Читать книгу Mürver Ağacı - Оскар Уайльд, F. H. Cornish, Lord Alfred Douglas - Страница 6
Mutlu Prens ve Diğer Öyküler
BÜLBÜL VE GÜL
ОглавлениеGenç Öğrenci, “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söyledi, ama koca bahçemde bir tane bile yok,” diye sızlandı.
Bülbül bodur bir pırnal meşesi yuvasından onu işitti ve yaprakların arasından merakla bakındı.
“Bir kırmızı gül yok koca bahçemde!” diye feryat etti Öğrenci ve güzel gözleri yaşlarla doldu. “Ah, saadet ne küçük şeylere bağlı! Bilgelerin yazdıkları her şeyi okudum ve felsefenin tüm sırlarını özümsedim, ama gel gör ki, bir kırmızı gülüm yok diye hayatım perişan oldu.”
Bülbül, “Nihayet gerçek bir âşık,” dedi. “Hiç tanımadığım halde geceler boyu onun şarkısını şakıdım: Geceler boyu yıldızlara onun hikâyesini anlattım da şimdi onu buldum. Saçları sümbül, dudakları arzunun gülü kadar kırmızı; fakat sevda yüzünü fildişi gibi soldurmuş ve keder mührünü kaşlarına vurmuş.”
Genç Öğrenci, “Prens’in yarın akşam balosu var ve katılanlar arasında sevdalım da olacak,” diye mırıldandı. “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle gün ağarana kadar dans edecek. Bir kırmızı gül getirirsem onu kollarımda tutacağım, o da başını omzuma yaslayacak ve eli elimde kenetli olacak. Fakat bahçemde öyle bir çiçek olmadığından sevdalım bana yüz vermeyecek ve ben tek başıma oturacağım. Bana itibar etmeyecek ve kalbim kırılacak.”
Bülbül, “İşte gerçek âşık,” dedi. “Şarkısını şakıdığım şeylerin ıstırabını çekiyor: Bana sevinç olan ona acı veriyor. Aşk şüphesiz harika bir şey. Zümrütlerden daha değerli, işlenmiş opallerden daha kıymetli. İnciler ve narlar onu satın alamaz, zaten pazarda satılık da değil. Ne tüccardan alınabilir, ne de terazide tartılıp değer biçilebilir.”
Öğrenci, “Müzisyenler galeride oturacak ve yaylı çalgılarını çalacak, sevdiğim de arpın ve kemanın sesine dans edecek. O kadar hafif dans edecek ki, ayakları yere değmeyecek ve neşeli giysileriyle saraylılar etrafında pervane olacak. Fakat ona verecek kırmızı bir gülüm olmadığı için dans ettiği ben olmayacağım,” diyerek kendini çimenlere attı, yüzünü ellerine gömüp ağlamaya başladı.
Küçük yeşil bir Kertenkele kuyruğu havada koşarak Öğrenci’nin yanından geçerken, “Neden ağlıyor?” diye sordu.
Bir güneş huzmesinin peşinde pır pır uçan bir Kelebek, “Sahi, niçin?” diye ona katıldı.
Bir Papatya yumuşak bir sesle usulca, “Sahi, neden?” diye sordu komşusuna.
“Kırmızı bir gül için ağlıyor,” dedi Bülbül.
“Kırmızı bir gül için mi?” diye çığlık attılar. “Ne gülünç!” Hatta biraz alaycı olan küçük Kertenkele düpedüz kahkaha attı.
Fakat Öğrenci’nin kederindeki sırrı anlayan Bülbül meşe ağacında sessizce oturup Aşk’ın esrarını düşündü.
Sonra kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.
Çimenliğin ortasında harika bir gül ağacı vardı ve onu görünce oraya doğru uçtu, bir sürgüne kondu.
“Bana kırmızı bir gül verirsen,” dedi, “sana en tatlı şarkımı okurum.”
Fakat Gül Ağacı başını salladı.
“Güllerim beyazdır,” diye karşılık verdi. “Denizin köpüğü kadar beyaz, dağlardaki karlardan daha da beyaz. Fakat eski güneş saatinin oradaki kardeşime git, belki o istediğini verebilir.”
Böylece Bülbül oradaki Gül Ağacı’na gitti.
“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”
Fakat Gül Ağacı başını salladı.
“Güllerim sarıdır,” dedi. “Kehribar bir tahtta oturan denizkızlarının saçları kadar sarı, tırpancının çayıra tırpanıyla gelmesinden önce açan nergisten daha da sarı. Ama Öğrenci’nin penceresi altında yetişen kardeşime gidersen belki sana istediğini verir.”
Böylece Bülbül, Öğrenci’nin penceresi altında yetişen Gül Ağacı’na gitti.
“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”
Fakat Gül Ağacı başını salladı.
“Güllerim kırmızıdır,” dedi, “güvercinin ayakları kadar kırmızı, okyanustaki mağarada dalga dalga salınan büyük mercan yelpazelerinden daha da kırmızı. Fakat kış damarlarımı dondurduğu, ayaz goncalarımı budadığı, fırtına dallarımı kırdığı için bu yıl hiç çiçek veremeyeceğim.”
Bülbül, “Tüm istediğim bir kırmızı gül,” diye feryat etti, “sadece bir kırmızı gül! Bulmamın hiç mi yolu yok?”
Gül Ağacı, “Bir yolu var,” diye karşılık verdi. “Ama o kadar korkunç ki, sana söylemeye yüreğim el vermiyor.”
Bülbül, “Sen yine de söyle,” dedi, “korkmuyorum.”
Gül Ağacı, “Kırmızı bir gül istiyorsan,” dedi, “onu ay ışığında nağmelerden yapmalı ve kalbinin kanıyla boyamalısın. Bağrını bir dikene yaslayarak bana şarkı okumalısın. Gece boyu bana şarkı okumalısın; diken kalbini delmeli ve can suyun damarlarıma akıp benim olmalıdır.”
Bülbül, “Kırmızı bir gül için ölmek ne büyük bir bedel!” dedi, “Hayat herkes için çok değerlidir. Yeşil ormanda oturup Güneş’i altın, Ay’ı inci arabasında seyretmek hoştur. Tatlıdır alıcın rayihası; tatlıdır vadide saklı çan çiçekleri, tepeleri saran fundalar. Fakat Aşk, Hayat’tan daha güzeldir; ayrıca bir insan kalbinin yanında bir kuşun kalbi nedir?”
Kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.
Genç Öğrenci çimenlikte hâlâ onu bıraktığı gibi yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı.
Bülbül, “Müjdeler olsun,” diye seslendi, “müjdeler olsun; kırmızı gülüne kavuşacaksın. Onu ay ışığında nağmelerden yapacağım ve kalbimin kanıyla boyayacağım. Karşılığında senden tek istediğim, gerçek bir âşık olman, çünkü Aşk, Felsefe’den hikmetlidir. Ayrıca Felsefe hem hikmetli hem de İktidar’dan daha kudretli olsa bile Aşk da kudretlidir. Alev rengidir kanatları ve gövdesi. Dudakları bal gibi tatlıdır, nefesi buhur gibidir.”
Öğrenci başını çimlerden kaldırıp dinledi, ama yalnızca kitaplarda yazılanları bildiğinden Bülbül’ün ona söylediklerini anlayamadı.
Fakat Meşe Ağacı anladı ve yuvasını kendi dallarına yapan küçük Bülbül’den çok hoşlandığı için üzüldü.
“Bana son bir şarkı oku,” diye fısıldadı. “Gidince kendimi çok yalnız hissedeceğim.”
Bülbül gümüş bir kaptan taşan su gibi sesiyle Meşe Ağacı’na şarkısını okudu.
Şarkı bitince Öğrenci kalktı ve cebinden birer defterle kurşunkalem çıkardı.
Koruluktan yürürken kendi kendine, “İnkâr edilemeyecek bir endamı var,” diye düşündü. “Ama ya duyguları? Korkarım yok. Hatta o da çoğu sanatkâr gibi; pür zarafet, ama sıfır samimiyet. Başkası için kendini feda etmez. Aklı fikri müzikte; ayrıca sanatçıların bencil olduğunu herkes bilir. Yine de sesini güzel kullandığı kabul edilmelidir. Fakat bunun tek başına bir anlam ifade etmemesi yazık; veya bir işe yaramaması.” Ardından odasına gidip samandan küçük döşeğine uzanarak sevdiğini düşünmeye başladı, bir süre sonra da uykuya daldı.
Göklerde Ay parlayınca Bülbül, Gül Ağacı’na doğru uçtu ve bağrını dikene yasladı. Gece boyu bağrı oraya yaslı olarak şakıdı ve buz renkli billur Ay eğilip ona kulak verdi. Bülbül gece boyu şakıdı ve diken bağrına battıkça battı, can suyu ondan akıp gitti.
Önce bir oğlan ve kızın kalplerinde sevdanın doğuşunu anlatan bir şarkı okudu. Ve Gül Ağacı’nın en tepesindeki sürgünde nefis bir gül, şarkılar birbirini izledikçe yaprak yaprak çiçeklendi. Nehrin üstündeki bir sis kadar renksizdi başlangıçta… sabahın ayakları gibi renksiz ve şafağın kanatları gibi gümüş. Gümüş aynada bir gülün gölgesi gibi, havuzdaki bir gülün gölgesi gibi en tepedeki filizde çiçeklendi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha çok yaslanması için Bülbül’e seslendi. “Yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Böylece Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve bir adamla genç bir kızın ruhlarında tutkunun doğuşuna gelince şarkılarını daha da yüksek sesle şakımaya başladı.
Ve gülün yapraklarına, gelinin dudaklarını öpen bir damadın yüzündeki kızarıklık gibi, pembenin narin kızartısı vurdu. Fakat diken henüz Bülbül’ün kalbine ulaşmadığından gülün kalbi beyazdı; ne de olsa bir gülün kalbini ancak Bülbül’ün kalbindeki kan kırmızıya boyayabilirdi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha da yaklaşması için Bülbül’e seslendi. “Daha yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Bunun üzerine Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve diken kalbine değince şiddetli bir sancı vurdu içine. Buruktu, buruktu sancı ve Bülbül’ün coştukça coştu şakıması; çünkü Ölüm’le tamamlanan Aşk’ın, mezarda ölmeyen Aşk’ın şarkısını okuyordu.
Ve muhteşem gül doğunun göğü gibi kızardı. Kızardı taçyaprakların kuşağı ve kızardı bir yakut gibi çiçeğin kalbi.
Fakat Bülbül’ün sesi giderek zayıfladı, küçük kanatları çırpınmaya başladı ve gözlerine bir perde indi. Şakıması yitti ve boğazının sıkıldığını hisseder gibi oldu.
Derken, var gücüyle son bir ezgi okudu. Bembeyaz Ay o ezgiyi duydu ve şafağı unutarak gökyüzünde biraz daha oyalandı. Kırmızı gül o nağmeyi duydu ve cezbeyle baştan ayağa ürpererek sabahın ayazında taçyapraklarını açtı. Ekho[4] o nağmeyi tepelerdeki mor mağaralara taşıdı ve uyuyan çobanları rüyalarından uyandırdı. Nehirde arasından süzüldüğü kamışlar haberini denize ulaştırdı.
“Bak bak!” dedi Gül Ağacı, “Gül nihayet oldu.” Fakat Bülbül kalbinde dikenle yüksek otların içinde cansız yattığından cevap vermedi.
Öğlen olunca Öğrenci penceresini açıp dışarı baktı.
“Şuna bak, ne büyük bir talih!” diye bir çığlık attı. “Kıpkırmızı bir gül! Hayatım boyunca hiç böyle bir gül görmedim. O kadar güzel ki, eminim Latincede upuzun bir adı vardır.” Ve eğilip çiçeği kopardı.
Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle Profesör’ün evine koştu.
Profesör’ün kızı kapının önünde oturuyor, bir çıkrıkta mavi ipek eğiriyordu; küçük köpeği de ayağının dibinde yatıyordu.
Öğrenci, “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” dedi. “İşte sana tüm dünyanın en kırmızı gülü. Bunu bu akşam kalbinin üstünde taşı; birlikte dans ederken sana benim seni ne kadar sevdiğimi söylesin.”
Fakat kız yüzünü buruşturdu.
“Korkarım elbiseme pek uymayacak,” dedi. “Hem Mabeyinci’nin yeğeni bana bazı gerçek mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha değerli olduğunu herkes bilir.”
Öğrenci öfkeyle, “Yemin ederim, senin kadar nankörünü görmedim!” dedi ve gülü, sokağa fırlattı; gül oluğa düştü, üstünden de bir at arabası geçti.
Kız, “Nankör mü? Bak sana ne diyeceğim, sen de çok kabasın. Hem sen kim oluyorsun? Altı üstü bir Öğrenci. Mabeyinci’nin yeğeni gibi ayakkabılarında gümüş toka olduğunu bile sanmıyorum,” dedi ve sandalyesinden kalkıp içeri girdi.
Öğrenci oradan uzaklaşırken, “Aşk ne aptalca bir şeymiş,” dedi. “Hiçbir şeyi ispatlayamadığı için Mantığın yarısı kadar bile işe yaramıyor; bu da yetmezmiş gibi, insana hep imkânsız şeyleri anlatıyor ve doğru olmayan şeylere inandırıyor. Madem Aşk, faydanın her şey demek olduğu bu çağda hiçbir fayda etmiyor, ben de Felsefe’ye dönüp Metafizik çalışayım.”
Böylece odasına dönüp büyük tozlu kitabını çıkardı ve okumaya başladı.
4
Yunan mitolojisinde bir dağ nympha’sı (su perisi) ya da Oreas. Tanrıça Hera tarafından cezalandırılarak konuşma yetisi elinden alınmıştı fakat başkalarının konuşmalarındaki son sözcükleri yineleyebiliyordu. (Ç.N.)