına geçildi. Tören nefisti; gelin ve damat küçük inciler işlenmiş mor kadife bir sayvanın altında el ele yürüdüler. Ardından beş saat süren bir Resmî Ziyafet verildi. Prens ve Prenses Büyük Salon’daki en yüksek yerde oturdular ve içeceklerini berrak bir billur kupadan yudumladılar. Ancak gerçek âşıklar o kupadan içebilirlerdi, çünkü yalancı dudaklar dokunduğunda kupa bozarıp donuklaşır ve bulanırdı.

Küçük İçoğlanı, “Birbirlerini sevdikleri gün gibi ortada,” dedi, “billur bir gün gibi!” Kral bunun üzerine İçoğlanı’nın maaşını bir kez daha ikiye katladı. Tüm Saraylılar, “Bu ne şeref!” diye haykırdılar.

Ziyafetin ardından Balo başladı. Gelin ve damat birlikte Gül dansını yapacaklardı ve Kral flüt çalacağına söz vermişti. Çok kötü çaldı, ama kimse bunu ona söylemeye cesaret edemedi; ne de olsa Kral’dı. Aslında Kral yalnızca iki ezgi biliyor ve birini öbüründen hiçbir zaman ayırt edemiyordu; ama fark etmezdi, çünkü ne yaparsa yapsın, herkes her zaman, “Harika! Harika!” diye haykırıyordu.

Programdaki son etkinlik tam gece yarısı başlayacak olan büyük havai fişek gösterisiydi. Küçük Prenses hayatında hiç havai fişek görmediğinden Kral, düğün günü Kraliyet Pirotekni[5] Mütehassısı’nın da hazır bulunmasını buyurmuştu.

Prenses, taraçada yürüdüğü bir sabah, Prens’e, “Havai fişek nasıl bir şeydir?” diye sormuştu.

Başkalarına sorulan soruları daima kendi cevaplayan Kral da, “Aurora Borealis’e[6] benzer,” demişti, “ama çok daha doğaldır. Ne zaman ortaya çıkacakları belli olduğu için şahsen onları yıldızlara tercih ederim. Üstelik benim flüt çalışım gibi de güzeldirler. Mutlaka görmelisin.”

Hasbahçenin ucunda büyük bir tezgâh kuruldu ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı her şeyi yerli yerine koyar koymaz havai fişekler birbiriyle konuşmaya başladı.

Küçük bir Maytap, “Dünya ne kadar güzel bir yer,” diye seslendi. “Şu sarı lalelere bakın. Gerçek birer çatapat olsa ancak bu kadar sevimli olabilirlerdi. Seyahat ettiğim için çok mutluyum. Seyahat aklı fevkalade geliştiriyor ve tüm önyargıları bertaraf ediyor.”

Büyük bir Roma Kandili, “Hasbahçeyi dünya mı sandınız, aptal maytap,” dedi. “Dünya kocaman bir yerdir ve onun tamamını görmeniz üç gününüzü alır.”

Genç çağında yaşlı bir tahta kutuya tutturulan ve kırık kalbiyle gurur duyan düşünceli bir Döner Fişek, “Sevdiğiniz yer neresiyse sizin için dünya orasıdır,” dedi. “Ama aşkın devri artık geçti, şairler öldürdü onu. Hakkında o kadar çok yazdılar ki, kimse onlara inanmaz oldu ve bu da beni hiç şaşırtmıyor. Gerçek aşk ıstırap çeker ve suskundur. Hatırlıyorum da, bir keresinde… Ama artık bir önemi yok. Sevdalık geçmişte kaldı.”

Roma Kandili, “Öyle şey mi olur?” dedi. “Aşk asla ölmez. Aşk ay gibidir ve ebediyen yaşar. Sözgelimi, gelinle damat birbirlerini ne kadar candan seviyor. Haklarındaki her şeyi benimle aynı çekmecede kalan ve Saray’daki son haberleri bilen kâğıt bir fişeklikten bu sabah öğrendim.”

Fakat Döner Fişek başını salladı. “Aşk öldü, Aşk öldü, Aşk öldü,” diye mırıldandı. Aynı şey defalarca tekrar edilirse onun gerçek olacağına inananlardandı.

Birdenbire keskin, kuru bir öksürük duyuldu ve hepsi birden dönüp baktılar.

Uzun bir çubuğun ucuna bağlanan uzun boylu, mağrur görünüşlü bir Roket’ten geliyordu ses. Bir mütalaada bulunmadan önce dikkat çekmek için daima böyle öksürürdü.

Roket, “Ehem, ehem!” dedi ve hâlâ başını sallayıp, “Aşk öldü,” diye mırıldanan zavallı Döner Fişek hariç, herkes kulak verdi.

Bir Çatapat, “Sessizlik lütfen! Sessizlik lütfen!” diye bağırdı. Siyasetçi gibi bir şeydi bu Çatapat ve yerel seçimlerde daima önemli bir yer işgal ettiği için Meclis’teki konuşma üslubunu yakından biliyordu.

Döner Fişek, “Tamamen öldü,” diye fısıldayıp uykuya daldı.

Tam bir sessizlik olduğunda Roket üçüncü bir kez daha öksürdü ve söze başladı. Anılarını yazdırır gibi çok yavaş, tane tane konuşuyor ve hitap ettiği kişinin daima omzunun üstünden arkaya doğru bakıyordu. Doğrusu, son derece seçkin bir tavrı vardı.

“Kralın oğlu için ne büyük bir talih ki,” dedi, “benim ateşleneceğim gün evleniyor. Bunu planlamış olsalar ancak bu kadar olurdu; lakin Prensler daima kısmetlidir.”

Küçük Maytap, “Hayret!” dedi. “Ben de tam tersini, Prens’in şerefine ateşleneceğimizi sanmıştım.”

“Sizin için öyle olabilir,” diye cevap verdi Roket. “Hatta bundan hiç şüphem yok, fakat benim durumum farklı. Ben son derece kayda değer bir roketim ve kayda değer bir anne ve babadan geliyorum. Annem devrinin en şöhretli Döner Fişeği’ydi ve dansının zarafetiyle bilinirdi. Büyük gösterisini yaptığında, sönene kadar on dokuz defa dönmüş ve her dönüşünde havaya yedişer pembe yıldız fırlatmıştı. Bir metre çapındaydı ve en iyi barutla imal edilmişti. Babam da benim gibi bir Roket’ti ve Fransız menşeyliydi. O kadar yükseğe uçardı ki, insanlar bir daha geri dönmeyeceğinden korkarlardı. Fakat babam iyi huylu biri olduğu için dönerdi ve altın bir yağmur sağanağı halinde muhteşem bir iniş gerçekleştirirdi. Gazeteler gösterisini fevkalade gurur verici ifadelerle yazardı. Hatta Saray gazetesi onu ‘Pilotekni’ sanatının zaferi ilan etmişti.”

Bir Bengal Işığı, “Pirotekni, herhalde Pirotekni demek istiyorsunuz,” dedi. “Kendi kutumda öyle yazdığını gördüğüm için Pirotekni olduğunu biliyorum.”

Fakat Roket sert bir ses tonuyla, “Ben zaten ‘Pilotekni’ dedim,” deyince Bengal Işığı öyle bir ezikliğe kapıldı ki, hâlâ önemli biri olduğunu göstermek için derhal küçük maytaplara külhanbeyliği taslamaya başladı.

Roket, “Diyordum ki,” diye devam etti, “diyordum ki… Ne diyordum?”

Roma Kandili, “Kendiniz hakkında konuşuyordunuz,” dedi.

“Elbette; öyle terbiyesizce sözüm kesildiğinde ilginç bir konuyu işlediğimi hatırlıyorum. Terbiyesizlikten ve her türlü görgüsüzlükten nefret ederim, çünkü ben son derece hassas biriyim, bundan hiç şüphem yok.”

Çatapat, “Hassas biri ne demek?” diye sordu Roma Kandili’ne.

Roma Kandili kısık bir sesle, “Kendisinde nasır olduğu için sürekli başkalarının ayağına basan kişi demektir,” diye cevap verince Çatapat az daha kahkahayı koyuveriyordu.

Roket, “Lütfen neye güldüğünüzü söyler misiniz?” diye öğrenmek istedi. “Ben gülmüyorum.”

Çatapat, “Mutlu olduğum için gülüyorum,” dedi.

Roket öfkeyle, “Çok bencil bir neden,” dedi. “Mutlu olmaya ne hakkınız var? Başkalarını düşünmelisiniz. Hatta beni düşünmelisiniz. Ben daima kendimi düşünüyorum ve başkalarından da aynısını bekliyorum. Buna halden anlamak deniyor. Harika bir fazilettir ve ben de ona büyük ölçüde sahibim. Sözgelimi, bu gece başıma bir şey geldiğini farz edelim; herkes için ne büyük bir talihsizlik olur! Prens’le Prenses bir daha asla mesut olamazlar, bütün evlilikleri mahvolur; Kral’a gelince, bunu atlatamayacağından eminim. Kendi mevkimin önemini düşünmeye başladığımda gerçekten gözyaşlarına boğulacak gibi oluyorum.”

Roma Kandili, “İnsanları eğlendirmeniz bakımından kuru kalmanız daha hayırlıdır,” dedi.

Artık neşesi daha yerinde olan Bengal Işığı, “Kesinlikle,” diye katıldı. “Sağduyu bunu gerektirir.”

Roket hışımla, “Şuna bak, sağduyuymuş!” diye çıkıştı. “Benim son derece sıra dışı ve son derece kayda değer olduğumu unutuyorsunuz. Sağduyu herkeste olabilir, hayal gücünden mahrum olmaları yeter. Fakat ben hayal gücü olan biriyim. Hadiseleri asla oldukları gibi düşünmüyorum; daima bambaşka bir şekilde düşünüyorum. Kuru kalmama gelince, duygusal bir mizacı takdir edecek biri belli ki yok aranızda. Kendi adıma neyse ki buna aldırmıyorum. Hayatta kişiyi ayakta tutan tek şey, başkalarının kendinden ne kadar aşağı olduğunu bilmektir. Ben bu hissi içimde daima canlı tutmuşumdur. Fakat sizde kalp ne gezer? Prens’le Prenses daha biraz önce evlenmemiş gibi gülüp eğleniyorsunuz.”

Küçük bir Sıcak Hava Balonu, “Ama neden olmasın?” diye sordu. “Bu çok sevindirici değil mi? Göğe yükseldiğimde bundan yıldızlara da söz etmek niyetindeyim. Güzel gelini onlara anlattığımda göz kırptıklarını göreceksiniz.”

Roket, “Ah! Hayata ne kadar dar görüşlü bakıyorsunuz!” dedi. “Fakat bunu tahmin etmeliydim. Dünyadan haberiniz yok sizin; kof ve boşsunuz. Belki Prens’le Prenses içinden derin bir nehir geçen bir ülkede yaşamaya gidecek; belki yalnızca bir oğulları, Prens’in kendisi gibi sarı saçlı menekşe gözlü küçük bir oğlanları olacak; belki bir gün oğlan dadısıyla yürüyüşe çıkacak; belki dadı yaşlı büyük bir ağacın altında uykuya dalacak ve belki küçük oğlan o derin nehre düşüp boğulacak. Ne feci bir talihsizlik! Zavallı insanlara tek oğullarını kaybetmek reva mı? Gerçekten çok korkunç! Bunu asla unutamayacağım.”

Roma Kandili, “Ama tek oğullarını kaybetmediler,” dedi. “Başlarına hiçbir talihsizlik gelmedi.”

Roket, “Ben de zaten geldiğini söylemedim,” diye karşılık verdi. “Gelebilir dedim. Tek oğullarını kaybetmiş olsalar zaten diyecek bir şey kalmaz. Olmuşla ölmüşün arkasından ağlayanlara hiç tahammülüm yok. Fakat oğullarını kaybedebileceklerini düşündükçe çok müteessir oluyorum.”

Bengal Işığı, “Olduğunuz belli!” dedi. “Hatta sizden daha müteessirini görmedim.”

Roket, “Ben de sizden daha terbiyesizini görmedim,” dedi. “Prens’e duyduğum muhabbeti hiç anlayamıyorsunuz.”

Roma Kandili, “Ama onu tanımıyorsunuz bile,” diye homurdandı.

Roket, “Ben tanıdığımı söylemedim ki,” dedi. “Ama tanısaydım bile katiyetle arkadaşı olmak istemezdim. Kişinin arkadaşlarını tanıması son derece tehlikelidir.”

Sıcak Hava Balonu, “Bence siz sahiden dikkat edin de ıslanmayın,” dedi. “Asıl önemlisi bu.”

Roket, “Hiç şüphem yok ki, sizin için önemli,” diye karşılık verdi. “Ama eğer istersem ben ağlamaktan hiç çekinmem.” Nitekim çubuğundan aşağı yağmur damlaları gibi süzülen gerçek gözyaşlarına gark oldu ve neredeyse birlikte bir ev kurmaya niyetlenen ve yaşanacak güzel, kuru bir yer arayan iki küçük böceği boğuyordu.

Döner Fişek, “Ağlanacak hiçbir şey olmadığı halde ağladığına göre sahiden romantik bir yaradılışı olmalı,” diyerek derin bir iç çekti ve tahta kutusunu düşündü.

Fakat Roma Kandili’yle Bengal Işığı artık adamakıllı sinirlenmişlerdi ve avazları çıktığınca, “Numara yapma! Numara yapma!” diye bağırıyorlardı. İkisi de fazlasıyla gerçekçi kimselerdi ve itiraz ettikleri her şeye numara derlerdi.

Sonra ay, göz kamaştırıcı gümüş bir kalkan gibi yükseldi; yıldızlar parlamaya ve saraydan müzik sesi gelmeye başladı.

Dansı Prens’le Prenses yönlendiriyordu. O kadar güzel dans ediyorlardı ki, uzun beyaz zambaklar pencereden içeri başlarını uzatıp seyrediyor, iri kırmızı gelincikler vuruşların zamanlamasına uyarak baş sallıyordu.

Derken saat onu, sonra on biri, sonra on ikiyi vurdu ve gece yarısının son vuruşuyla herkes taraçaya çıkınca Kral, Kraliyet Pirotekni Mütehassısı’nı çağırttı.

“Havai fişek gösterisi başlasın,” dedi ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı yerlere kadar eğilerek bahçenin ucuna doğru uygun adım yürüdü. Maiyetinde altı kişi vardı ve altısı da uzunca birer meşale taşıyordu.

Tartışmasız muhteşem bir gösteriydi.

Döner Fişek kendi çevresinde Vızır! Vızır! dönüyordu. Roma Kandili Bom! Bom! ediyordu. Sonra Maytaplar her yerde raksetmeye başladı ve Bengal Işığı her şeyi kızıla boyadı. Sıcak Hava Balonu minik mavi kıvılcımlar saçarken, “Hoşça kalın,” diye bağırdı. Kendi kendilerine müthiş eğlenen Çatapatlar Dan! Dan! diye karşılık verdi. Herkes büyük bir başarı gösterdi. Fakat ağlamaktan nemlenen ve yerinden bile kalkamayan Kayda Değer Roket hariç. En iyi kalite olmasına rağmen gözyaşıyla sırılsıklam olan barutu hiçbir işe yaramıyordu. Küçümser bir gülümseme takınmadan asla konuşmadığı uzak akrabalarının hepsi ateşten pıtrak gibi görkemli altın çiçekler halinde göğe atılıyordu. Saraylılar, “Hurra! Hurra!” diye haykırıyor, küçük Prenses sevinçle gülüyordu.

Roket, “Herhalde beni önemli bir vesileye saklıyorlar, şüphesiz öyle olmalı,” derken her zamankinden daha mağrur görünüyordu.

Ertesi gün işçiler ne varsa derleyip toplamaya geldiler. Roket, “Belli ki bu bir temsilciler heyeti,” dedi. “Onları kendime yakışır bir vakarla karşılayacağım.” Ve burnunu havaya verip çok önemli bir konu hakkında düşünüyormuş gibi ciddiyetle kaşlarını çattı. Fakat işçiler gitmek üzere hazırlanana kadar onu fark etmediler bile. Tam o sırada biri onu gördü. “Şuna bak! Roketlerin en adisi!” dedi ve duvarın üstünden onu hendeğe attı.

Roket havada süzülürken, “Roketlerin en ADİSİ mi? Roketlerin en ADİSİ mi? İmkânsız! Roketlerin en ÂLÂSI, öyle dedi. ADİ ve ÂLÂ kulağa çok benzer geliyor, hatta çoğu zaman aynıdırlar,” diyerek çamura düştü.

“Burası pek rahat değil,” dedi, “fakat şüphesiz muteber bir kaplıca; herhalde sağlığıma kavuşmam için beni buraya yolladılar. Sinirlerim çok yıpranmış olmalı, dinlenmeye ihtiyacım var.”

Az sonra parlak mücevher gibi gözleri ve alacalı yeşil bir derisi olan küçük bir Kurbağa yüzerek ona doğru geldi.

“Yeni gelen birini görüyorum!” dedi. “Ne de olsa çamur gibisi yok. Bana yağmurlu bir hava ve bir hendek verin, daha ne isteyeyim. Sizce öğleden sonra yağış olur mu? Öyle bir ümidim olsa da gökyüzü masmavi ve bulutsuz. Çok yazık!”

“Ehem, ehem!” dedi Roket ve öksürmeye başladı.

Kurbağa, “Ne şahane bir sesiniz var!” diye haykırdı. “Tıpkı bir vraklama gibi; tabii ki vraklama dünyadaki en ahenkli sestir. Bu akşam koromuzu dinlemelisiniz. Çiftçinin evi yakınındaki eski ördek havuzunda yerimizi alıyor ve ay doğar doğmaz başlıyoruz. Herkesi o kadar mest ediyoruz ki, bizi dinleyebilmek için kimse gözünü kırpmıyor. Hatta daha dün çiftçinin karısı, bizim yüzümüzden geceleri uyku uyuyamadığını annesine söylüyordu. Bu kadar sevilmek sizce de gurur verici değil mi?”

Roket öfkeyle, “Ehem, ehem!” dedi. Bir kelime bile konuşamadığına fena içerlemişti.

Kurbağa, “Kesinlikle şahane bir ses,” diye devam etti. “Umarım ördek havuzuna siz de gelirsiniz. Kızlarıma bakmaya çıktım. Güzeller güzeli altı kızım var, ama Turna Balığı’yla karşılaşmalarından korkuyorum. Tam bir canavardır Turna Balığı ve kahvaltı niyetine hepsini gövdeye indirmekte tereddüt etmez. Eh, bana müsaade, sizi temin ederim, sohbetinizden büyük keyif aldım.”

Roket, “Buna sohbet denirse!” dedi. “Onca zaman tek başınıza hep siz konuştunuz. Böyle sohbet olmaz.”

Kurbağa, “Birinin dinlemesi gerekir,” diye karşılık verdi. “Ayrıca ben tüm konuşmaları kendim yapmayı severim. Hem zamandan kazandırır, hem münakaşaları önler.”

Roket, “Ama ben münakaşaları severim,” dedi.

Kurbağa kayıtsızca, “Bunu duyduğuma üzüldüm. Münakaşalar son derece kabadır; iyi bir cemiyetteki herkes hep aynı fikirleri paylaşmalıdır. Bana tekrar müsaade; uzakta kızlarımı görüyorum,” dedi ve yüzerek uzaklaştı.

Roket, “Siz çok sinir bozucu birisiniz,” dedi, “ve çok edepsiz. Benim gibi kendi hakkında konuşmak isteyen biri varken sizin gibi kendi hakkında konuşan kimselerden nefret ederim. Ben buna bencillik derim ve bencillik son derece menfur bir şeydir, özellikle de benim mizacımda biri için, çünkü ben iyi huylu yaradılışımla nam salmışımdır. Aslında siz beni örnek almalısınız, benden daha örnek birini bulmanız mümkün değil. Böyle bir fırsatı bulmuşken bundan yararlanmalısınız, Saraya dönmem an meselesi zira. Sarayda çok sevilirim. Hatta Prens’ le Prenses dün benim şerefime evlendiler. Fakat sizler taşralı olduğunuz için bu meseleleri bilmezsiniz elbet.”

İri kahverengi bir kamışın tepesine tüneyen bir Yusufçuk, “Ona seslenmenizin bir faydası yok,” dedi. “Hem de hiç yok, çünkü çoktan gitti.”

“Eh, bu onun kaybı, benim değil,” dedi Roket. “Sırf beni dinlemiyor diye konuşmaktan vazgeçecek değilim. Kendimi konuşurken dinlemeyi de severim ben; en büyük zevklerimden biridir. Sıkça kendi kendime uzun uzun konuşurum ve o kadar zekiyimdir ki, bazen söylediklerimin tek bir kelimesini bile anlamam.”

Yusufçuk, “Öyleyse mutlaka Felsefe dersi vermelisiniz,” dedi ve tül gibi nefis kanatlarını açtı, göğe ağarak uzaklaştı.

Roket, “Kalmaması ne büyük aptallık! Eminim aklını geliştirecek böyle bir fırsatı pek sık bulamıyordur. Fakat zerre kadar umurumda değil. Benim gibi bir dehanın kıymeti bir gün mutlaka anlaşılacaktır,” dedi ve çamura biraz daha battı.

Bir zaman sonra iri beyaz bir Ördek yüzerek yaklaştı. Sarı bacakları ve perdeli ayakları vardı ve paytak yürüyüşünden dolayı çok güzel olarak kabul ediliyordu.

“Vak, vak, vak,” dedi Ördek. “Ne tuhaf bir şekliniz var! Acaba sorabilir miyim, bu haliniz doğuştan mı, yoksa bir kaza mı geçirdiniz?”

Roket, “Taşradan hiç çıkmadığınız gün gibi aşikâr,” diye cevap verdi. “Aksi halde kim olduğumu bilirdiniz. Fakat cehaletinizi bağışlıyorum. Başkalarından benim kadar kayda değer olmalarını beklemek adil olmaz. Göğe uçup altın bir yağmur sağanağı halinde yere inebildiğimi söylersem şüphesiz şaşıracaksınız.”

Ördek, “Bundan ne çıkar ve kime ne faydası var, anlamıyorum,” dedi. “Fakat bir öküz gibi tarlayı çift sürebilseniz, bir at gibi araba çekebilseniz ya da bir çoban köpeği gibi koyunları güdebilseniz anlarım.”

Roket son derece kibirli bir ses tonuyla, “Sevgili Ördek,” dedi, “görüyorum ki, aşağı tabakalara aitsiniz. Benim mevkimdekilerin asla faydasına bakılmaz. Bizlerin bazı marifetleri vardır ve bu yeter de artar. Ben şahsen hiçbir türden işe sıcak bakmam, bilhassa da sizin tavsiye eder göründüğünüz işlere. Hatta ben daima, yapacak başka hiçbir şeyi olmayanların ağır işlere sığındıklarını düşünmüşümdür.”

Çok sakin bir yaradılışı olan ve kimseyle hiçbir zaman çekişmeyen Ördek, “Pekâlâ, pekâlâ,” dedi, “herkesin kendine göre bir zevki vardır. Her halükârda sizin de buraya yerleşmenizi umarım.”

“Ah Tanrım, hayır!” diye inledi Roket. “Ben yalnızca bir ziyaretçiyim, seçkin bir ziyaretçi. Doğrusu burayı epey sıkıcı buluyorum. Ne makbul bir cemiyet var, ne de yalnız kalabiliyorum. Hatta burası basbayağı varoş. Belki de Saray’a dönmeliyim, çünkü dünyada yankı uyandırmanın kaderimde olduğunu biliyorum.”

Ördek, “Bir zamanlar ben de cemiyet hayatına katılmayı düşünmüştüm,” dedi. “Islah edilmesi gereken çok şey var. Hatta vaktiyle bir toplantının reisliğini yapmıştım ve hoşumuza gitmeyen her şeyi kınayan kararlar geçirmiştik. Fakat pek bir sonuç alamadık. Bunun üzerine ben de evime çekildim ve bir aile kurdum.”

Roket, “Ben cemiyet hayatı için yaratılmışım,” dedi. “En aşağı ferdine kadar bütün akrabalarım da. Ne zaman boy göstersek büyük heyecan uyandırırız. Ben henüz bir gösteriye çıkmadım, ama çıktığım zaman muhteşem bir manzara olacak. Aile hayatına gelince, kişiyi hızla ihtiyarlatan ve aklı yüksek şeylerden alıkoyan bir şeydir.”

Ördek, “Ah, hayatın yüksek şeyleri ne hoştur! Bu da bana ne kadar acıktığımı hatırlatıyor,” dedi ve, “Vak, vak, vak,” diyerek suyun aktığı yönde uzaklaştı.

Roket, “Geri gel! Geri gel!” diye bağırdı. “Size söyleyecek daha çok şeyim var.” Fakat Ördek oralı olmayınca kendi kendine, “Gittiği iyi oldu,” dedi, “zaten orta sınıflar gibi düşündüğü belliydi.” Ve biraz daha çamura batıp dâhilerin yalnızlığını düşünmeye başladı ki, beyaz iş önlükleriyle iki küçük oğlan bir çaydanlık ve biraz çalı çırpıyla suyun kıyısından koşarak geldiler.

“Temsilciler heyeti bu olmalı,” dedi Roket ve vakur bir eda takınmaya çalıştı.

Oğlanlardan biri, “Şuna bak! Şu yaşlı sopaya! Acaba buraya nasıl gelmiş?” diye bağırdı ve Roket’i hendekten çıkardı.

Roket, “YAŞLI Sopa mı?” dedi. “İmkânsız! ŞANLI Sopa demiş olmalı. Şanlı Sopa çok daha övgü dolu. Demek beni Saray eşrafından biriyle karıştırıyor!”

Öbür oğlan, “Hadi ateşe atalım!” dedi. “Su daha çabuk kaynar.”

Çalı çırpıyı bir araya yığdı ve en üste de Roket’i koyup bir ateş yaktılar.

Roket, “Harika,” diye feryat etti, “herkes görebilsin diye beni gündüz gözüyle ateşleyecekler.”

Oğlanlarsa, “Hadi yatıp uyuyalım, uyanana kadar su ancak kaynar,” diyerek çimenlere uzandılar ve gözlerini kapadılar.

Roket çok nemli olduğundan yanması epey zaman aldı. Fakat sonunda alev almasını bildi.

“İşte gidiyorum!” diye haykırarak kendini iyice düzeltip kastı. “Yıldızlardan çok yükseğe, aydan çok yükseğe, güneşten çok yükseğe çıksam. Hatta o kadar yükseğe ki…”

Fısst! Fısst! Fısst! dedi ve doğruca havaya kalktı.

“Mükemmel!” diye haykırdı. “Sonsuza kadar böyle gideceğim. Başarı diye buna derim!”

Fakat kimse onu görmüyordu.

Sonra iç gıdıklayıcı, tuhaf bir his kapladı her yerini.

“İşte, patlamak üzereyim,” diye haykırdı. “Tüm dünyayı ateşe vereceğim ve öyle bir gürültü çıkaracağım ki, bir yıl boyunca kimse başka bir şeyden söz etmeyecek.” Gerçekten patladı da. Barut, Bam! Bam! Bam! diye sesler çıkardı. Ona da şüphe yok.

Gelgelelim kimse, hatta derin uykuya daldıkları için şu küçük oğlanlar bile onu fark etmedi.

Ondan geriye yalnızca çubuğu kaldı ve o da, hendeğin kenarında yürüyüşe çıkan bir Kaz’ın sırtına indi.

Kaz, “Üstüme iyilik sağlık! Gökten sopa yağıyor,” diye bir çığlık atarak kendini suya bıraktı.

Roket son bir nefesle, “Büyük bir heyecan uyandıracağımı biliyordum,” dedi ve söndü.

5

Havai fişek sanatı. (Ç.N.)

6

Kuzey ışığı. Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerde, dünyanın manyetik alanıyla güneşten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu oluşan bir ışık olayı. (Ç.N.)

Mürver Ağacı

Подняться наверх