Читать книгу Cehennem O'Dur - Lambert Timothy James - Страница 16

Yoksul İnsanlar Görüyorum

Оглавление

« İyi yönetilen bir ülkede yoksulluk utanç verici bir şeydir. Kötü yönetilen bir ülkede ise zenginlik utanç vericidir.»

Konfüçyüs

Benim gözümde, insanı en çok çöktüren internet sitelerinden birisi, fanatiklerinden biri tarafından M. Night Shyamalan’a adanandı. Hint kökenli bir Amerikalının büyük bir seyirci kitlesine sahip bir sinema devine dönüştüğünü ve senarist, yapımcı ve yönetmen olarak da Bollywood sinemasının beklenen klişelerinden uzak (şarkı söylemek ve dans etmek gibi) bir şekilde aynı başarıyı elde ettiğini görmek yeterince etkileyici. Ben bizzat ilk filmi Altıncı His’ in (1999) büyük bir hayranıyım. Gişede elde ettiği makbuzlar, insan türünün çoğunun bu filmi izlediğini düşünmenize yol açıyor. Mağarada yaşayanlar için işte senaryosu: Cole, ölü olduklarını bilmeyen ruhlarla konuşabilen bir çocuktur. 90’lı yıllar boyunca Hollywood’un en büyük yıldızlarından birinin oynadığı, bunalımdaki bir psikatrist tarafından gözlenmektedir: Bruce Willis. Filmin en bilinen sahnelerinden birinde yavaş çekimde çocuğun, ardından Cole’ü oynayan Haley Joel Osman’ın ürkmüş halde mırıldanan yüzüne yaklaşılır : « Ölü insanlar görüyorum. » Bu replik hızla bir kült haline geldi.

Ben de genç Cole ile benzer bir durumdaymışım gibi hissediyorum. Benim savaşım, hayata olan yaklaşımımı tamamen değiştirdi. Elbette keşişler ve münzevilere hiçbir zaman özenmedim, ama sürekli olarak bıçak üstündeymişim ve tüm hislerimle çevremi tarayıp bilinç durumumu artırmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Günlük hayatımı işgal eden yeni önceliklerimle beraber, uyumakta zorlanıyorum ve işteyken veya insanlarla tartışırken aklım yolunu kaybediyor. Zihniniz şunu bunu suçlayıp şikâyet eden seslerle dolu olduğu zaman, hayat Rus dağlarına dönüyor. Kendime sordum, hangi şeytani ruh beni ele geçirmiş olabilir? Morali bozuk bir psikiyatriste ödeme yapacak imkânım yok, hele de Bruce Willis'e (denedim). İblislerimden kurtulmak için gittiğim yoldaki saplantılarıma neden olan önemli olayları, bundan mahrum kalmış olanlar için anlatmayı deneyeceğim. Yoksulları görmemezlik edemem!

Tara’nın Haitili göçmenler olan ailesi, kızlarının doğumu üzerine, onu Florida’nın güneyinde (emekli Amerikalıların krallığı) yetiştirmek için New York ve onun zorlu yaşamından kaçmıştı. Karşılaştığımız zaman kafasında yalnızca tek bir fikir vardı: ailesinin göç döngüsünü tersine çevirmek ve hiçbir zaman uyumayan şehirde yaşamaya gitmek. Florida'da karşılaştığım, propagandasına sürekli reklamı da ekleyen, New York’un şovenist kalabalığı, bu şehri vaat edilmiş topraklar, fırsat ve coşkunun kalıcı nirvanası gibi görmemi sağladı. Hayallerindekinden ziyade Massachusetts’in küçük, çekici bir şehrine taşındığımızda karımın uğradığı hayal kırıklığını takdir edersiniz. O esnada ben çalışmalarım için düzenli olarak New York’a gidiyordum. Kaydolduğum yüksek lisans dersleri, gökdelenler ile yılın her günü turistlerin akın ettiği Times Square'ın arasında, Manhattan’ın kalbinde bulunuyordu. Onu ısırma hayalleri kuranları oraya yerleşmeden önce, bu şehrin çılgınlığını bilinçli bir şekilde incelemelerinin daha iyi olacağı ve yaşlılar ile zenginlerin vebadan kaçar gibi buradan kaçtıkları konusunda uyarmak için "Büyük Elma"da (New York) yeterince zaman geçirdim.

New York, yeryüzündeki en açgözlü mali suçluların (Borsa ve Nasdaq) sığınağı ve aynı zamanda en kötü şekilde yönetilen uluslararası kuruluşun merkezidir: BM. New York'un Gayri Sarfi Milli Hâsılası, Suudi Arabistan'ınkinden daha büyük ve İsviçre'ninkinin ise neredeyse iki katı, milyarder bir belediye başkanına (Michael Bloomberg) sahipti, aynı zamanda tüm zencileri için yarı resmi bir multimilyoner belediye başkanı (Sean John Combs namı diğer Puff Daddy) var ve dünyanın daha fazla ihtişamla hesaba kattığı şey Broadway'in duvarlarında afişe edilmiş ve gülünç ölçüde pahalı olan lüks mağazaların vitrinlerinde Bergdorf Goodman gibi sunulmuş durumda. Şimdilik süründürücü sefalet ve Brooklyn'deki Brownsville gibi bir mahallenin özelliği haline gelmiş düzenli kan banyoları üzerinde bile durmadan, şehir bu yetersiz noktadayken yoksullarıyla nasıl uygun biçimde ilgilenecek? Bir an bile duramayacak kadar meşgul olan kalabalıkların geçip gittiği bu caddelerin her köşesinde yüzlerini görmemek benim için imkânsız. Neden Donald Trump gibi milyarderlere doymuş bir şehirde yoksullar için çözüme biraz benzeyen bir şey bulmak neden zor? Alışveriş teorisi gardını alıyor...

New York merkezi garından geçiş sıklıkla, orada sürünen akıl hastalarından kaçmak ve yerde yatan insanlarla bütün göz temasından kaçınmaktan ibarettir. Bu üzücü gösteri sıkça Efkaristiya (öğle yemeği param) dağıtan bir rahibe dönüşmemle sonuçlanıyor. Kış gelirken, haç yolumu oluşturan dilencileri giderek daha az görüyordum. Nihayet midemi yakan bu korkunç suçluluk duygusunu hissetmeden düzgün bir yemek yiyebiliyordum. Ama kendi kendime soruyordum, sığınacak yeri olmayan alıştığım bu kalabalık bu kadar iyi nerede saklanabilirdi? Aslında mucizevî hiçbir yanı yoktu, yalnızca hava durumu. Uğursuz kış belirdiğinde daha iyi ısınmış bir yer bulmayı denemişler ve onları görmek çok daha zor olmuştu.

2013 yılında evsizlerin sayısı o kadar artmıştı ki, çok sayıda insan, yetişkinler gibi çocuklar da sığınaklarda kalamıyordu. Kalacak yeri olmayan savaş gazilerinden bahsetmiyorum bile… Şu anda dünyanın en zengin ülkesi olan Birleşik Devletler ulusu savunma çağrısına karşılık verenlere yardım için elinden geleni yapmıyor ve ulusunu korumak için hayatını riske atan bu asil bireyleri kendi kaderlerine terk ediyorsa yakınlık gösterebilecekleri başka birini bilmiyorum.

Ayrıca empati konusunda, 2014 yılında Dünya Bankası, Mumbai sakinlerinin yarısından biraz daha fazlasının Slumdog Millionaire filminde batı kamuoyuna karşı açığa çıktığı gibi şu gecekondularda yaşadığını tahmin ediyordu. Mumbai, orada Bollywood starları gibi, Hindistan'ın bir takım en zengin işadamları da yaşadığından paradokslarla dolu bir şehir. Bu ülkedeki eski kast sistemi ve derin dindarlığın açık bir şekilde orta sınıf Hintlilerin, tanrılar böyle istiyormuşçasına içinde yaşadıkları toplumun eşitsizliğini kabul etmelerini sağladığı fikrinin önüne geçemiyorum... Piyasadaki hiç kimse Hindistan uzay araştırmaları kuruluşu ISRO'nun 2013 yılında 1,3 milyar dolar olan bütçesindeki kademeli artış yüzünden telaşa kapılmıyor. Bu rakamlar « büyük ingiliz kardeş » ile « büyük amerikalı kuzen »in Hindistan için olan para yardımlarını kesme noktasına getirdi. Meblağ, ISRO bütçesine kıyaslandığında gülünç olsa da, bu kesintiden büyük oranda etkilenecek olan ülkedeki 421 milyon yoksula yardım eden çeşitli programlar için çok önemliydi. Buna karşın, en yoksul 26 Afrika ülkesinin yoksul nüfusunu bir araya getirerek 410 milyon yoksul elde ediyoruz. Peki Hintli idareciler buna nasıl cevap verdi ? « Bu para yardımlarına gerçekten ihtiyacımız yok » diye buyurdu Ekonomi Bakanı Palaniappan Chidabaram.

2013 yılında Hint kökenli Amerikalı arkadaşlarım iddialı ISRO projesinin başarısını kutlamak için bir parti yaptı: Mars Orbiter uzay sondasının fırlatılması. Ben bu konuda şüpheliydim, çünkü bu sonda özellikle dünyanın yörüngesinde dönerek başlamıştı. Şüphe yok ki, Hintli bilim adamları ülkelerindeki gecekonduları görerek üzülüyorlardı, bu yüzden teleskoplarını aksi yöne çevirmeye karar vermişlerdi… Bu görevin amacı tam olarak neydi, elit Hintliler için kalacak yeni bir yer mi yoksa yoksulların sığacağı genişlikte devasa bir çöplük mü bulmak? Eğer ikincisiyse, Nijerya ve Hindistan arasında onaylanan uzay programı anlaşmasının, okuma konusunda gerçekten acele ettiğim Abuja'nın gecekondu mahalleleri konusunda birkaç madde içermesi gerekir !

Google’da insanlık tarihindeki en pahalı evin hangisi olduğunu araştırın. Bu ne Manhattan’dane de Paris’te değil, Mumbai’de, bir milyar dolardan daha fazla değer biçiliyor! Bu 27 katlı gökdelenin yer altında da altı kat otoparkı var, katlarından biri bir spa ve bakımı yaklaşık 600 kişiyi gerektiriyor. Bu devasa bina orada karısı, iki oğlu ve kızıyla yaşayan Hintli milyarder Mukesh Ambani’ye ait. Çok sayıda çocuğun açlık çektiği ve çöplüklerde yaşadığı bir ülkede bu adam, daha önce yetimhane bulunan bir arsada kendisine bir milyar dolarlık bire v yaptırmayı tercih etti. Şüphesiz güzel bir şehir ve gecekondu manzarası isteyecektir.

Güzel bir manzara, dünyanın en muhteşem plajları arasında bulunun Florida körfezindeki plajlar da bunu sunuyor. Hem büyük bir şehirde yaşayıp hem de her koşulda beyaz kumlar üzerinde bronzlaşmak isteyenler için Tampa, kıyı kenti St. Petersburg’a olan yakınlığından dolayı tercih edilecek bir yer. Burası, güneşten faydalanmak, şehir merkezinde Amerikan usulü semirmek ve plajda dondurma yemek isteyen turistler için bir cennet. Ama benim bizzat tecrübe edebildiğim kadarıyla bir kez güneş battı mı şehir merkezinde dışarı çıkmamak daha iyi. Suç yüzünden değil. Daha ziyade, Katolik Kilisesi tarafından yönetilen ağırlama merkezinde yer kapabilmek için kavga eden evsiz takımının dokunaklı manzarasını görmemek için. Ve eğer onları bu durumda görmek yeterli değilse, şehir halkı tarafından koyulan yoksullara karşı sıfır tolerans politikası (ben böyle diyorum) bu talihsizlerin sürekli olarak polis tarafından rahatsız edilmesini sağlıyor. Tutuklandıklarında, St. Petersburg’dan uzağa gitmeleri « önerilmeden » serbest bırakılmıyorlar. En çok Tampa’ya gidiyorlar. Ve bu şeytani ve faydacı önlemler sayesinde şehir, turistler için kırsal imajını koruyabiliyor.

« Kırsal imaj » sözlerini duyduğumda her zaman Birmanya’yı (pardon Myanmar Birliği Cumhuriyeti’ni) düşünüyorum. Uzun süre bu ülkenin, 2006 yılında internete sızdığında izlediğim, General Than Shwe’nin kızının düğün videosuna benzediğine inandım. Her yerde elmaslar ve şampanya. Evlenenler, içinde evler ve lüks arabaların da olduğu milyon dolarlar değerinde hediyeler almıştı. Şişesi birkaç asgari ücretli maaşına denk şampanyayı davetlilerin kadehlerine doldurup çiçeği burnunda eşine devasa düğün pastasını kesmekte yardım ettiğini gördüğümüz damadı çok kıskanmıştım. Aung San Su Kyi 2011 yılında serbest bırakıldığında videoyu izledim ve bazı araştırmalar yaptım. Gülümseyen ve Oscar içinmiş gibi giyinen davetliler, ülkeyi demir yumrukla yöneten zalim ve kanlı bir diktatörlüğün üyeleriydi. Bu kutlama, fakirlik ve askeri baskının giderek arttığı bir ülkede yapılmıştı. O zamandan beri, cunta imajını düzeltmek için çaba harcamış ve o düğünde bulunan yırtıcı hayvanlar daha ölçülü giyinmek için uğraşmıştı. Ama hala aynıydılar. Yakın zamanda Birmanya askeri gücü üzerindeki kontrollerini bırakacaklarını düşünmüyorum, çünkü ülke ve doğal kaynakları bu şekilde kontrol ediliyor. Bununla beraber, büyüleyici saldırı etkili oluyora benziyor. Yangon Uluslararası Havaalanına, büyük uluslararası finans adamları ve onların uşak orduları için kırmızı halılar serilmiş. Babil tarzı şenlikler hiç şüphesiz devam edecek, kimse görmeden.

Bu beni, bu defa gizli bir şekilde gerçekleşmeyen Amerika Birleşik Devletleri'nin en ünlü ve heyecan verici partisinden bahsetmeye götürüyor. 2003 yılında, festival enerjisi ve övgüleriyle dolu gençlerin resimleriyle bolca desteklenmiş New Orleans'daki Büyük Perhiz'i tanıtan Bayou gastronomisi konusunda bir broşür okuduğumda, Amerikalıların Karayipli ve Afrikalı göçmenler konusunda söylemekten hoşlandığı şekliyle "gemiden indim". Oraya, bir partide bulunmak fikrinden benim kadar heyecan duyan iki arkadaşımla beraber gitmiştim. Arabayı sürebileceğimiz kadar hızlı sürerek ve sürekli bir hafif sarhoşluk halinde herhangi bir kaza veya tutuklanmadan mucizevî şekilde kurtulduk. Bourbon Caddesi’ndeki ikram ve misafirperverlik inanılmazdı. Ve şunu söyleyebileceğime inanıyorum ki çok az eğlence düşkünü ünlü Büyük Perhiz dönemlerinde bizimki kadar başarı elde etmiştir. Otelden, düzgün şekilli bir göğüs şocu karşılığında değiş tokuş ettiğimiz birkaç yüz inciyle ayrılıyorduk ve ellerimiz sistemli biçimde yine boştu…He he !

Dönüş yolunda aklımız hala yıldızlardaydı, Hale Boggs Köprüsüne çıkışı kaçırdık. Eğer New Orleans’ı ziyaret ederseniz bilin ki bu köprü şehirden tek çıkış yolu. Otel kapıcısının bize neden French Quarter’ın etrafındaki turistik bölgeden asla ayrılmamamızı tavsiye ettiğini anlayarak paniklemeye başlamıştık. Yolculuğumuz boyunca ilk defa turistlerin genellikle görmediği « gerçek » New Orleans’ı keşfediyorduk. Ciddiyetimiz hızla yeniden kazandık. Eğer bir polis aracı bizi almış olsaydı bize Bourbon Caddesi'ne kadar eşlik etmesi gerekecekti. Bu ormanın ortasında duramazdık.

Grubumuz gerçekten de istenmiyordu. Size bir fikir vermek adına, gençken Cosby Show ve siyahî aile modelini ve Eddy Murphy’nin Amerika Birleşik Devletleri’ni keşfeden Afrikalı bir prensi oynadığı Coming To America filmini izliyorduk ve bize tamamen gerçeküstü geliyordu. Biz, « Afrikalılar da » kapitalizmin yeterince iyi şekilde yürüdüğü daha ziyade rahat ailelerden geliyordu. Florida’nın başkenti ve bir öğrenci şehri olan Tallahassee’de birçok siyahi arkadaşımız vardı ama New Orleans’ın fakir mahallelerindeki bu zenciler hayatımızla ilgili korku duymamıza neden olmuştu! Bu turistik şehrin kendi cehennemini saklayıp saklamadığı konusunda kuşku duymalıydık. O zamanlar sık sık yerel rap grubu Hot Boyz’u dinliyorduk. Aşırı gerilimli ve saldırgan sözleri Bisounours’da yazılmış olamazdı, şiddet ve ümitsizlik dolu bir çevrede yazılmalıydı. Ve eğer müzikleri yeterli değilse, klipleri içinde bulundukları evreni açık biçimde gösteriyordu: terkedilmiş binaların önünde çömelerek günlerini geçiren « pis ve kötü » fakirler.

Malesef birçok kişi New Orleans'ın birçok mahallesinin seyahat ettiğim bazı üçüncü dünya ülkelerinden çok daha fakir ve ihmal edilmiş durumda olmasının nedeninin Katrina kasırgası olmadığını görmezden geliyor veya öyleymiş gibi yapıyor. Buralar çok önceden de böyleydi. Ben ve arkadaşlarımın gerçekliğini gördüğü gibi, şehrin birçok yeri stratejik olarak festival öğrencileri ve turistlerin görüş alanının dışında tutuluyordu. Katrina yalnızca New Orleans'ın küçük, kirli sırrını gün yüzüne çıkardı ve tüm ülke gerçeği keşfeder gibi göründü. Sizce lağım taştığında ne oldu ? Ve şimdi, son belediye başkanı Ray Nagin'in (kara para aklama ve her türlü yolsuzluk suçundan on yıl hapis cezası alan) deyişiyle "çikolata şehri" kendisini yeniden inşa etmeye çalışıyor, nüfusunun sorunlu kısmının persona non grata ilan edilip bir daha asla geri gelerek imajına gölge düşürmemesi için gizlice dua ediyor.

Eğer New Orleans Noel Baba'ya sunacağı listeye bu son dileği koymazsa, Ekvator Ginesi Başkanı'nın oğlu Theodoro Nguema Obiang, Fransa ve diğer medenileşmiş ülkelerin çoğunda gerçekten de persona non grata. Zenci prensin zenginliğiyle çileden çıkan Fransa 2012 yılında, bazı oyuncaklarını birkaç yıllığına geri almak için çeşitli aktivist grupları tarafından ona karşı yöneltilen emsal bir karardan faydalanmaya karar verdi. Birkaç Fransız dergisinde sergilenen söz konusu önemsiz şeyler bu büyük savurganlık konusundaki tüm beklentilerimin üzerindeydi: lüks arabalar (iki Bugatti Veyrons, bir Maybach ve bir Aston Martin, bir Ferrari Enzo, bir Ferrari 599 GTO, bir Rolls-Royce Phantom ve bir Maserati MC12) Chateau Petrus şişeleri (dünyanın en pahalı şaraplarından biri) ve 3.7 milyon dolar değerinde bir duvar saati.

Amerikalılar, Fransızlardan daha iyisini yapmaya azimli bir şekilde, davada ondan 70 milyon dolar talep ederek Obiang’ın oğlunun varlıkların çok daha önemli bir kısmını tırtıklamayı denediler. El konulan mallar listesi bir Gulfstream uçağı, Michael Jackson'ın eldivenleri ve Californiya, Malibu'da bir villayı içeriyordu. Ama bununla beraber, 700 milyon dolarlık hesabıyla bir zamanlar Riggs Bankası'nın en büyük bireysel müşterisi olan genç mirasçı, bankasını kapılarına kilit vurmaya zorlayan skandallardan sonra bile Amerika Birleşik Devletleri içinde yer değiştirmekte hala özgür. Adalet Bakanlığı onu bu konuda hiçbir zaman endişelendirmedi. Ekvator Ginesi'nin çok genç Tarım Bakanı Teodoro Nguema Obiang'ın görevi için resmi olarak yılda yüzbin dolardan fazla kazanmadığına dikkatinizi çekelim.

Ekvator Ginesi, Afrika’nın en az özgürlüğe sahip ülkelerinden, aynı zamanda günde bir dolardan daha az bir parayla yaşayan daha yoksul Ginelilerin oranını da göz önünde bulundurursak birisi. Yedi yüz bin nüfuslu bu ülke hem en fakir hem de petrol bakımından en zengin ülke. Paslı tenekelerin yakınlarında cam binalar ve başkanlık malikânelerinin olduğu, bu ülkenin çarpıcı paradoksunu açığa çıkaran fotoğrafları internette kolayca bulabiliriz. Başkent Malabo'daki birkaç zengin, yollarda metrekareye düzinelerce düşen çukurlardan kaçmaya çalışarak Mercedes Benz'leri ile gecekondular arasında zigzag çiziyordu. Başkanın akrabası olan, ülkedeki polisin başı resmi terzisinin Yves Saint Laurent olması ile övünüyor. Şehrin yeni lüks otelinin pencerelerinden tek kişi için bile dar olan barakalara yığılmış bütün aileleri görebiliriz.

Ve ben Ekvator Ginesi'nde beş çocuktan birinin beş yaşına girmeden öldüğü ve bunların %50'sinden daha azının içilebilir suya erişimi olduğunu keşfederek daha fazla gerçeği meydana çıkarırken, Nelson Mandela'nın gökkuşağı milletinin merkezinde bulunan küçük bir ülke olan Swaziland'da bir polis komiserinin, Obiang'ın oğlunun Swaziland'daki villasındaki bir parti esnasında çalınan iki milyar dolarla dolu valizin çalınması hikayesi için hizmet ettiği sapkın ve açgözlü bir zorba adına özür dilediğini keşfedince kanım dondu. Peki bu olayda şüpheliden öte durumda olan küçük Teodoro’nun, Ekvator Gine’sinin imajını kirlettiği için cezası ne oldu? Afrika’nın en eski diktatörlerinden birisinin oğlu olmak belli ki birçok avantaj getiriyor: babası onu tüm uluslararası davalardan koruyacak olan ülkenin ikinci başkan yardımcılığına getirdi.

«Yoksullara yardım etmemizden yanayım, ama bunun yoluna gelince, herkesten daha farklı bir fikrim var. Bence yoksullara yardım etmenin en iyi yolu durumlarını rahatlatmak değil onları oradan çıkarmayı denemektir. »

Benjamin Franklin

Nuh iyi bir adamdı, ama çocukken cehennemimden kaçma denemelerimi mahvetmişti. Bir arkadaşın bahçemizde geçirdiği korkunç kazadan sonra dışarı çıkıp Ramboculuk oynamaya korkuyordum. Nuh’un bu konuyla ilgisi olduğuna inanıyordum ve kahramanlıklarını okumak düşüncemi onaylamaktan başka bir şey yapmıyordu. Nuh’un gemisiyle ilgili hikâyenin birçok değişik versiyonunu okudum, şöyle özetleyebiliriz: Tanrı insanlığı bir tufanla cezalandırmaya karar verdiğinde Nuh hayatını, ailesini ve dünyadaki hayvanların küçük bir kısmını kurtardı. Bir çocuk olarak bu aptalın akbabalar, sıçanlar, timsahlar, özellikle de yazlarımı kapalı geçirmeme neden olan, Adem ile Havva'nın intikam tanrıçası Nemesis’i: yılanları gemiye alması karşısında şok olmuştum.

Tıpkı Nuh gibi Nelson Mandela da iyi bir adamdı. Bununla beraber, o da benim için değerli bir şeyi mahvetmişti. Uzun süre emekliliğimi en zengin ve kıtada en etkili ülke olan Güney Afrika’da, hayatta başarı elde etmiş olan diğer Afrikalı siyahlarla beraber geçirmeyi hayal etmiştim. Son yıllarda bu hayalime giderek gölge düşmesinin Mandela ile alakası varmış gibi geliyor ama gerçekten ne olduğunu bilmiyorum. Irkçılığa karşı verdiği mücadele yüzünden bir çalışma kampında 27 yıl geçirdiği gerçeğini nihayet bir kenara bırakıp başkan olarak yaptıklarını tarafsız bir gözle incelediğimde bu kristal berraklığında netleşti. Ben, bilinmeyen toprakların haritasını çıkarmaya çalışan ve "Madiba"nın ölümünden önce seslerini yeterince duyuramayan kadın ve erkeklerden oluşan küçük grubun bir parçasıyım. Güney Afrika'daki sosyo-ekonomik mutsuzlukların, onun "uzlaşma amaçlı pazarlıkları" yüzünden devam ettiğini şu anda söylemeye cesaret edebilir miyiz? Şu eski faşist F.W. de Klerk'ın -namı diğer bir tür tanrı- orta sınıf beyazlar ve büyük kuruluşların giderek artan protestolarının akabinde, 1990'larda ırkçılığı bitirmekten başka çaresi yokken, Mandela'nın pastanın en büyük kısmının kendisine, ANC'ye (Afrika Ulusal Kongresi) ve beyaz, zengin küçük bir azınlığa kalması için taraf tuttuğu konusunda hiçbir şüphem yok.

Büyükannemin tekrarlayıp durduğu gibi, insanları eylemlerinin işlevine göre yargılıyoruz. Mandela'nın karakter gücünü teslim eden iki tartışılmaz gerçek var. "Madiba", ırkçı yargıçlar, dünyanın en büyük insan hakları suçlularından bazıları, Afrikalı adam kaçıran kişiler ile katiller ve bundan sonra ırkçı rejimi destekleyip gökkuşağı milletinin çıkarlarını koruyanlarla –madencilik ve finans kuruluşları- bir anlaşmaya vararak ırkçı rejimin aydınlarını tatmin etmeye çabaladı. Peki, Avustralyalı gazeteci John Pilger ile yaptığı röportaj esnasında Endonezya'daki otuz yıllık diktatöre en derin ilgisizliği gösterip 1997 yılında Jakarta kasabı General Suharto'ya Güney Afrika'nın en yüksek onur ödülü olan İyi Umut'u vermesini temize çıkaran bir adama ne diyeceğiz?

ANC ve müttefiklerinin ırkçılığın bitmesinden beri bütün başkanlık seçimlerin, kazandığı ve buna rağmen ekonomik ırkçılığa fiilen dokunulmadığı gerçeğini kabul edemiyordum. Güney Afrikalı siyahlar görece terimlerle mutlak bir halde korkunç şekilde fakir kaldı. Benim gözümde, ANC, Dimbaza ve Alexandria gibi gecekondu mahallelerine sığmaya çalışan siyahların güvenini suistimal etmişti ve bu aşırı şiddet dolu şehirler halkın öfkesinin ağırlığını taşımaya başlamıştı. ANC'nin beyazlara karşı çok nazik olduğu konusunda ise bolca kanıt vardı. ANC'den birkaç siyahın, (parti üyelerinin ceplerindeki metelikleri toplamak için)çok zarif kapalı toplantılarının kalbine alınması karşılığında, Güney Afrika'nın beyazları devasa duvarlarla korunmuş halde, ırkçı rejim döneminde siyahlardan insanlık dışı sömürülerle elde ettikleri zenginliğin tadını çıkarma olanağına sahip oldu. Diğer bir deyişle, ırkçı rejim son bulduğunda sponsorları birkaç siyahı mal ve ödeneklerin yeniden dağıtımı balosuna döndürmenin yeterli olacağını anladı. Açgözlülüğün de yardımıyla siyahlar ve Hindistanlılar organize olmayı ve gettoların kalbinde direnmeyi beceremediler.

Bir gün kendime, Mandela ve takımının Güney Afrikalı siyahları yoksulluktan nasıl çekip çıkarmayı hesapladığını sordum. Şüphesiz ANC’nin bu sonuca ulaşmak için, liberal parti tüzüğünde özetinin açıklandığı gibi büyük bir planı vardı:

« Ülkemizin zenginliği, Güney Afrika’nın mirası, kendi halkına geri dönmeli. Toprak altındaki maden zenginliklerimiz, bankalar ve tekel endüstrisi halkına aktarılmalı. Diğer tüm ticaret ve endüstriler halkın refahını garanti etmek için kontrol edilmeli…».

ANC tüzüğünün bu bölümü, örneğin Birleşik Ulus Hükümetini (kameralara karşısında, tabandan gelen bir değişimi başlatma görüntüsü içinde kurtlarla kuzuları aynı ağıla koymak için diktatörlerin en sevdiği yöntem) ve ırkçı rejimin görevlilerini koruyan akıl almaz iş garantilerini hazırlayan 1992 yılındaki "alacakaranlık maddeleri" gibi partinin gerçek imtiyazlarına and içiyordu.

Peki Güney Afrika’da ırkçı rejim sonrası dönemde varlıksız kalan siyahlar ulusun zenginliklerinden uygun bir pay istediklerinde ne oluyor? Korkunç gerçek şu ki, ırkçı rejim döneminde maruz kaldıkları muameleyi görüyorlar: üzerlerine ateş açıldı. 2013 yılında Marikana’daki azınlıklara karşı yapılan katliamın fotoğrafları 1960’da Sharpeville’dekinden farklı değildi. Bu defaki renkliydi ve bu kirli, insanlık dışı işi yapanlar zencilerdi. Hakareti artırmak adına, dünya 270 madencinin tutuklanıp, ırkçılık rejimi yetkililerinin kullandığı aynı "ortak amaç" doktrinine dayanarak cinayetle suçlandığını büyük bir şaşkınlıkla öğrendi. Bu mantıksız suçlama, uluslararası toplum ve insani yardım kuruluşlarının baskısıyla kaldırıldı ve tutuklu madenciler serbest bırakıldı.

Mandela’nın hayatı ve ANC’nin yükselişi olgunlaşmamış özgürlük savaşçılarının ve eşitliğe inananların dikkatini çekmeye yaramalıydı: Lord Acton’ın sözlerini hatırlamak gerekirse, iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar ise mutlak yozlaştırır. Güney Afrika’da beyazlar ve en yoksul siyahlar arasındaki ayrım hi. Bu kadar büyük olmamıştı. 2009 yılında ülke, dünyanın en eşitsiz toplumu sıralamasında birinciliği Brezilya’dan çaldı. Nelson Mandela'nın cenazesinin olduğu gece Başkan Jacob Zuma'nın, uluslararası görevlilerin gözü önünde hoşnutsuz halkı tarafından aşağılandığını görmek benim için gerçek bir zevk oldu. Bu gerçekten heyecan vericiydi.

2013 yılında karım ve ben, Kanada’ya yakın olan daha kuzeye taşınmak için Amerika Birleşik Devletler’in güneşli güneyinden ayrıldık. Etnik düzlemde yeni şehrimiz nasıl tanımlanır? Antartika’dan daha beyaz. Kendimizi hala başka bir zencinin varlığını tanımak ve hafif bir baş hareketi yaparak bununla eğlenmek zorunda hissediyorduk. Siyahların, toplumun alt kesiminin dikkate değer bir kısmını oluşturduğu Güney'de alışık olduğumuz üzere, saf bir şekilde, burada en ufak bir fakirlik kokusu almanın imkânsızlığına inanıyordum. Ve sonra, 2013 yılında Şükran Günü için New York’a gittiğimiz esnada yolun ortasında bir gölge gördük. Hava dondurucu durumdayken üzerindeki yetersiz kıyafetlerle siyahî bir evsiz büyük bir afişi sallıyordu. Bazı sürücüler onu ezmekten son anda sıyrılıyordu. Yanından geçerken ona kağıt bir dolar vermek için camımı indirdim. Aşağılanmış ve hayatın sillesini yemiş bir adamın yüzünü gördüğüm için içimde bir şeyler kırıldı. O günden beri sokakta rastladığım çocukların, kadınların veya erkeklerin yüzünde aynı ifadeyi görüyorum.

Şehir halkı, bir kelimenin tınısını değiştirmenin, bazı bireyleri hor görmenin en kolay yolu olduğunu keşfetti. Giysi kollarına sokak fahişelerinin niteliğini atfetmek, halka fakirleri cezalandırma izni veriyor. Bu güzel gezegenin birçok yerinde giysi kollarını fahişeler gibi kullanmak yasak. Bazı şehirler işi, « asalaklara » (bu kelimeyi 2012 Amerikan Başkanlık seçimlerindeki Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’den ödünç alıyorum) para vermemeleri konusunda orada yaşayanların dikkatini çekmek için eğitici programlar oluşturmaya kadar götürdü; polis memurları, özellikle şehir merkezlerinde dilencileri hırpalama talimatı aldı. Yoksul ülkeler daha yaratıcı: doğaüstücülük ve voodoo bahanesini de listelerine eklediler. Birçok üçüncü dünya ülkesine yaptığım seyahatler esnasında, paranoyak rehberler ve arkadaşlarım, bir evsize para verirsem cebimdeki diğer varlıkların da ortadan kaybolacağı ve Allah bilir başıma hangi uğursuzluğun geleceği hususunda beni uyardı. Ama ben bu gülünç uyarıyı görmezden geldim. Bir keçiye dönüşmediğimi veya beni bir yıldırımın çarpmadığını görebiliyordum ve cebimden yok olan para maddi zevklerimi ödemeye yaramıştı.

Dünyada çok farklı hayat seviyelerine veya derilerinin rengi gibi farklı köklere sahip insanların etkin istekler veya dilencilerden nefret etmeleri ama pasif dilencilerden rahatsız olmadıklarını görmek üzücü: dilencilerin bir kapının önünde ellerinde bir kâseyle ama ses çıkarmadan durmaları gibi. Bu şu manaya geliyor; insanlar ağzı sıkı durmayı bilip bizi kötü hissettirmeyen dilencilere para veriyor. New York merkez istasyonunda, başlarında kulaklarından fazlasını kapatan son moda kulaklıklarla, fakirlere dikkat etmeden geçen yenilikçileri izlemek için vakit ayırdım. Aynı davranışı, Kampala ve Uganda’nın caddelerinden yepyeni 4x4 Pradoları ile geçen hükümet üyelerinde de gördüm. Bu gösteri, yoksulları aşağılamanın dünya çapında bir olgu olduğunu anlamamı sağladı. Ama kendimi izole hissettiğim zaman. Ümidimi kaybetmeye başladığım zaman, kurumlarında yükselmek için yoksulluk sorununu küçümser bir hareketle halının altına süpüren şarlatanların aksine, fakirlere yönelik kayıtsızlığa karşı mücadeleye hayatlarını adayan, farklı çevrelerden ve ülkelerden gelmiş diğer insanlarla görüşüyorum. Bu insanlar beni çok heyecanlandırıyor ve duyguları, kalbimdeki en değerli arzunun yankılanmasını sağlıyor. Daha insani bir toplum sihirle yaratılmaz. Benim gibi (sanırım) bu insanlar da fakirleri görmezden gelemiyor.

Cehennem O'Dur

Подняться наверх